Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    Hüzünle Umut Arasında(Elif Bezeniroğlu)

    avatar
    01001110015


    Mesaj Sayısı : 1
    Kayıt tarihi : 13/12/10

    Hüzünle Umut Arasında(Elif Bezeniroğlu) Empty Hüzünle Umut Arasında(Elif Bezeniroğlu)

    Mesaj  01001110015 Ptsi Ara. 20, 2010 11:13 am



















    HÜZÜNLE UMUT
    ARASINDA












    Doğuya kış erken gelir… Dağlar, yollar, topraklar kendini her şeye hükmeden bir beyazlığa bırakır. Soba üstünde kaynayan su sesleri sohbetlere eşlik eder. Bacalardan yükselip gökyüzüyle buluşurken dumanlar, koca kışı nasıl geçireceğini düşünen insanların hüznünü dağıtmaya hiçbir şey yetmez. Kar kendi raksını tamamlarken, kartopu oynayan çocukların çığlıkları duyulur…

    Taş Üstü Köyü’nde de soğuk bir kış gecesiydi. Mehmet Bey başını iki eli arasına almış düşünüyordu. On bir çocuğu vardı. Kendi yüreğinde taşıdığı on bir yürek… Gözlerine umutla, istekle, kimi zaman sitemle, kimi zaman sorgular bir ifadeyle bakan on bir çift göz… Geçim sıkıntısı çekip Bitlis’ten İzmir’e gittikleri günler aklına gelmişti. O günlerde babadan kalma birkaç tarladan istediği mahsulü alamamış, tek çareyi ailesini de alıp İzmir’e gitmek de bulmuştu. Bir gecekonduya yerleşip iki oğlunun çalışarak inşaattan kazandığı parayla küçük bir çay ocağı almıştı. Sabahtan açıp gece geç saatlere kadar nasırlı elleriyle çay dağıtıyordu. Yine işte olduğu bir gün oğlu Hakan doğmuştu. Üstelik eşi evde yalnızdı. Komşularının yardımıyla hastaneye gitmişti. Mehmet Bey de kendisine haber verildiğinde ancak gidebilmiş ve oğlunu gördüğünde gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Yine çaresizliği içinde hissetmişti.

    Günler hızla geçerken Mehmet Bey’in işleri kötü gitmeye başlamıştı. Birkaç gün içinde de Bitlis’e dönme kararı almışlardı. Mehmet Bey kendisini eşinin ve çocuklarının yüzüne bakamayacak kadar suçlu ve aciz hissediyordu. İçinde bulunduğu geleneğin yanlışlığının farkında olduğu halde değiştirememiş, çocuklarının geleceklerini düşünmeden onların doğmalarına vesile olmuştu. Yüreğinin yaralı olduğu kadar düşünceleri de sancılıydı. İki oğlunu İzmir’de bırakıp topraklarına dönecekti. Zira iki gün içinde toparlanıp yola koyulmuşlardı.

    Bir umuttu oysa ki, son çırpınışın peşine düşmekti… Az bir cüsse ile rüzgara olabildiğince yön vermekti, istediği. Dünyası dönmeyen bir eve pencereden ışık girdirmekti… Ama olmamıştı, yapamamıştı. Yüklü bir kamyonun içinde, gerçeği duya duya yolculuk başlamıştı. Dertler, sıkıntılar, hüzünler, kişiler ne kadar farklı olsa da Mehmet Bey ve eşi Müyesser Hanım’ın akıttığı gözyaşının rengi dünyanın her yerindekiyle aynıydı. Omuzlarında taşıdığı sorumluluğun verdiği ağırlıkla küçüldükçe küçülüyor, kasketini biraz daha öne çekip utanıyordu. Mehmet Bey gittiğinde karşılaşacağı küçümseyici sözler ve mana yüklü bakışları görür gibiydi. Bir anda irkiliyor, sükutunun çığlıklarının boğazında düğümlendiğini hissediyordu.

    Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından memleketlerine dönmüş, tüm dedikodulara kulaklarını kapatıp hayata devam etmişlerdi.

    Mehmet Bey, Müyesser Hanım’ın

    — Mehmet beni duymuyor musun? Demesiyle daldığı o eski günlerden ayıktı.

    Mehmet Bey :

    — Efendim hanım, duymadım ne oldu?

    Müyesser Hanım:

    — Oğlumu çok özledim, yarın gitsek de görüversek. Çocuğa para da göndermiyoruz ne zamandır. Yavrum ne durumdadır bey? , dedi.

    Mehmet Bey:

    —Tamam, hanım, iyi olur. Haklısın… Dedi

    Hakan ilkokulu köyde okumuştu. İçine kapanık, duygusal bir çocuktu. Küçük yaşta olmasına rağmen büyük bir olgunluğa sahipti. Ailesinin durumunun farkındaydı. Bu yüzden derslerinde gayret gösteriyor, kendi yolunu çizmeye çalışıyordu. On bir kardeşin dokuzuncusuydu. Ağabeyleri, ablaları evlenmişler çeşitli yerlere gitmişlerdi. Hakan kendi küçük dünyasında hayaller kuruyor, bir gün kaderin onların da yüzüne güleceğini inanıyordu. İlçede yurtta kalıyor, güzel bir lise kazanmak için derslerine çok çalışıyordu. Yazlarını babasıyla birlikte tarlada geçirirdi. Hayatla tanışması arkadaşlarından bir adım önce oluyordu her zaman. Tohum ekiyor, tarla çapalıyor, su taşıyordu… O zamanlarda güneşin doğup batmasıyla gelen her yeni güne umut bağlıyor, geleceğe dair planlar kuruyordu. Kendi çektiği sıkıntıları yeni doğmuş ikiz kardeşlerine yaşatmayacaktı. En çok hüznü görmeye alışık olduğu gözlerinden yaşlar akıtırken, sık sık türkü söylerdi. Bazen de efkârını dağıtmak için bir ıslık tutturur, ellerini dar pantolonunun ceplerine sokarak köyde dolaşırdı. Cevabını bulamadığı soruları olurdu. Daha güzel bir yerde yaşamak isterdi o da. Ailesinin hep mutlu olduğunu görmek, daha iyi şartlarda yaşamak, daha fazla eğitim imkânından yaralanmak isterdi. Niye?’yi ve Değil’i kurcalardı zaman zaman …

    Pazartesi sabahı Mehmet Bey ve eşi Müyesser Hanım okulla aynı avlu içinde olan yurda geldiler. Onlar misafirhaneye alınırken, Hakan’a haber verildi.

    Nöbetçi merdivenlerden yukarı doğru:

    — Hakan, ailen geldi. Aşağıya gel! , dedi.

    Hakan etüt odasından işitti sesi. Sevinçle bir çırpıda aşağıya indi. Özlemişti annesini, babasını… Sarıldı ikisine de, ellerini öptü.

    Müyesser Hanım:

    — Nasılsın oğlum, derslerin nasıl? , dedi.

    Hüzün dolu sesi, ıslak gözyaşları kırık gönlünün tercümanı gibiydi.

    — İyiyim anneciğim, çok şükür. Derslerim de iyi, sınava çok çalışıyorum.

    Mehmet Bey’in de katılmasıyla koyu bir sohbete daldılar.
    Hakan’ın söylemek isteyip de söyleyemediği çok şey vardı aslında. Üç beş kuruşla idare edemiyordu. Yıl sonunda sınava girecek olmasına rağmen dershaneye gidemiyordu. Yıllardır hasret kaldığı evinin sıcaklığını, hasta olduğunda annesinin şefkat dolu ellerini arıyordu. Ama artık alışıyordu, bundan sonrası için de alışmak zorundaydı. Onlardan erken ayrılması, ileride bulunduğu yere kolay alışmasını sağlayacaktı belki de.

    Görüşüp konuştuktan sonra Mehmet Bey ve eşi oğullarını Allah’a emanet edip yurttan ayrıldılar. Dışarıda karla birlikte sert rüzgârlar esiyordu. Hakan da onların getirdiği birkaç yiyeceği ve giyeceği alarak odasına çıktı.

    Günleri okulda ve yurtta geçiyordu Hakan’ın. Dershaneye gidemediği için arkadaşlarını kitaplarıyla, öğretmenlerinin verdiği testlerle yetiniyordu. Morali bozulduğunda, canı sıkıldığında ise imdadına matematik öğretmeni Mustafa Bey yetişiyordu. Onun için Hakan’ın yeri farklıydı. Kalbinde pek kimseye göstermediği hüznü ve gözlerindeki her şeye meydan okuyan ışıltı en baştan beri Mustafa Bey’in dikkatini çekmişti. Ailesinin durumunu da bildiği için hem maddi hem manevi anlamda ona ağabeylik yapıyordu.

    Hakan da çok seviyordu öğretmenini. Ruhunu ruhuna yakın hissediyordu. Kendine onu örnek alıyor, ona benzemek, onun gibi olmak istiyordu. Yalnızlığında tek tesellisi, umutsuzluğunda umut kaynağıydı.

    Zaman hızla geçip giderken günler haftaları, haftalar ayları getirmişti. Yıl sonuna yaklaşırken sınava da sadece bir hafta kalmıştı. Eğlencenin yanında stresle geçen bir hafta sonunda Hakan matematik öğretmeniyle sınava gireceği okulun bahçesindeydi. Hakan okula girdi ve sınav bitiminde kapıda belirdi.

    Mustafa Bey:

    - Oğlum nasıl geçti sınav? Geçmiş olsun bakalım. Dedi.

    Hakan:

    - Sağ olun öğretmenim, güzel geçti. Dedi.

    Hakan öğretmeniyle vedalaştıktan sonra yurda gitti. Eşyalarını topladı. Kapıdan çıkarken son kez okuluna ve yurduna baktı. İlk geldiği günle o gün arasındaki koca üç yıl ne de çabuk geçmişti. Oraya dair her şeyi unutacaktı belki ama tek unutamayacağı kişi Harun Bey’di.

    Mehmet Bey ve Müyesser Hanım da dört gözle Hakan’ı bekliyordu. Nedir ne değildir, sınav nasıldır pek bilmeseler de oğulları için dua etmişlerdi.

    Hakan eve geldi. Sınavının iyi olduğunu söyleyince aile de mutlu oldu. En sevdiği yemekleri yapmıştı annesi. Güzel bir karnını doyurdu. Küçük kardeşleriyle oyun oynayıp, onları severken yorgunluktan gözleri kapandı, uyudu.

    Sabah gözlerini açtığında koca bir yaz onu bekliyordu. Babası tarlaya gitmişti bile. O da kahvaltısını yaptıktan sonra babasına yardıma gitti. Gün boyunca ayakları çamurun içinde, tepesinde kızgın güneş, alnında bulgur bulgur terle domates suluyordu. Annesinin getirdiği soğuk ayranla hem kendisi hem de babası rahat bir nefes alıyorlardı. İyice anlamıştı ki emek olmadan yemek olmazdı. Acaba emeğinin karşılığını alabilecek miydi o da sınavdan, kazanabilecek miydi?

    Günler çalışmayla ve merakla geçerken puanlar açıklandı. Hakan’ın azımsanacak bir puanı yoktu. Tercihlerini yaptıktan sonra da nereyi kazanacağının merakı sarmıştı düşüncelerini.

    Ve hiç beklenmedik bir anda kaza oldu. Hakan ve Mehmet Bey ağaç kesiyorlardı. Ağaçlar hem kalın hem de çok uzundu. Bir anlık dalgınlıkla Mehmet Bey arka tarafa iteceği ağacı kendine doğru çekti.

    Hakan’ın:

    — Baba, dikkat et!

    Diye bağırması ile Mehmet Bey’in bacağının ağacın altında kalması bir olmuştu. Hakan hıçkırıklar içinde bağırarak sesini duyurmaya çalışıyordu. Etraftan gelen insanların yardımıyla ağacın altından alınan Mehmet Bey, hemen hastaneye götürüldü. Hakan hala ağlıyordu… Babasını ağacın altında altında görünce adeta şoka girmişti. Müyesser Hanım da hem oğlunu sakinleştirmeye çalışıyor, hem de çok korkuyor, endişeleniyordu eşi için. Endişesi boşa çıkmamıştı. Mehmet Bey’in sol bacağını sinirleri tahrip olduğu için daima koltuk değneği ile yürüyecekti. Kazayı haber alan çocukları da iki gün içinde köye geldiler. Hepsi çok üzülüyordu ama kazayı bununla atlattıkları için de şükrediyorlardı. Ya tüm vücudu kalsaydı ağacın altında? O zaman daha kötü olurdu. Mehmet Bey taburcu olmuş, birlikte eve gelmişlerdi. Müyesser Hanım iki küçüğü emanet ettiği komşusundan çocukları alarak eve geldi. Mehmet Bey’in çehresi ızdırap çizgilerinin cirit attığı bir alana dönmüştü. Artık böyle yaşayacak, önceden yaptığı bir çok işi yapamayacaktı. Çocukları da babalarının yüz ifadesinden düşündüklerini anlamış olmalılar ki, her biri farklı şeyler söylüyor, onu teselli etmeye çalışıyorlardı.

    Hakan:

    —Babacığım, Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler. Sıkma tatlı canını. Bak bizler varız.

    Diyerek babasının elini tutuyordu.

    Günlerdir ziyaretçiler gelip gidiyorlardı. Bir gün telefon çaldı. Arayan Mustafa Bey’di.

    Hakan:

    — Efendim öğretmenim.

    Mustafa Öğretmen:

    — Oğlum hayırlı olsun. Gözün aydın, kazandın!

    Hakan:

    — Peki, neresi öğretmenim?

    — Çorum Sungurlu, Haydar Öztaş Anadolu Lisesi­­­
    Çok güzel bir haberdi bu… Herkes çok sevindi. Tek sorun uzaklıktı ama Hakan onu da dert etmiyordu. Onun düşündüğü babasıydı. Onu nasıl yalnız bırakırdı?

    Mehmet Bey:

    - Oğlum ağabeylerinden biri gelir buraya. Sen beni düşünme. Dedi.
    Böylece o konu da halledilmişti.

    Yeni bir sayfa açılıyordu Hakan’ın hayatında, yeni bir dönem. Birçok zorluğu aşıp hayallerine bir adım daha yaklaşmıştı. Hiç görmediği, bilmediği bir şehre gidecekti. Yeni okul, yeni ortam, yeni insanlar… Hiç kolay olmayacaktı.

    Hakan kayıt yaptırmaya gidecek, okullar açılıncaya kadar da yine orada kalacaktı. Mustafa öğretmeninin arkadaşları vardı orada. Bu vesileyle Hakan’ı karşılayacaklar ve onu dört yıl boyunca burslu kalacağı özel bir yurda yerleştireceklerdi. Mustafa öğretmen yine yapmıştı iyiliğini… Hakan ve ailesi bu haberle çok mutlu olmuşlar, nasıl teşekkür edeceklerini bilememişlerdi. Hakan’ın gönlünde öğretmenine olan sevgisi daha da katmerleşti.

    Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, ayrılık vakti geldi. Müyesser Hanım gözyaşlarını silmeye çalışıyor, gözlerini Hakan’dan hiç ayırmıyordu. Mehmet Bey ve ağabeyi de sıkı sıkı tembihlerde bulunuyorlardı. Küçük yaşta onu uzaklara göndermek yüreklerini dağlıyordu. Hakan hepsine sarıldı, ellerini öpüp helallik istedikten sonra terminale gitti. Hakan’ı Mustafa Bey yolcu edecekti.

    Mustafa Bey:

    - Oğlum nasılsın? Üzülmüyorsun değil mi?

    — Yok, öğretmenim, üzülmüyorum.

    Ağzından çıkan bu sözlere kendisi bile inanmıyor, omuzlarına almış olduğu yük yüreğine ağır geliyordu.

    Mustafa Bey arkadaşının numarasını, ismini verdikten sonra sözlerine şunları ekledi:

    Oğlum, bilirsin seni çok severim. Kendini bana borçlu hissetmene de hiç gerek yok. Benim tek istediğim doğru yoldan ayrılmaman, liseyi iyi değerlendirip üniversiteye gitmen. Tabi ondan sonra da ülkenin aydınlık geleceğine yön verecek bir insan olmandır. Beni istediğin zaman arayabilirsin. Zaten ben seni önce Allah’a sonra arkadaşıma emanet ediyorum.

    İkisinin de gözleri dolmuştu. Hakan hiçbir şey diyemeden öğretmeninin elini öptü. Hakkını helal etmesini istedi.

    Otobüsün hareketiyle uzun bir yolculuk başladı. Sonbaharın son yaprakları, ağaçların dallarından gazelleşerek dökülmekteydi. Kıvrılan dar yollarda onlarca araba hareket ediyordu. Tekerlekler aheste aheste dönüyor, gittikçe varlığını daha da hissettiren rüzgâr havalandırmalardan içeri süzülüyordu. Hava duman rengindeydi. Hakan’ın içinde bir yerlerde ise fırtınalar kopuyordu. Hayatının belki de en önemli dönüm noktasıydı bu. Günün ufkuna karanlıklar çökerken Hakan da geçmişten geleceğe giden bu yolda uyuyakalmıştı.
    Yollar gittikçe kısalıyor, otobüs Sungurlu’ya yaklaşıyordu. Hakan ilk defa bu kadar uzun bir yolculuk yapmıştı. Kendini çok yorgun hissediyordu.

    Ve nihayet gelmişlerdi. Dışarıda oturan bir adam ilişti gözüne. Öğretmeninin arkadaşı olabilir mi diye düşündü. Harun Bey’in verdiği numarayı aradı. Evet yanılmamıştı. Karşısındaki Yusuf Bey’di. Kalacağı yurdun müdürü Yusuf Bey…

    Yusuf Bey:

    - Gel bakalım, oğlum. Hoş geldin.

    Hakan:

    - Hoş bulduk. Dedi.

    Yurda gidene kadar sohbet ettiler, tanıştılar, Mustafa Bey’den de bahsettiler. Hakan yurtta çalışanlar tarafından odasına yerleştirilmiş, sonra da yol yorgunluğuyla derin bir uykuya dalmıştı.

    Sabah onu güzel bir kahvaltı bekliyordu. Yurt çok güzel, insanlar sıcacıktı. Baktığında gözlerinin içi gülüyordu. Beraber kahvaltı yaptıktan sonra yurt öğrencilerinden Bekir ile okula gittiler. Bekir aynı zamanda okulun da son sınıf öğrencisiydi. Kayıt yapıldıktan sonra ise Bekir Hakan’a Sungurlu’yu gezdirdi. Burası kendi ilçesine göre hem güzel hem de daha büyüktü. İlk günden çok sevmişti her şeyi. Alışması daha kolay olacaktı.

    Okullar açılıncaya kadar Hakan iyiden iyiye alışmıştı Sungurlu’ya. Yurttakilerle eğlenceli vakit geçiriyor, onların işlerine yardım ediyordu.

    Bir pazartesi sabahı lise hayatının ilk zili çalmıştı. Törendi, konuşmalardı derken sınıflara girildi. Okulu, sınıfı çok güzeldi. Sınıf arkadaşlarıyla tanışmaya başlamıştı. Herkes il içinden olduğu için Hakan’ın oradan buralara kadar gelmesini tuhaf karşılıyorlardı. Derse gelen her hoca Hakan’ın kısa bir hikâyesini dinliyordu muhakkak. Şivesindeki farklılık da herkesin dikkatini çekiyor, bazen gülmelere konu oluyordu. İlk günlerde bu durum Hakan’ın moralini bozuyordu. Sınıfta hiç konuşmak istemiyordu.

    Bir gün ders çıkışı kendini yurda zor attı. Yorganının içine gömülüp hıçkırarak ağlamaya başladı. Belki biraz yabancıydı onlara. Ama kimse ondan kısa sürede değişmesini bekleyemezdi. İçinde büyümüş olduğu ortamın alışkanlıklarını bir çırpıda atamazdı.

    Ağlamasının tek nedeni bu değildi. Ailesini çok özlemişti. Kalabalıklar ortasında kendini yalnız hissediyordu. Onlardan kilometrelerce uzakta olduğunu bilmek üzülmesine yetiyordu. Yoksa çok önceden, ayrı kalmaya hazin tadına varmıştı. Biraz kendini toplamıştı ki odaya Bekir geldi. Hakan’ı öyle görünce nesi olduğunu sordu. Hakan içinden geçen her şeyi anlattı.

    Bekir:

    - Sabretmen gerekiyor Hakanım. Sen neleri aşıp gelmişsin, oldu mu şimdi? Onları da anlamaya çalış. Eminim kötü bir niyetleri yoktur. Zamanla sen onlara alışacaksın, onlar da sana alışacaklar. Kendini dışarıda tutma, herkes seni olduğun gibi kabullenecektir.

    Hafta sonu Bekir Hakan’ı da alıp evine gitti. İki gün yaşayacağı değişiklik Hakan’a iyi gelebilirdi. Hakan’a gösterilen yakın ilgi, aile ortamı, farklı mekânlarda bulunma moralini düzeltmeye yetti. Mustafa Bey’den gelen telefon da tam yerinde olmuştu.

    Haftalar geçtikçe zaman Bekir’i haklı çıkarmıştı. Hakan sınıfa alışmıştı. Hocalarıyla da arkadaşlarıyla da rahat diyalog kurabiliyordu. Yarıyıl tatilinden önce yaptıkları son yazılıları da iyiydi. Tek sıkıntılı dersi İngilizce'ydi.

    Karnesini aldıktan sonra yurda gitti. Ağabeyi aramış, İzmir’e gelmesini söylemişti. Çünkü kışın ortasında otobüsle Bitlis’e gitmek çok zordu. Annesini aradı, konuştu. Onlar da aynı şeyi söylüyordu. Mecbur onları dinlemeliydi.

    Akşam yurtta yurt müdürü Yusuf Bey ve birkaç kişi daha vardı. Hakan da ertesi gün İzmir’e gidecekti. Oysa aylardır evine gideceği günün hesabını yapmıştı. Odasına çekildi. Gözlerine bir türlü uyku girmez olmuştu. Huzursuz gönlü, geçmeyen zamanın kıskacında yufkalaştı, eridi… Saatler, dakikalar ve hatta saniyeler bile yorgundu bu gece… Odasından dışarıya hüzünle baktı. Derin bir “ of! “ çekip yatağına uzandı.

    Sabah uyandığında ise otobüs saatine çok az bir vakit kalmıştı. Herkes uykudaydı. Kimseyi uyandırmadan sessiz, sedasız bavulunu alıp çıktı.

    Yolculuğu iyi başlamıştı. Kar yağışı olduğu için otobüs beklenenden daha geç varmıştı İzmir’e. Hakan’ın ağabeyi de saatlerde otobüsün gelmesini beklemişti. En büyük ağabeyiydi Hakan’ın.
    Hakan otobüsten inince büyük bir özlemle sarılıp:

    - Hoş geldin, aslanım. Nasılsın?

    - Hoş bulduk, ağabey. İyiyim. Sizleri sormalı…

    Yüzündeki hüznü dağıtamamıştı Hakan. Aklı hala eve gidememesinde kalmıştı. Ağabeyini çok seviyor olsa da annesini, babasını, küçük kardeşlerini çok özlemişti.

    - Biz iyiyiz de sende bir şeyler var. Yolculuk mu kötü geçti, yoksa buraya geldin diye mi?

    - Sizi de çok özledim ama eve gitmek istiyordum ağabey. Ama olsun, hayırlısı…

    - Gel bakalım gel, boş ver evi…

    Hakan tatilini orada geçirdi. Pişman da olmamıştı. Bol bol yeğenini sevdi, İzmir’i gezdi, sonra Sungurlu’ya döndü.

    Zaman öyle bir hızla geçmişti ki Hakan son sınıfa geçmişti. Her yaz olduğu gibi Bitlis’e gitmiş, tüm yaz tarlada çalışmış ve okullardan bir ay önce başlayan dershanenin hazırlık kursuna gelmişti.

    Birçok şey değişti Hakan’ın hayatında. Hakan’ın kendisi değişti ama hayalleri dimdik ayaktaydı. En yakın dostu, arkadaşı olarak nitelendirdiği Bekir de Konya’da sınıf öğretmenliğinde okuyordu. Hakan’ın aklı ve kalbi bir olmuş üniversitede gitmesi gereken yerin Konya olduğunu fısıldıyordu.

    Ve kalbinin en değerli yeri başkasına aitti artık. Tek bir isim için atıyordu sanki o köşe… Sevinç… İki yıldır sohbet ettiği, dertlerini paylaştığı, oturup onu da saatlerce dinlemeyi sevdiği yan sınıfın tatlı kızı Sevinç… Güldüğünde yanaklarında gamzeler kol gezerdi. Gülmeyi özlediğini anlatmaya çalışır gibi her küçük tebessümde kendini gösteriyordu. Geçirdiği her sıkıntılı gününde kendini Hakan’ın yanında bulur, onun kalbinde kendine ait bir sırrın olduğunu bilmeden hayatına dair sırlarını sadece onunla paylaşırdı.

    Annesi bir ailenin çocuklarına bakıcılık yapıyordu gündüzleri. Babası bir trafik kazası geçirmiş, bu kaza çalışmaması için tek bahanesi olmuştu. Babasını hiç sevmez, “baba” kelimesi sadece iki dudağının arasından çıkardı.

    Hakan o kadar çok seviyordu ki Sevinç’i, içindeki duyguları getirdiğinde kendinden uzaklaşmasından korkuyordu. Ama artık söylemeliydi.

    Bir hafta sonu dershanede Sevinç’i yanına çağırdı. Tüm vücudunu bir titreme sarmış, her zaman olduğundan farklı bir hale bürünmüştü. Sevinç de bunu fark etmiş, aslında az çok tahmin etmişti neler söyleyeceğini. Kendinin söylemeye cesaret edemediklerini Hakan’dan dinleyecekti. Elini, kolunu nereye koyacağını şaşıran Hakan ilk kez yaşadığı duyguları yine ilk kez dile döküyordu:

    - Çok seviyorum seni. Bunu senin de hissettiğini düşünüyorum güneş gündüze, ay geceye ne ise sen de benim için o kadar değerlisin. Gönlüme düşen ilk kişi sensin. İstiyorum ki son kişi de sen olasın.

    Nefesi tükenmişti Hakan’ın. Kalp atışlarını duyar gibiydi. Sevinç de ondan farklı değildi. Utandığından kızaran yanaklarında yine o tatlı gamzeleri belirmişti. Belli belirsiz

    - Sen de benim için çok değerlisin, diyebildi.

    İkisinin de mutluluğu tarif edilemezdi. Sanki sihirli bir değnek değmiş ve her şeyi unutmuşlardı. Sanki zaman durmuştu… Birbirlerinden habersiz kaç zamandır bunu beklemişlerdi.

    Hakan’ın günleri okul, yurt, dershane üçgeninde geçiyordu. Sevinç ile pek yan yana gelmiyorlardı. Babasının kulağına hiçbir şey gitmemeliydi. Birkaç yakın arkadaşları dışında da kimseye söylememişlerdi aşklarını. Teneffüs aralarında, okul bahçesinde, otobüste bir selam, bir bakış yetiyordu onlara. Aynı üniversiteye gitmenin hayaliyle sınava yoğun bir tempoyla çalışıyorlardı. Aksi durumda her şey çok kötü olabilirdi. Sevinç’in bir an önce uzaklaşması lazımdı evinden. Annesini söylediklerini bile dinlemeyen alkolik babası bir daha hazırlanmasına izin vermez, yük olarak gördüğü kızını evlendirirdi.

    Ve Hakan’ın kulaklarında dört yıl önce Harun Bey’in söylediği sözler hala duruyordu. Sınavı kazanıp vefa borcunu ödemeliydi.

    Zaman daraldıkça sınav stresi artıyordu. Sevinç bir yandan zamanın akıp gitmesini isterken bir yandan da endişeleniyordu.

    Uzun bir kışın ardından yaprağı diplerine dökülen gül ağaçları tap taze bir baharla goncalarını patlatıp, insanlara burcu burcu kokularının ikram etmeye hazırlanmaktaydı. Çiçekler yeniden boy verecek, kuşlar yine mutluluk şarkısını söyleyecekti dünyanın tüm pisliğine inat.

    Hakan sınıfında pencere kenarına oturmuş, uzun uzun düşünüyordu; geçmişe, geleceğe, bugüne ait ne varsa düşünüyordu. Annesi, babası, kardeşleri aklına geldi; burnunun direği sızladı. Onlar için yapması gereken çok şey vardı. Sonra Sevinç’i gördü bahçede. Eline aldığı kalemle defterinin boş sayfasına yazmaya başladı…





    Sayfalar dolusu cümle biriktiriyorum;

    En güzel cümlelerim, en güzel özneme denk.

    Ve yağmurları gözlerinden siliyorum;

    İz bırakmadan, onların mutluluklara saklıyorum.

    Nedenim, nasılım, niçinim, her şeyimsin

    Çiçeklerin dağ yamaçlarında açanım

    İlkbaharımın baş harfleri

    Mevsiminde rüzgârların estiği hazan gülümsün…

    Seni çok seviyorum…

    Hakan


    Kâğıdın altına baş harflerine bakmasını da ekleyerek çekti kopardı sayfayı. Güzelce katlayıp Sevinç’in sınıfına gitti. Sırasının üstünde bıraktığı kitabının arasına özenle yerleştirdi.

    Sevinç okul çıkışı evine gitti. Dış kapıyı ayağıyla iterek açtı. Sokağın içindeki sokaktaydı evleri. Evin asıl kapısını da açıp eve girdi. Odasına koşup üzerini değiştirdi. Saçlarını tel tokayla arkaya alıp başına annesinin tülbentlerinden birini geçirdi. Kapının arkasında duran süpürgeyi alıp tüm evi güzelce temizledi. Sonra mutfağa geçti, bulaşıkları yıkadı. İçki şişelerini çöpe doldurdu. Babası içeriden bağırmaya başladı:

    — Sevinç, neredesin?

    — Buradayım baba!

    Adamın yanına yürüdü.

    — Bana yiyecek bir şeyler getir. Sonra da kahve yap, başım çatlıyor.


    Mutfağa yürüdü Sevinç. Yumurtayı tavaya kırarken tezgâhın kenarını babasının kafasına benzetmişti. Güldü kendi kendine. Ocağa koyduğu çayın olduğunu anlayınca bardağa doldurup babasına götürdü.
    Babası yemeğini yerken o kahvesini yaptı. Baba yemeğini yedi, çayını bardağında yarım bırakıp kahvesini içti. Sonra evi terk etti. Sevinç yarım kalan bulaşıklara bunları da ekleyip hepsini yıkadı. Sonra odasına geçti.

    Büyük bir gazete parçasını katlayıp masanın sallanmasını engelledi. Sonra kitaplarını çıkardı ve Hakan’ın bıraktığı kâğıdı gördü. Açtı. Okudu, okudu… Defalarca okudu. Boş bir sayfa alarak o da yazmaya başladı.




    Hayallerim bile ümit vermezken bana

    Anlamların en güzelini kattın hayatıma.

    Kıymetlerin en çoğunu verdin, annemden sonra.

    Aklım umudu, gönlüm aşkı buldu.

    Nedenini koyamadığım gözyaşlarım,

    Issız gecelerde dökülürken yastığıma

    Manasına kavuştu sonunda…



    Ben de seni çok seviyorum…


    Tek ayağı olmayan masasının çekmecesini açtı. Kalem kutusundan küçülmüş siyah göz kalemini çıkardı. Aynanın daha da yakınına gelerek gözlerini hızlı bir çekişle siyaha boyadı. Sonra kendine baktı… Ve sonra yine baktı, yine…

    Bir anda heyecanlanmış, yazdığı şiiri bir an önce Hakan’a vermek istemişti. Babası yoktu nasıl olsa… Hakan yoldan geçerken eline tutuşturabilirdi. Mesaj attı. Çok da uzakta değildi Hakan, hemen geldi. Sevinç kapının önüne çıktı. Tuttuğu kâğıdı Hakan’a verdi. Yarını bekleyememişti.

    Ve şeytanın günahı beklemesi gibi, babası da Sevinç’in tek bir açığını bekliyordu. Uzaktan gördü onları. Sanki biri zamanı ayarlamıştı. Adam koşar adım onların yanına geldi. Hakan’ın yüzüne bir tokat geçirdi. Dahasını yapsa Hakan dimdik, saygıdan ödün vermeden adamın karşısında durabilirdi.

    Adam sövdü…

    Yapabileceği tek şey oydu zaten. Etraftan hissedilecek derecede içki kokan ağzını her açtığında cehalete katkıda bulunup, değer kazandırıyordu.
    Kocaman elleriyle Sevinç’in saçlarından tuttu. Bahçeden eve ayakta zor dayandı. Evin kapısının önündeki mermer taşlara takıldı ayakları.
    Yıkıldı… Sonra yere kapandı… Adam kocaman ellerini Sevinç’in başından çekmedi.
    Ve sürükledi Sevinç’in boş heykel gibi duran odasına.

    “ Baba ne olur yapma, babaaaaa! “
    Dedikçe Sevinç tokatlar iniyordu yüzüne.

    Hakan sadece durup bakakaldı. Eve baktı, çığlıklar duydu. Şeytanlar, oradan ayrılıp, içeri gitmesini ve adamın yüzüne tükürmesini emrettiler… Ama Hakan ne yapacağını bilen çocuktu. Durdu, başını eğdi ve sustu. İşten eve dönen anne komşularının meraklı bakışlarıyla karşı karşıya kaldı. Neler olduğunu anlamaya çalışıyor fakat kötü bir şey olduğu ihtimalini bile düşünmek istemiyordu. Bahçe kapısında adamla karşılaştı. Sağ elinin tersiyle iterek “çekil şuradan” deyip kaldığı yerden hayatına devam etmeye gitti. Kadın da her şeye anlayabilmek için eve…

    Sevinç hıçkırarak ağlıyordu, her şeyden bıkmış gibi… Kapının açılışıyla sevinç başını kaldırdı. Kadının elindeki poşetler yere düştü. Ve poşetin içindekiler tüm odaya… Anne kızına sıkı sıkıya sarıldı. Hiç bırakmayacakmış gibi sarıldı…

    Sevinç’in çalan telefonunu annesi açtı. Önceden Sevinç Hakan’ı annesine anlattığı için, Hakan konuşmaktan çekinmedi. Her şeyi anlattı annesine, defalarca özür diledi, Sevinç’i sordu. Kadın çok konuşamadı, kendini üzmemesini söyledi.

    Adam o gece eve gelmedi. Daha sonraki gece ve sonraki… Sevinç’te iki gün evden çıkmadı. Sabahlara kadar oturdu. Çalan her telefonda, gelen her mesajda hakandan teselli buldu.

    Hakan da mahvolmuştu o iki gün içinde. Kendini suçlu hissediyor, bakmaya kıyamadığı insana vuran o ellerin sahibini boğmak istiyordu. Sevinç’i kurtarmalıydı o evden başka çaresi yoktu.

    Adam günler sonra eve geldi. Elinde gazete kâğıdına sarılmış bir şişeyle beraber. Adam kapıyı tıklattı. Kadın kapıyı açtı. Adam televizyonun karşısına geçti, sigarasını yaktı. İçti sigarasını içine çeke çeke.

    Sevinç’i yanına çağırdı. Sevinç’in adımları her ne kadar onu geri geri çekse de gitmek zorundaydı.

    Ve adamın ağzından kelimeler çıkmaya utandı. Adam Sevinç’i dul kalmış bir arkadaşıyla evlendirmek istiyordu. Sevinç de annesi de duyduklarına inanamıyordu. Annesi adama bağırmaya başladı. Adam da kadına sövmeye.

    Sevinç kendini dışarı attı. Dünyası batıyordu sanki… Sanki gökler onun için ağlıyordu…

    Sakinleştiğinde kendini Hakan’ın yurdunun önünde buldu. Haber gönderdi. Hakan bin bir telaş içinde koşarak geldi.

    Sevinç anlattı o dinledi… Sevinç ağladı hakan ağladı. Ne dayanılmaz bir acıydı…

    Hakan koştu gitti Yusuf beyin yanına. Artık birilerine anlatmalıydı. Her şeyi tek tek anlattı Hakan. Yusuf Bey’in kalbi sızladı bu duruma. Sözüne güvendiği ve sevdiği öğrencisine seve seve uzattı elini Yusuf Bey. Sevinç’i kız yurduna götürdüler o gün. Annesine de olanları anlattı, Sevinç’in nerede olduğunu söyledi Hakan. Artık kadında evi terk etmiş, adamı yalnızlığına bırakmıştı. O da ağabeyinin yanında kalacaktı.

    Günler günleri kovalıyordu. Sevinç yurda hayatında memnundu. Annesiyle de her gün görüşüyor, dayısına yük olmamak için oraya gitmiyordu. Hem de yurtta mutluydu. Kendini toparlaması hiç kolay değildi. Hakan’ın sımsıkı tuttuğu eli sayesinde yeniden ders çalışmaya başladı. Dershanede, okulda beraber çalışıyorlardı. Sınava çok az bir zaman kalmıştı.

    Hakan olup biten her şeyi Mehmet Bey ve Müyesser Hanım’la da paylaştı. Evlatlarına zarar gelmesinden korkup, Hakan’a biraz kışmışlar, biraz endişelenmişlerdi. Ama Hakan’a güvenleri sonsuzdu.

    Ve bir haziran sabahı caddeler kalabalık, sokaklar tıklım tıklımdı. Yollar araba kaynıyordu. Bir sınav sabahının ağırlığını taşıyordu hava…

    Hakan önce Sevinç’i sınava gireceği okula bıraktı. Sonra da kendi okuluna gitti. Kalplerinde sadece aynı üniversiteye gitmenin duası vardı. Hakan soruları Sevinç için, Sevinç de Hakan için çözdü. Her ikisi de ellerinden gelenin en iyisini yapmanın çabası içindeydiler.

    Ve bitiş…

    Kendilerine göre ikisinin de sınavı iyi geçmişti. Geleceğe dair umut vaat ediyordu.

    O yaz Hakan Bitlis’e gitmedi. Yurt açık olacağı için Yusuf Bey Hakan’ın kalmasını istemişti. O da babasından izin alıp bu teklifi seve seve kabul etti. Bir markette iş bulup çalışmaya başladı.

    Sevinç de annesiyle birlikte dayısında kalıyordu. Annesinin en çok istediği şey Sevinç’in okuması, sınavı kazanması, öğretmen olmasıydı. Kızının hiçbir zaman üzülmemesini istiyordu.

    Hakan ve Sevinç tercihleri beraber yaptılar. Aynı bölümleri yazmasalar da sırasıyla aynı üniversiteleri yazdılar. Ve tüm kalpleriyle Allah’a dua ettiler, kendilerini ayırmaması için.

    Günler aynı monotonluğunda geçerken bir sabah, sonuçların açıklandığı sabah, dünyalar Sevinç ve Hakan’ın olmuştu. Evet, Allah dualarına cevap vermiş, ikisini de Konya’ya göndermişti. Hakan sınıf öğretmenliği, Sevinç de matematik öğretmenliğini kazanmıştı. Bu kez kader onlardan yana olmuş, o gün güneş onlar için doğmuştu. Belki de kalplerindeki temizliğin, saflığın hediyesiydi bu. Belki de sabretmenin mükâfatıydı.

    Hakan ailesine, Mustafa öğretmenine, dostu Bekir’e haber veriyor, mutluluktan adeta uçuyordu. Hepsi çok sevindi. Bekir daha o günden başlamıştı şöyle yaparız böyle yaparız demeye… Konya onları bekliyordu.

    Sevinç de annesine sarılıyor, hiç gülmediği kadar gülüyordu. Dayısı da çok sevindi. Bir an durdu Sevinç. Aklına babası gelmişti. Keşke onun babası da diğer iyi babalar gibi olsaydı da şu mutlu günde hep beraber olsalardı.

    Zaman akıp gidiyordu…

    Ve bir gece Sevinç yengesinin çığlığına uyandı. Yan odadan, annesinin odasından geliyordu ses. Sevinç koştu odaya gitti. Yere yığıldı. Annesi odada yalnız değildi. Azrail tam odanın içinden yeni çıkıyordu. Annesi vakti gelmiş bir hastalığın bedeli gibi öylece yatıyordu.

    Sevinç’i soğuk cesedin üzerinden kimse kaldıramadı. Hiç kimsenin gücü buna yetecek kadar büyük değildi. Melekler ağladı, gökler ağladı, sevinç hepsinden çok ağladı.
    Gece ağladı…

    Gündüz oldu, Sevinç hala ağlıyordu. Hakan geldi Sevinç’in yanına. Avuçlarını kendi avuçlarına sardı.
    Yengesi aldı bir kenara götürdü. Yüzünü yıkattı. Sevinç bağırdı:

    Anne, neredesin annem!

    Sevinç’i duyanlar ağladı. Bağırdı… Neye, kime bilemedi, sadece bağırdı…

    Sevinç cenazede babasını gördü. Kirli omuzlarında annesinin tabutunu taşıyordu. Annesini çok üzmüştü. Ona göre annesi o adam yüzünden ölmüştü.

    Annesinin ölümünün kırkıncı günü doluyordu. Her türlü acıya katlanmıştı ama bu dayanılmaz bir acıydı.

    Okulların açılmasına iki gün kala Sevinç eşyalarını topladı. Hakan da iki hafta önce Bitlis’e gitmişti. Sevinç ile de Konya’da buluşacaklardı.

    Mehmet Bey ve eşi Hakanla gurur duyuyorlardı. Kardeşleri büyümüşler çok tatlı olmuşlardı. Hakan Sevinç’in annesinin vefatını söyleyince onlar da üzüldüler.

    Hakan köyün tadını çıkardı, bol bol dinlendi. Ağabeylerinin de işi iyi gittiği için maddi olarak rahatlamışlardı. Zaten yazın çalışmış, harçlığını kendi çıkarmıştı. Sevinç de aklından hiç çıkmıyor, her gün arayıp konuşuyordu.

    Sevinç cumartesi sabah dokuza biletini aldı. Bir daha da geri dönmek istemiyordu buralara. Ona kendini özletecek hiç kimse yoktu, dayısından başka…

    Erken kalktı o gün sevinç. Babasının yanına gitti. Adam sızmış uyuyordu. Onun görebileceği bir yere elindeki mektubu bıraktı. Evine son kez baktı, kapıyı çekip çıktı. Sonra annesinin mezarına gitti. Avuçladığı toprakları öptü, annesinin yerine. Bir kısmını yanına aldı.
    Ötelere sesini duyurmak ister gibi konuştu annesiyle. Yanağından düşen yaşlar toprakla buluştu sessizce.
    Eve geldi. Dayısına sarıldı, sonra yengesine. Çok şey borçluydu onlara. Dayısı gitmek istedi, Sevinç izin vermedi. Onu bir de peşinden sürükleyemezdi.

    Otobüsün hareketine yakın vedalaştılar. Tekrar kocaman sarıldı dayısına, kokusunu içine çekti. Otobüse bindi ve otobüs gözden kayboldu.

    Adam uyandığında masanın üzerindeki kâğıdı gördü. Bir anlam veremeden açtı ve okumaya başladı.

    “ Gözyaşlarımın bedelini bir gün ödeyeceksin. Daha küçük bir kız çocuğuyken yastığın altına başımı gömüp ağladığım günlerin bedelini. Ne kadar cahil kalmışsın. Beni de kendin gibi yapmak isteyişinin bedelini sen ödeyeceksin. Bana attığın dayakların, anneme ettiğin küfürlerin bedelini sen ödeyeceksin. Ben gidiyorum. Seni hiç düşünmeden, arkama bile bakmadan gidiyorum… “

    Adam öylece kaldı. Bir rakı şişesine baktı, bir de aynada kendi yüzüne. Ölen karısı geldi aklına. Kızının “baba” çığlıkları inlemeye başladı kulaklarında. Adam bardağına baktı ve şişeye. Utandı kendinden… İlk defa utandı…

    Sevinç’i Konya’da Hakan karşıladı. Yanında Bekir de vardı. Aslında ikisi de birbirlerini uzaktan tanıyorlardı ama hiç görüşmemişlerdi. Bekir Sevinç’e baş sağlığı diledi, Sevinç teşekkür etti. Sonra da onu yurda götürdüler. Yurtları zaten bitişikti. Sevinç de bursla okuyacaktı.

    Üniversitenin ilk günü beraber gittiler okula. Dimdik duruyorlardı hayata karşı.

    Ve yeni bir bahçe… Büyümüşlerdi galiba. Kara bulutlara da mavi olanlara da anlamı sadece kendilerinin yüklediği bir bahçe. Uzaklara açılan hayallerin içinde barındığı… Yeşile yeşilini sarıya sarısını onların verdikleri bir bahçe… Ölümü tabuttan çıkardıkları bir bahçe…

    Ve yeni bir bahçe… Bahar yağmurları yağan, korkusuz bir bahçe… Öyle bir bahçe ki yeni
    düşler yeşermiş çiçeklerin uçlarında, gelip kuşlar konmuş her bir dala.

    Yeni bir bahçe hayata açılan… Karşıdaki dağlara baktığında hiçbir bulutu göremediğin, yeni umutların yeşerdiği bir bahçe…

    Hakan ve Sevinç çok mutluydular bu bahçede. Okula gidiyorlar, boş vakitlerini beraber geçiriyor, kendilerini en iyi şekilde geliştirip bir an önce görev yapmak istiyorlardı. Hakan’ın yardım etmesi gereken ailesi vardı, Sevinç’in cahilliğin pençesinden kurtarması gereken öğrencileri olacaktı.

    Konya çok güzeldi. Öğrenciye hitap eden çeşitli merkezler, maneviyatıyla insanları kendine bağlayan bir havası vardı. Ve Hakan için tesadüflerin şehriydi Konya… Bugünlere gelmesinde çok büyük katkısı olan çok sevdiği Mustafa Bey Konyalıydı. Sonra Bekir oradaydı ve en önemlisi hayatına anlam kazandıran insan Sevinç yanındaydı.

    Ve yıllar geçiyordu…

    Eğlenceli bir üniversite hayatı yaşıyorlardı. Sevinç ilk yıl annesini kaybetmenin acısıyla yaşasa da ikinci yıl kendini onun yokluğuna alıştırmaya başladı. Ve yaşının getirdiği olgunlukla, yüzündeki hüznün dağılmasıyla güzelliğine güzellik katmış gibiydi. Yanağında beliren gamzeleri dikkat çekiyor, çoğu bakışları kendinde topluyordu.
    Sevinç tüm bu bakışlar arasında özellikle Murat’ın bakışlarından çok rahatsız oluyordu. Adeta gözleriyle hapsetmeye çalışıyordu. Siyasi bir gruba başkanlık etmesiyle bilinen Murat belalı bir insandı. Bu yüzden Sevinç Hakan’a bir şey söylemedi. Olayın büyüyebileceğini düşünüyordu.

    Bir gün Sevinç kütüphaneye çıkmış, Hakan’ın sınıfına gidiyordu. Murat birden karşısında belirdi ve kendisini dinlemesini söyledi. Sevinç ürperdi…

    — Ne söyleyeceksen çabuk söyle, gitmem lazım!

    - Seni, kim olduğunu ve o yanındaki çocuğun da kim olduğunu biliyorum. Hakan mıdır, nedir!

    - Biliyorsan bu anlamsız takıntı niye?

    - Seni çok seviyorum inan bana. Sen diğerlerinden çok farklısın. O çocuk sana göre değil.

    Murat sözlerine devam edecekti ki Sevinç:

    - Uzak dur bizden! Saçma sapan düşüncelerini de kendine sakla. Bir daha da karşıma çıkma, diyerek hışımla uzaklaştı.

    Murat’ın Hakan’a olan nefreti biraz da kendi düşüncelerine Hakan’ın karşı oluşundandı. Ona göre Sevinç gibi güzel, zeki bir kızın onunla işi olamazdı.

    Sevinç Hakan’ın yanına gitti. Biraz muhabbet ettikten sonra olanları anlatıp anlatmamakta kararsız kaldı.

    - Hayırdır, ne oldu? Bir şeyler söyleyecek gibisin Sevinç.

    - Anlatacağım ama hiçbir şey yapmayacaksın, tamam mı?

    - Söyle hadi, iyice meraklandırma beni.

    Sevinç uzun zamandır Murat’tan rahatsız olduğunu ve az önce yaşadıklarını sakin bir dille anlattı. Hakan’ı duyduğu şeyler çılgına çevirmiş, adeta kan beynine sıçramıştı. Hemen doğruldu kapıya yöneldi. Ağzından olmadık laflar çıkıyordu. Sevinç güç bela yakaladı kolundan, geriye çekti. Gitmesine izin vermedi.

    - Hakan, ne yapıyorsun sen? Söyledim ki bil istedim. Beni söylediğime pişman etme ne olur.

    - Nasıl düşünür, nasıl? Böyle bir şeyi sana nasıl söyler? Diyerek yerinde duramıyordu.

    Sevinç hiç alışık değildi Hakan’ın bu haline. Sınıftaki arkadaşları zor sakinleştirdiler onu. Sevinç de onlara sıkı sıkı tembih etti yalnız bırakmamaları için. Bir delilik yapabilirdi. Sevinç’e olan sevgisi aklına söz geçirebilirdi.

    Haftalar geçti aradan. Hakan Murat’ı her gördüğünde kendine zor hâkim oluyordu, yakasına yapışmamak için. Murat da dışarıdan vazgeçmiş gibi görünse de içten içe Hakan’a diş biliyordu. Üniversite gibi toplumsal bir ortamda sadece kendi borusunu öttürmeye çalışıyordu.

    Ders çıkışı Hakan, Sevinç ve arkadaşları kantine gittiler. Gülüşmeler eşliğinde sohbet ediyorlardı. Murat ve arkadaşları da hemen yan masaya oturdular. Bir anda ortamın havası değişti. Sanki bütün şeytanlar Murat’ın yanına toplanmıştı. Yüksek sesle konuşuyorlar, Hakan’ı tahrip etmeye çalışıyorlardı. Sevinç Hakan’ın kolundan tutmuş, sakin olmasını söylüyordu. Hakan oturduğu sandalyeyi arkaya itip:

    - Kapa çeneni, delirtme beni aptal herif! Dedi.

    Murat da kalkıp, küfretmeye başladı. Tam o anda Hakan’ın yumruğuyla yere yıkıldı. Kavga büyümeden arkadaşları Hakan’ı alıp uzaklaştırdı.

    Herkes biliyordu ki bu iş burada bitmeyecekti. Murat herkesin önünde rezil olmanın bedelini Hakan’a ödetmek isteyecekti.

    Ertesi akşam yurttan çıktı Hakan. Halı saha maçı vardı. Çok da kalabalık olmayan sokakta yürümeye başladı. Ve arkasında adım sesleri… Durdu, dönüp arkasına bakacaktı ki içine giren bıçağın soğukluğuyla karşılaştı. Yüreğinden ağzına gelen bir “ahhh!” sesi işitildi. Bunu yapan o çirkin yüzün Murat’a ait olduğunu bilmek hiç de zor değildi.
    Kaçtı, kayboldu Murat gecenin karanlığında. Hakan’ı uzaktan görenler koştu, geldi. Ambulans sesi şehrin gürültüsüne karıştı.

    Sevinç yurttaydı o dakikalarda. Yanık sesinden türkü dinletiyordu oda arkadaşlarına.

    Geceyi sana yazdım, sızımı sana…

    Tutundum, güzel sesine, tenine tutundum.

    Çaktım ateşi sesime, ateşi tenime

    Ay aydınlık sana yandım,

    Gülen yüzüne yandım

    Yanarım sana…

    Telefonu çaldı, Sevinç sustu. Telefonun ucundaki konuştu, Sevinç hastaneye koştu…
    Ameliyathanenin önünde bekleyen arkadaşlarını gördü. Olanları öğrendi, Murat’a kin kustu.
    Neyse ki Hakan ameliyat sonrası iyiydi. Dualara cevap vermişti Yaradan.

    Murat Hakan’ın öldüğünü sandı o gece. Ama sadece sandı… Zafer kazanmış komutan edasıyla içti içkisi. Bir, iki, üç… Bilmem kaç kadeh. Sonra arabasına bindi. Yan koltuktaki Azrail'in varlığını hiç hissetmeden, gaza bastıkça bastı.
    Ve uçtu. Bir daha hiç gelemeyeceği diyarlara yuvarlanıp gitti.
    Yapmak istediğine maruz kalmıştı. Sabah da bir gazetenin alt köşelerinde yer aldı ismi, kendine layık bir sıfatla.

    “Aynı akşam arkadaşını bıçaklayan zanlı, arabasıyla dereye uçtu. Alkol bir can daha aldı!”

    Onun ölümüne kini, nefreti, boyunduruğundan kurtulamadığı düşünceleri sebep olmuştu.

    Cenazesi memleketine gönderildi Murat’ın. Herkes çok üzülmüştü. Hakan da helal etti hakkını.
    Ve Murat da zamanla unutulup gitti. Üniversite de üçüncü yılları bitmişti. Hakan Sevinç’i Bitlis’e götürdü. Niyeti nişanı yapmaktı.
    Aile çok sevdi Sevinç’i. Sevinç de onları… Müyesser Hanımı kucaklarken annesine sarılır gibi sarılmış, ağzından sadece kendisini duyacağı bir sesle “anne” kelimesi çıkmıştı. Ve Mehmet Bey de tam bir babaydı. Evlatları için çalışan, onların iyiliği için çabalayan bir baba… Sonra Hakan’ın küçük kardeşleri… Hiç yaşamadığı abla duygusunu yaşatıyorlardı. Ve ağabey… Onun yanında da kardeş olmanın şımarıklığını yaşıyordu. Komşular da Sevinç’e “gelin hanım” diyorlardı. Sevinç de sadece gülüyordu.

    Küçük bir nişan yapıldı. Sevinç ilk defa bir çiftetellide ritme ayak uydurdu. Sanki yaşadığı her şeyi unutmuştu. Sanki burada doğmuş, burada yaşamıştı. Hakan'ın bıçaklandığından ise hiçbirinin haberi yoktu. Söylemeye de gerek duymadılar.

    Beraber tarlaya gittiler, çapa yaptılar... Güneşin doğuşunu Nemrut'tan beraber izlediler. Çocuk oldular, yeniden çocukluklarını yaşadılar. Yaz bitiminde ise oradan ayrılmak hiç kolay olmadı.

    Ve son sınıf okulda... Koşturmalarla, sınava hazırlanmakla geçen bir yıl. O yıl Mustafa Bey'i de ziyaret ettiler. Hakan Sevinç ile tanıştırdı ilkokul öğretmenini. Her iki tarafta çok memnun oldular.

    Bir pazar sabahı ikisinin de telefonuna bir mesaj geldi. Arkadaşları bir düğün salonunda düzenledikleri partiye çağırıyorlardı. Peki niye önceden haberleri olmamıştı, neyin partisiydi bu?
    Yurdun önünde buluşup beraber gittiler davet edildikleri salona. Kapı açıldığında gözlerine inanamamışlardı. Herkes oradaydı. Ve bir masa, bir de nikah memuru... kabinde de kendilerini bekleyen gelinlik ve damatlık... Arkadaşlarının mezuniyet hediyesi.

    Nikah memuruna ikisi de yürekten “evet” dedikten sonra herkese teşekkür ettiler. Sevinçleri, mutlulukları gözlerinden okunuyordu.
    Akşama kadar da herkes doyasıya eğlendi.
    Okulda yapılan mezuniyet töreninden sonra vedalaştıktan sonra Bitlis'e gittiler. Sınavdan sonra bir düğün de orada yaptılar. Artık Allah ayırana dek yan yana olacaklardı.

    Bir ay sonra da tercih sonuçları açıklandı. İkisi de Erzurum'a gidiyordu.
    Ağabeylerinin, babasının yardımıyla küçük, şirin bir ev kurdular. Okul ilçede olduğu için çok sıkıntıları da olmayacaktı.

    Ve bir pazartesi sabahıydı ki bir başka uyandı Sevinç. Yüzünde güller açıyordu. Koşar adım gitti okuluna. Ta bahçede karşılamalıydı öğrencilerini. İlk günden fethetmeliydi o minicik yürekleri. Cahillikle savaşmalı, öğrencilerini kaderleriyle baş başa bırakmamalıydı. Annelerin üzülmesine izin vermemeliydi. Ve insan yetiştirmeliydi. Geleceğin iyi anne ve babalarını yetiştirmeliydi. Daha yeşilken yaprakların düşmesine izin vermemeliydi.

    Hakan da erkenden kalktı o sabah. O da en şık takım elbisesini giyindi saçlarını özenle taradı, jöle sürdü. Sanki okula ilk gittiği günün heyecanını taşıyordu. Harun öğretmeni geldi aklına. Onun gibi bir öğretmen olmalıydı. Bulunduğu yerin hakkını vermeli, çok çalışmalıydı. Öğrencilerinin ellerinden tutup, kader çizgilerinde beraber yürümeliydi. Hedef olmalıydı ki ona koşulsun, güzel bir yürek taşımalıydı ki kucak açılsın.

    Okulda ilk gün, ikinci gün derken aradan yıllar geçti. Aşklarının saygısı ve değeri ilk gün ki gibi tazeydi. Ve o aşktan doğan bir erkek çocukları vardı.

    Hakan ailesine de yardım ediyor, kardeşlerinin iyi bir eğitim almasını sağlıyordu. Ve Mustafa Bey'i arıyor halini, hatırını soruyordu hala.
    İl çapında yaptığı projelerle isimlerini sık sık duyuruyorlardı. Öğrenciler için, geleceğe dair iyi bir şeyler için nerede yapılması gereken iş varsa onlar oradaydı.
    Şimdi onlar ; bir umut ki hiç solmayacak, bir özlem ki hiç bitmeyecek, bir rüzgar ki hiç dinmeyecek,bir sevda ki unutulmayacak...






































      Forum Saati Perş. Mart 28, 2024 6:10 pm