Hayata gözlerimi üç gün geç açmışım ve bu yüzden hem annemin hem kendimin ölümüne sebep oluyormuşum.
Babam işinde usta bir kaportacıydı ve eskiden işinde zirvedeymiş, ünü bütün otobüs firmalarının dillerindeymiş ama her esnafta olacağı gibi babamın da işleri ters gitmeye başlamış her ne kadar toparlamaya çalışsa da ablamın da düğünü eklenince masraf üstüne masraf olunca toparlanamamış ve sonunda iki dükkanımızı ve Aydın Didim’de ki yazlığımızı satmak zorunda kalmış… ve batmış. Batma nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte tahminim; babam çok temiz kalpli, ve etrafa karşı fazlasıyla toleranslı olması. Özelikle bir esnaf için çok zararlı bir tutum bu, adam vereceği parayı babamın bu yumuşak yüzü nedeniyle ileri tarihe atıyor da atıyor… Bize karşı bile böyleydi babam. Bayramlarda bize vermeden bütün mahallenin çocuklarına bayram harçlığı verir bize en son kalan bozuklukları verirdi. Annemden duyduklarıma göre sabahları işe en son giden babam olurmuş, üç ortak çalışmalarına rağmen her gün işe geç kalırmış birazda bu cüreti ustalığının diğerlerinde çok daha iyi olmasından alırmış. Ama bir yere kadar tabii… Battıktan sonra da ekmek parası demiş teklif gelen her şehre çalışmaya gitmiş. Otobüs firmalarına, köprü yapmaya, belediyelerinin demirli çalışmalarına ne için çağırdılarsa gitmiş yapmadığı iş kalmamış, gezmediği şehir kalmamış. Ankara’ da parmakla gösterilen ustayken bir anda tepeden düşüvermiş. Ama babam kibirsiz bir adam olduğu için bunu çok dert etmemiş. Ben doğduğumda babam adana’ daymış kardeşim doğduğunda da istanbul’ daymış mesela.
Annemle babamın gözleri baya iridir ve bütün kardeşlerimin gözleri de kahverengi ve iridir ve birbirlerine çok benzerler. Ama benim tam tersi gözlerim çekik ve simsiyahtır, bu yüzden bıkkınlık derecesine getirtilen “ Japon turistlerden çaldık seni” esprileriyle büyüdüm. Yüzüm bembeyaz, kocaman yanaklı, çekik simsiyah gözü, çok hareketli bir çocukmuşum. Biraz da farklı olmamın etkisiyle her nereye gidersek mutlaka beni kucaklarından indirmez ve çok severlermiş hatta sürekli nazar değiyor diye okutmadık hoca bırakmamışlar.
Biz altı kız bir erkek yedi kardeşiz. Ben en küçüğün bir büyüğüyüm. En büyüğümüzün adı Behiye. Uzun boylu, diğer kardeşlerim gibi iri gözlü, sarışın, beyaz tenli, sessiz,içine kapanık, utangaç ve kolay kolay herkese ısınmayan biridir. İki yılık pazarlamacılık okumuş ama bir yıl çalışmanın ardından evlendikten sonra ev hanımı olmuş. Ben dört yaşımdayken evlendiği için bu zamanları hayal meyal hatırlarım. Kendisi benden onbeş yaş büyüktür ve ben bebekken bana büyük ölçüde annelik yaptığı için sürekli “ben senin ikinci annenim” der. Onun küçüğü benden onüç yaş büyük abim Ahmet’ tir.uzun boylu, buğday tenli, oldukça yakışıklı ve çok zekidir. Orta ikide Türkiye ikinciliği vardır. Ama lisede arkadaş kurbanı olmuş ve ders çalışmayı bırak okula bile uğramaz olmş. Annemin o kadar direktiflerine rağmen kendi bildiğini okumuş ve serseri arkadaşlarına uymuş bu yüzden lisedeyken annemden dayak bile yemiş. Kendi de bunu kabul ediyor ama dediğine göre bunda babamında etkisi olmuş. Babam eskiden sürekli abimi sanayiye yardıma çağırırmış ve bu yüzden haftada üç dört gün dershaneye bile gidemezmiş. Sınavda ****** Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği’ni kazanmasına rağmen babamlar doğu diye göndermemişler sonra dershaneyi bırakmış ve hiç çalışmadan sosyolojiyi kazanmış ikinci sınıftan da terk etmiş ve kunduracılığa başlamış ama sonradan bir numaralı adamları olmuş şimdi öğretmen maaşıyla çalışıyor. Onun küçüğü şerife ablam benden onbir yaş büyüktür. Biraz daha topluca, siyah saçlı, siyah gözlü, diğer kardeşlerimden farklı olarak kalkık hokka burunlu, hakkını kimseye yedirtmeyen çok güçlü biridir. Bu abamda meslek lisesini tekstil bölümünü bitirdikten sonra o dönemler babamların batma olayları olduğu için üniversite okuyamamış ama o çok azimli ve hırslı çalıştı hep. Çeşitli tekstil işlerinde çalıştıktan sonra kendi işini açtı önce küçük bir atölyeyle başladı ve şimdilerde kocaman üç katlı bir bebe çeyiz atölyesi sahibi. Ama kariyer yapmak için o kadar çok sevmesine rağmen bir çocukla kaldı. Onun küçüğü Elmas ablam benden dokuz yaş büyüktür. Orta boylu, buğday tenli, hayata anneme babama hep bir isyan haline çok asi ve özgürlüğüne çok düşkün biridir. Küçükken hatırlarım da ellili yaşlarda Çalıkuşu Dergisi Editörlüğünü yapan bir şairin asistanlığını yapardı. Adamın adı Ziya ESKİL’ di. Bu adam geçmişte bazı siyasi olaylara adı karıştığı için annemle babamın o kadar üzerine gitmelerine rağmen hiç kulak asmazdı. Yine kendi bildiğini okurdu. Ziya beyle üniversitelere konferanslara, gezilere ve birçok kültürel faaliyetlere katılırdı. Çoğu zaman yazdığı şiirlerde bu dergide yayımlanırdı. Çok başına buyruktu ve hayatı doyasıya yaşamasını çok severdi. Arkadaşlarıyla tatile gider dört gün gelmezdi, o gelene kadar annemle babam birbirlerine girerlerdi artık. Köye giderken tırnaklarına oje sürer giderdi, dedemle takışır dururlardı artık. Galiba insanlara böyle meydan okuyordu. Küçükken de böyleymiş, köye giderlermiş çok derin yuvarlak kuyuların kenarlarına çıkar orda dolaşırmış. Ablamlar elmas bir gel bak diye dikkatini dağıtmadan kuyunun kenarından indirir sonra da bir güzel döverlermiş bir daha çıkma diye ve ertesi gün yine aynısını yaparmış. Abim babam gibi koyu milliyetçiydi ve bir keresinde ablam Ahmet Kaya’nın kasetini aldı diye abim döve döve hastanelik etmişti. Sonra da kaseti kırmasına rağmen ablam üç gün sonra o kaseti yine almıştı. Birçok özelliğimi bu ablama benzetirim ve çok iyi anlaşırız onla. Onun küçüğü Fatma ablam benden yedi yaş büyüktür. Uzun boylu, beyaz tenli, siyah saçlı, oldukça sessiz, ağzından ekmeği alsan sesi çıkmaz ve fazlasıyla cömerttir. Bu ablam Kuran kursuna gittiği için diğerleri gibi değil, günaha sevaba oldukça dikkat eder ve namazlarını kılardı. İktisat mezunudur ve şimdilerde Kırşehir’ de bir bankada memur, eşi de polistir. En küçüğüm ise benden iki yaş küçük Büşra’dır. Benim adım Damra, benle kardeşim Büşra’nın adını ablamlar koymuş.
Eskiden ultrason olmadığı için anneme doktorlar iki kalp sesi geliyor ya ikiz ya da erkek demişler. Buna göre ismimi bile ayarlamşlar: “ Seyithan”. Seyit dedemin isi Han’ı da ablamlar eklemiş. İkiz olursa diye de erkek Seyithan , kız olursa da Damra olsun demişler. Damra ismini Fatma ablam Kuran kursunda duymuş ve çok hoşuna gitmiş ve o istemiş bu ismin konulmasını. Peygamber Efendimizin süt kardeşinin adıymış. Hayatım boyunca benden başka kimsede duymadım bu ismi. İsmimi erkek ismi zannedenler bile oldu.
Babam biraz rahatına ve eğlencesine düşkün bir adamdır. Battıktan sonrao kadar zor günler geçirmelerine rağmen başka şehirlere gittiğinde azar azar para gönderiyormuş ve annem yedi çocukla birlikte tek başına geçim savaşı veriyormuş ki annem çok zengin bir aileden gelmesine rağmen bütün bunlara göğüs germiş. Dedem de çok zengin ve aynı zamnda çok cimri biri olduğu için yardımı pek dokunmamış, annem de bir yardım beklememiş hiç belki de bekledi ama gelmeyeceğini bildği için belli etmedi. Babam hep anlatır mesela İstanbul’ da ne gezmediği yer, ne kendi jenerasyonunda konserine gitmediği sanatçı varmış. İnsan bunları dününce içi cız ediyor aslında. Annem o karda zorluklarla pençeleşirken babam gününü gün etmiş. Gerçi haksızlık etmekte istemem onunda eğlenmeye hakkı var ama önceliğini sorumluluklarına vermek şartıyla! Tabi bu zor günleri ben bebekken atattığımız için şükür ki hiçbir şey hatırlamıyorum.
Bizim mahalle ortadan sokakla ikiye ayrılır. Biz sokağın bu tarafındayız. Sokağın karşı tarafındaki evler genelde eski, toprağa benzer malzemelerden yapılmış gibi bir görünümü olan, evlerden oluşuyor ve genelde bu evlerde oturanlar köyden çalışmaya yeni gelmiş çok çocuklu aileler oturur. Kocaları çalışmaya gitmiş bu kadınlar genelde çocuktan bezmiş durumdalardır. Çocukları sokğa salıverirler oh tamam akşama kadar aç mı başına bir şey mi geldi hiç umurlarında değildir. Haklarını da yememek lazım, çocukların hepsi cellat gibi yaramaz haşerat çocuklardır. Gerçi terbiyelerini verselerdi böyle olmazlardı tabii.. sokağın bu tarafında ise bizim ev tam ortada kalıyordu. Sağımızda üç apartman solumuzda üç apartman vardı. Bu evler ise karşı tarafın tam aksine; amir, memur ve fabrikatörlerden oluşuyor. Bunlardan çoğu çocuklarını özel okullarda ya da kolejlerde okutur. Sağ yanımızdaki apartman bir fabrikanın dört ortağından oluşmasına rağmen her ailenin en büyük çocukları koleje gönderilir diğerleri devlet okullarına gönderilirdi. Sol yanımızdaki apartmanın sahibi ise öğretmendir ve bu yüzden adı “Seher Hoca” diye anılır. Bütün çevreden de ok saygı gösterilirdi. Ben Seher Hoca’yı hiç görmedim ama oğluyla çocuklarını çok iyi tanırım. Beni çok severlerdi, her akşam gelir beni götürürlerdi. Oyuncaklar, çikolatalar, şekerler bir çocuğu cezbeden daha neler neler verirler benle oynarlardı. Ordayken zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım bile.
Bu ortadaki sokak bu mahallenin her anlamda sınır bölgesiydi. Hem sınıf, hem sosyal ilişki,hem de yol bakımından… Karşı sokağın okulu başka , bizim sokağın okulu başkaydı. Bizim sokaktakilerin günleri bile kendi aralarına olur, karşı tarafla selamlaşmazlardı bile. Bizim sokakla karşı sokaktan arkadaş olunmaz, genelde karşı sokak küçümsenir ve hor görülürdü. Kendilerine göre haklılık payları vardır bilemem ama ben hem kendi sokağımla , hem karşı sokakla hep ilişki içerisindeydim. Annemde öyleydi, diğereri gibi onları küçümsediğini hiç hatırlamam. Aksine onların köylerinden akrabaları onların telefonları olmadığı için bizim evi ararlar, biz de onları çağırır, bizim evde konuşurlardı. Her iki taraftan da yaşıtlarımla arkadaştım. Hatta kendi sokağımdaki arkadaşlarımı anneleri ders çalış diye hafta içi salmazlar, bende karşı sokğın çocuklarıyla oynardım daha çok. Genelde elleri vve yüzleri kirli olurlardı ama yürekleri tertemizdi. Ben bunu küçük olmama rağmen görebiliyordum. Bu yüzden bu çocukları seviyordum. Kötü olanları da vardı tabii ama benle kimse başa çıkamazdı ve bu yüzden bu kötü çocuklara da hep bir savaş halindeydim. Mesela birgün kardeşim bakkal g,tmek için o sokaktan geçiyormuş, bu haylaz çocuklar kardeşimi sıkıştırmış, kafasına vurmuşlar. Kardeşim eve geldi hüngür hüngür ağlıyor sorduk anlattı olanı biteni. Ben hemen çıkıp çocukları yakaladım. Üç kişi olmalarına rağmen kavgada üstüme yoktu. Televizyondaki dövüş sahnelerini aratmayacak hareketlerim vardı. Orda çocukları duman ettim bir daha da kardeşime bulaşamadılar.
Annem babamın aksine sorumluluklarını bilen, düzenli, tertipli, titiz bir kadındır. Hep bir tebessüm halindedir. Bembeyaz yüzünde kocaman kahverengi gözleriyle hayata hep umutla ve sevgiyle bakardı. Acımasız yıllar ne kadar elinden geleni yapmış olsa da onu yıldıramamış , hayat sevincini ve neşesini alamamıştır. Yaşı kırklarındayken bile yüzünde tek bir kırışıklık yoktu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi babamın arabaları da anneme karşı hep bir çekememezlik halindeydiler. Ama annem o düşman kadınlara bile saygı sevgiyle yaklaşırdı.
Küçükken çok hiperaktif bir çocuktum. Hergün ayrı bir macera yaşardım. Hiç unutmam beş yaşlarımdayken bir gün komşu çocuklarıyla şivliliğe çıkmıştık. Çok hoşuma gitmişti. Ondan sonra her gün elime bir poşet alıp çıkıp şivlilik topluyordum. Artık patik vereni mi ararsın, yumurta vereni mi? Yine de hiç boş çeviren olmazdı.
Bizim yandaki apartmanın altında küçük bir market vardı.biz o markete yazdırıyorduk. Hergün gider kafama göre birsürü çikolata, cips alırmışım.sonunda bakkal anneme şikayet etmiş. Annem de biz sana kağıda yazıp gönderdiğimiz zaman yaz, damra’ nın istediğini verme demiş. Sonra ben gittim markete adam vermiyor. Eve gittim anneme şikate etmeye başladım, annem kıs kıs gülüyor. Az çok bir şeylerin döndüğünü anlamıştım ama tam kestiremiyordum. Artık istekleri kağıda yazıp ben yolluyorlardı. Artık anlamıştım teni adet buydu galiba adam kağıdı görünce veriyordu. Birgün okuldan geen ablamın defterinden gizlice kocaman bi parça yırttım, kimseye yakalanmadan koşarak markete gittim. Bir tane çikolata dedim. Bakkal bir boş kağıda baktı, bir yüzüme baktı sonra başladı gülmeye. Anlam vermeden hala çikolatamın gelmesini bekliyordum. Elime bir gofret tutuşturup eve yolladı. Evde dalga konusu olmuştum. Annemler herkese bunu anlatıp gülüşüyorlardı. Artık kağıdı görünce vermediğini anlamıştım. İçindeki yazılar da önemliymiş. Beş yaşındaki bir çocuk için ilk yazı aşkı burada başladı. Elime geçen gazeteyi, ablalarımın defterlerinin önüne koyup harfleri, kelimeleri yazmaya başlamıştım. Hatta bu yüzden çok kez ablalarımın saldırısına uğramıştım. Okul aşkıyla yanıp tutuşmaya başlamıştım.
Komşumuzun çocuklarıyla her gün bir yaramazlık peşindeydik. Bir gün poşetleri değneklere sarıp yakar havada sallaya sallaya koşardık ki parmağımın üstündeki yara izi buradan kalmıştır. Her günümüz farklı bir olaydı. Yine bir gün Seher Hoca’ların bahçesindeki badem ağacından çağla toplamak için bahçe duvarındaydık. Ben çağlaların büyüsüne kapılıp başım yukarı doğru kalkık bir şekilde adım atmamla ne olduğunu anlamadan kendimi cuk diye yerde buldum.gerisini hatırlamıyorum. Bayılmışım annemler feryat figan hastaneye götürmüşler, alnıma dikiş atılmış.kendime geldiğimde hastane içindeydik ve sedye üzerinde bir çocukgidiyordu. Sedyenin arkasından kadın, adam ve birkaç çocuktan oluşan grup feryat içinde bağırarak ağlaşıyorlardı. Eve geldiğimde annem anlatmaya başladı o çocuk okulun bahçe duvarındayken bir arkadaşı itelemiş ve çocuk yere düşmüş. Beyin kanaması geçirmiş hastanede yapılan bütün müdahalelere rağmen çocuk ölmüş. Ama ben o sedye üzerinde çocuğun zayıf, sarı, soluk benizli yüzünü hala hatırlarım çekilmiş bir fotoğraf gibi aynı. Ya o sedyede ben olsaydım…
Hafta sonu toplandık, köye gittik. Dedem çok despot,takıntılı bir biçimde titiz, sinirli ve sert bir adamdır. Her yaptığı işin bir kuralı vardır. Ama bu patlamaya hazır volkan gibi duran adamdan hiç korkmamıştım. Gittim yanına oturdum. Bir anda dedem çocuk oluvermişti sanki. Beni gıdıklıyor, güldürmek için saçma sapan hareketler yapıyordu. Yerimde duramadığımı fark eden dedem beni kızdırıyorken bir gün:
´-“ Bak sen hiç yerinde durmuyorsun, seni bacaklarından sandalyeye çivileyelim mi?
- Hayır, o zaman bacaklarım kanar!
- Kanasın, bir şey olmaz.
- O zaman seni karakola götürür, pataklarlar “
Dedemden laflarıma gülmekten kıpkırmızı kesilmişti. Artık kanka olmuştuk nereye giderse beni de yanında götürüyor, pazra gideceğinde anneannemin siparişlerinden önce bana isteğimin olup olmadığını soruyordu. Ben hemen “muz” derdim yine beni kızdırır “tuz mu” diye anlamamazlıktan gelir yarım saat anlatmaya çalışmama katıla katıla gülerdi. “ sarı olur, tatlı olur, uzun olur” tarif edeceğim diye şekilden şekle girerdim.bu sakallı şeker adamın ileride hayatıma çok büyük etkileri olacağını o zamanlar nereden bilebilirdim ki…
Babamın bana çok ayrı bir düşkünlüğü vardı. Başka şehirden geldiğinde bensiz bir dakika geçirmezdi. Az çok hatırlıyorum İstanbul ’ dan geldiğinde altı ay boyunca beni sımsıkı kucaklayarak yatırdı. Bende onu çok severdim. İstanbul ‘dan gelirken bana kenarları kürklü deri bir ceket getirmişti, babam gittikten sonra günlerce üstümden çıkarmamıştım. Bana Antep fıstıklı lokumlar getirirdi eve gelirken. Üç yaşımdan beri babamla berberlerimiz aynıydı. Babamın yakın arkadaşı Berber Ahmet vardı. Babam her tıraş olmaya gideceğinde beni de yanına alır, o tıraşını olur bende saçımı Amerikan tıraşı kestirirdim. Evden çıkarken ablamlar sıkı sıkı tembihlerlerdi “ bak sakın başka bir şey kestirme ha Amerikan tıraşı unutma” diye. Sandalyeye oturur oturmaz “ Amerikan tıraşı olacak “ derdim artistçe. Bir gün yine babamla berbere gidiyorduk. Babam o gidişimizde beni tembihlemeye başladı:
-“Aman kızım senin kız olduğunu anlarlarsa saçını kesmez berber. Sorarlarsa adını Ali de tamam mı?
- Tamam “ dedim ama alamamıştım zaten hep gidiyorduk ki adam biliyordu adımı, yine de babamın dediğine uymalıydı. Berbere gittik babam tıraşını oldu, sonra ben oturdum sandalyeye. Aynadan gördüm babam berbere kaş göz yapıp kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Sonra berber bana:
- Adın ne senin?
- Ali … dememle ikisi birden kahkaha atmaya başladılar. Tamam tehlike yoktu yani. Ama o günden sonra adım Ali kaldı. Babam bütün arkadaşlarına da anlattığı için kim beni görse:
- “Ooo Ali ne haber yaa “ der gülerdi. Hiç bozuntuya vermez güler geçerdim beş yaşında ki bir çocuk için pek önemli değildi.
İlk bayan kuaförüne birinci sınıfta gitmiştim. O günü hiç unutmam… Okuma bayramımız vardı, yeni okumayı sökmüştük. Ben dişçiydim. Bayramdan önce annemle alışverişe çıktık, annemin eli sürekli elbiselere gidiyordu. Kızdım anneme ben giymem onu dedim. Ne kadar dil dökse de inat olduğumu ve dönmeyeceğimi bildiği için pes etti annem. Bir kırmızı tişört ve kot pantolon aldırttım. Elbise bana tersti ne de olsa. Sonra bayram günü annem tuttu elimden beni bayan kuaförüne götürdü. Kısa küt kestirip kabarttıktan sonra bir ton da pul boşalttı kafama. Ben alışık değildim böyle modellere, Berber Ahmet’ in nesi vardı niye geldik buraya dedim anneme kızgınca. Annem “kızım artık büyüdün sen ne yapacaksın erkek berberinde. Bak ne güzel oldun hanım hanım kız gibi” der demez başladım ağlamaya. Çok çirkin olmuştum, aptal kız ne kadar da çirkin kesmişti, üstüne bir de kabartıp her tarafına pul dökmüştü. Kendimi çok kötü hissediyor, elimden gelse okuma bayramından kaçmak istiyordum. Ben ağladıkça annem “ niye ağlıyorsun yavrum ne kadar güzel oldun” diyor, o öyle dedikçe ben daha fazla ağlıyordum. Sonunda kendi halime bıraktı beni. Baktım artık yapacak bir şeyim yok sustum. Kabullenmek lazımdı ben kızdım ve artık hep bu beceriksiz, aptal kızlara gelip kestirecektim saçımı… Okula gittik sonra, arkadaşlarımın yanıma gelip saçın çok güzel olmuş deleri biraz rahatlatmıştı beni. Sonra bir sandalyeye oturdum. Mahmut diye sürekli burnu akan, gıcık mı gıcık, üstüne üstlük bir de ukela bir çocuk vardı. Yanıma gelip orası benim yerimdi kalk yerimden diye çıkışmaya başladı. İnadım inat hayatta kaldıramazdı beni o sandalyeden ağzının payını verip oturduğum yerden kalkmadım. Çocuk annesine güveniyordu sınıf annesiydi ne de olsa. Sonra orda Mahmut ‘la kavgaya tutuştuk. Boyu benden kısaydı, ama çokta güçsüz değildi. Burnunu karıştırdığı eleriyle üstüme değmesin diye oldukça kendimi geri çekerek dövüşüyordum. Sonunda dayanamadı ağlamaya başladı. Kız gibi dedim çekildim kenara. Allah ‘ tan annesinin çok işi vardı da oğluyla uğraşacak vakti yoktu. Sonra sınıf annesi beni çağırdı. İspiyoncu, korkak Mahmut dedim içimden, neyse savunmam vardı ne de olsa kavgayı o başlatmıştı. Annem de yoktu ki yanımda. Beni bırakıp dişçi gömleği alacaktı yakındaki mağazadan. Gittim “aa bunu ne hal canım bu güzelliğe bu kıyafet hiç yakışmış mı ama? Olmaz böyle diyip bir yandan kıyafetlerimi çıkarıyor; bir yandan açık mavi, önünde kocaman cebi olan, altı kısa pileli bir elbise giydiriyordu. Bu kadınla nasıl başa çıkabilirim diye düşündüm, çarem yoktu baktım olmayacak ağlamaya başladım. Annemi zor atlatmışken nerden çıkmıştı bu kadın? Etrafta ki arkadaşların anneleri yanıma gelip ay ne kadar güzel oldun bak niye ağlıyorsun diye teselli veriyorlardı akıllarınca. Çok kızmıştım, bu sınıf annesinden nefret ediyordum! Dışarı çıktığımda çok güzel olmuşun diyen kızlar biraz olsun öfkemi bastırmıştı. Birazdan annemle ablamlar geldi. Annem “ annecim sana uygun bir gömlek bulamadık, bizde dayının oğlunun sünnet gömleğini aldık geldik” demez mi! Allah ‘ım neden bütün rezaletler beni buluyordu bugün. Yine başka bir çarem yoktu, yine ağlıyordum. Ablamların beni iltifatlara boğmasına bile aldırış etmiyordum. Bir de gömleğin kenarları afili filli, küpürlü olmaz mı? Dayım dediğim adam normalde annemin dayısıydı. Ama anneannem kardeşini emzirdiği için aynı zamanda annemin süt kardeşi ve bizim de süt dayımız oluyordu. Üniversitede doçentti ve villada oturuyorlardı. Oğlunun sünnet düğününü de çok şatafatlı bir şekilde yapmışlardı. Bu gömleğe şaşmamak lazımdı. Gösteri başladı, birazdan sıra bana geldi. Küpürlü sünnet gömleğimi giyip elimde kırmızı bir penseyle çıktım sahneye:
-“Dişçiliğim ileri
-Zenginler gelsin beri
-Canı acır demeden
-Çekerim çürükleri” son dizede penseyi açıp kapayarak biraz da görsellik kattım. Alkışları duyunca rahatlayarak perdenin arkasına geçtim. Herkesin görevi bittikten sonra hoca telaşla yanımıza gelip” daha zaman var çocuklar şimdi kim çıkıp sahnede şarkı söyleyecek?” dedi. Benle Ali diye subay çocuğu, artist bir çocuk parmak kaldırmıştı. Alışkındım şarkı söylemeye evde hep yaptığım şeydi. Ali’yle parçayı kararlaştırdık sahneye çıktık; ama ondan çok benim sesim çıkıyordu, çok pasif duruyordu.ellerimizde mikrofon başladık söylemeye:
-“Hepimiz kardeşiz, bu öfke ne diye oof
-Susmuyor silahlar, evlatlar nerede ooof
-Dağlar oy oy oy, yollar oy oy oy \2
-Dağlar oy oy oy, kardeş oy oy oy
-Bir ana ağlıyor, evladım nerede oof
-… “ o günlerin moda şarkısı buydu ve hergün evde söylüyordum bu şarkıyı zaten bir anda unutuvermiştim biraz ıı layıp kekeledikten sonra düşünmek için gözlerimi havaya kaldırmamla herkesten bir gülme başladı. Çok utandım hemen herkesi selamlayıp içeri içeri kaçtım. Alkış seslerini içeriden duyunca da ferahladım.
Henüz altı yaşıma bastığımda annem elimden tutup ablamın okuluna beni yazdırmaya götürmüştü. Müdür şişman, kel, asabi bir adamdı. Bir elinde nüfuz cüzdanımla bana ters ters bakıp çocuk daha altı yaşında alamam diye bizi geri yolladı. Annemin dil dökmesi kafi gelmedi. Başta üzülmüştüm sonra yarın bıkarsın okuldan ne yapacaksın boş ver deyince kuzenim, ferahladım biraz. Maceraya devamdı… büyüdükçe yaramazlıklarımda benimle birlikte büyüyordu. Kuzenlerim bizde kaldığında geceleri oynamaya diye sokağa çıkar, yapmadığımız şey kalmazdı. Bütün mahallenin zillerine basıp kaçar, komşuların bahçesindeki çiçekleri budar, arabalarını tekmeler alarmını çalıştırıp, pencere camlarına ufak taşlar atıp kaçardık. Çok eğlenceli olurdu.
İlk bisikleti öğrendiğim sıralardı. Bizim mahallede dernek başkanı görgüsüz, göbekli, sert bir adam vardı. Lüks arabası kapısının önünde dururdu hep. Birgün tam arabanın yanından geçerken bir anda dengemi kaybettim, bisiklet arabaya doğru eğildi ve duramadım. Araba boydan boya çizildi. Ne olduğunu anlayamadan bir anda arabanın alarmı çalmaya başladı, hemen bisikletime atladığım gibi hızlı hızlı çevirdim petalleri. Korkudan ağzım yüreğime gelmişti, eve nasıl gittiğimi bilemedim. Zil çaldığında aklım çıkıyordu gelip arabanın hesabını sorarsa diye. Bu dönemlerde bisiklet yüzünden başıma gelmeyen kalmamıştı. Bir kere köşeden dönerken bir arabayla çarpışmışım Allah’tan araba çok yavaş dönüyordu da ufak sıyrıklarla atlattım. Bir keresinde deyine dengemi kaybedip hızla çöpe çarpmış, bisikletin hoplamasıyla çöpün içine giriyordum. Hemen çöpün kenarlarına yapışmamla kendimi kurtarmıştım. Bir kere de bisikletle markette gidiyordum. Sol tarafta bir Çingene çocuk eskici arabasıyla geliyordu, yanından geçecektim. Çocuk bir anda yanındaki diğer üç çocuklarla konuşmaya arabasını sağa sağa sürmeye başladı. Yolun ortasına getirmişti resmen. Sağ taraftan da bir araba geliyordu yol iyice daralmıştı ve artık arabayla eskici arabasının ortasından geçme ihtimalim kalmamıştı. Arabanın korna çalmasına rağmen çocuk konuşmaya devam ediyordu son anda fark edip döndüğünde artık çok geçti çünkü ikisi arasında bi seçim yapmak zorundaydım ve araba olamayacağı için eskici arabasını seçtim. Eskici arabasındaki sac demirler haşırt diye parmak boğumlarıma geçti. Ama acıdan çok öfkeliydim ve çocuklara ağzıma geleni saydım. Pişkin pişkin “sen çarpıyon arabama” demez mi gel de kavga etme şimdi ama gerçekçi olmak lazımdı hem dört kişi hem de Çingenelerdi yani dayağı yiyen ben olurdum. O yüzden sadece laf saymakla yetindim. Bütün bunlara rağmen bisikletimi çok seviyordum ve artık ustalaşmıştım ki bir gün bisikletimin yerinde olmadığını fark ettim. Meğer abim bisikletimi çaldırmış. Çok üzülmüştüm, abime saldırdım. Yemin etti, ödeyecekti…
Okul hayatıma başladım. Günler burada çok hızı geçiyordu. Ders çalışmamayı ilk burada öğrendim. Dersi dinliyor ama eve verilen ödevlerimi ya yapmıyor, ya anneme
Babam işinde usta bir kaportacıydı ve eskiden işinde zirvedeymiş, ünü bütün otobüs firmalarının dillerindeymiş ama her esnafta olacağı gibi babamın da işleri ters gitmeye başlamış her ne kadar toparlamaya çalışsa da ablamın da düğünü eklenince masraf üstüne masraf olunca toparlanamamış ve sonunda iki dükkanımızı ve Aydın Didim’de ki yazlığımızı satmak zorunda kalmış… ve batmış. Batma nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte tahminim; babam çok temiz kalpli, ve etrafa karşı fazlasıyla toleranslı olması. Özelikle bir esnaf için çok zararlı bir tutum bu, adam vereceği parayı babamın bu yumuşak yüzü nedeniyle ileri tarihe atıyor da atıyor… Bize karşı bile böyleydi babam. Bayramlarda bize vermeden bütün mahallenin çocuklarına bayram harçlığı verir bize en son kalan bozuklukları verirdi. Annemden duyduklarıma göre sabahları işe en son giden babam olurmuş, üç ortak çalışmalarına rağmen her gün işe geç kalırmış birazda bu cüreti ustalığının diğerlerinde çok daha iyi olmasından alırmış. Ama bir yere kadar tabii… Battıktan sonra da ekmek parası demiş teklif gelen her şehre çalışmaya gitmiş. Otobüs firmalarına, köprü yapmaya, belediyelerinin demirli çalışmalarına ne için çağırdılarsa gitmiş yapmadığı iş kalmamış, gezmediği şehir kalmamış. Ankara’ da parmakla gösterilen ustayken bir anda tepeden düşüvermiş. Ama babam kibirsiz bir adam olduğu için bunu çok dert etmemiş. Ben doğduğumda babam adana’ daymış kardeşim doğduğunda da istanbul’ daymış mesela.
Annemle babamın gözleri baya iridir ve bütün kardeşlerimin gözleri de kahverengi ve iridir ve birbirlerine çok benzerler. Ama benim tam tersi gözlerim çekik ve simsiyahtır, bu yüzden bıkkınlık derecesine getirtilen “ Japon turistlerden çaldık seni” esprileriyle büyüdüm. Yüzüm bembeyaz, kocaman yanaklı, çekik simsiyah gözü, çok hareketli bir çocukmuşum. Biraz da farklı olmamın etkisiyle her nereye gidersek mutlaka beni kucaklarından indirmez ve çok severlermiş hatta sürekli nazar değiyor diye okutmadık hoca bırakmamışlar.
Biz altı kız bir erkek yedi kardeşiz. Ben en küçüğün bir büyüğüyüm. En büyüğümüzün adı Behiye. Uzun boylu, diğer kardeşlerim gibi iri gözlü, sarışın, beyaz tenli, sessiz,içine kapanık, utangaç ve kolay kolay herkese ısınmayan biridir. İki yılık pazarlamacılık okumuş ama bir yıl çalışmanın ardından evlendikten sonra ev hanımı olmuş. Ben dört yaşımdayken evlendiği için bu zamanları hayal meyal hatırlarım. Kendisi benden onbeş yaş büyüktür ve ben bebekken bana büyük ölçüde annelik yaptığı için sürekli “ben senin ikinci annenim” der. Onun küçüğü benden onüç yaş büyük abim Ahmet’ tir.uzun boylu, buğday tenli, oldukça yakışıklı ve çok zekidir. Orta ikide Türkiye ikinciliği vardır. Ama lisede arkadaş kurbanı olmuş ve ders çalışmayı bırak okula bile uğramaz olmş. Annemin o kadar direktiflerine rağmen kendi bildiğini okumuş ve serseri arkadaşlarına uymuş bu yüzden lisedeyken annemden dayak bile yemiş. Kendi de bunu kabul ediyor ama dediğine göre bunda babamında etkisi olmuş. Babam eskiden sürekli abimi sanayiye yardıma çağırırmış ve bu yüzden haftada üç dört gün dershaneye bile gidemezmiş. Sınavda ****** Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği’ni kazanmasına rağmen babamlar doğu diye göndermemişler sonra dershaneyi bırakmış ve hiç çalışmadan sosyolojiyi kazanmış ikinci sınıftan da terk etmiş ve kunduracılığa başlamış ama sonradan bir numaralı adamları olmuş şimdi öğretmen maaşıyla çalışıyor. Onun küçüğü şerife ablam benden onbir yaş büyüktür. Biraz daha topluca, siyah saçlı, siyah gözlü, diğer kardeşlerimden farklı olarak kalkık hokka burunlu, hakkını kimseye yedirtmeyen çok güçlü biridir. Bu abamda meslek lisesini tekstil bölümünü bitirdikten sonra o dönemler babamların batma olayları olduğu için üniversite okuyamamış ama o çok azimli ve hırslı çalıştı hep. Çeşitli tekstil işlerinde çalıştıktan sonra kendi işini açtı önce küçük bir atölyeyle başladı ve şimdilerde kocaman üç katlı bir bebe çeyiz atölyesi sahibi. Ama kariyer yapmak için o kadar çok sevmesine rağmen bir çocukla kaldı. Onun küçüğü Elmas ablam benden dokuz yaş büyüktür. Orta boylu, buğday tenli, hayata anneme babama hep bir isyan haline çok asi ve özgürlüğüne çok düşkün biridir. Küçükken hatırlarım da ellili yaşlarda Çalıkuşu Dergisi Editörlüğünü yapan bir şairin asistanlığını yapardı. Adamın adı Ziya ESKİL’ di. Bu adam geçmişte bazı siyasi olaylara adı karıştığı için annemle babamın o kadar üzerine gitmelerine rağmen hiç kulak asmazdı. Yine kendi bildiğini okurdu. Ziya beyle üniversitelere konferanslara, gezilere ve birçok kültürel faaliyetlere katılırdı. Çoğu zaman yazdığı şiirlerde bu dergide yayımlanırdı. Çok başına buyruktu ve hayatı doyasıya yaşamasını çok severdi. Arkadaşlarıyla tatile gider dört gün gelmezdi, o gelene kadar annemle babam birbirlerine girerlerdi artık. Köye giderken tırnaklarına oje sürer giderdi, dedemle takışır dururlardı artık. Galiba insanlara böyle meydan okuyordu. Küçükken de böyleymiş, köye giderlermiş çok derin yuvarlak kuyuların kenarlarına çıkar orda dolaşırmış. Ablamlar elmas bir gel bak diye dikkatini dağıtmadan kuyunun kenarından indirir sonra da bir güzel döverlermiş bir daha çıkma diye ve ertesi gün yine aynısını yaparmış. Abim babam gibi koyu milliyetçiydi ve bir keresinde ablam Ahmet Kaya’nın kasetini aldı diye abim döve döve hastanelik etmişti. Sonra da kaseti kırmasına rağmen ablam üç gün sonra o kaseti yine almıştı. Birçok özelliğimi bu ablama benzetirim ve çok iyi anlaşırız onla. Onun küçüğü Fatma ablam benden yedi yaş büyüktür. Uzun boylu, beyaz tenli, siyah saçlı, oldukça sessiz, ağzından ekmeği alsan sesi çıkmaz ve fazlasıyla cömerttir. Bu ablam Kuran kursuna gittiği için diğerleri gibi değil, günaha sevaba oldukça dikkat eder ve namazlarını kılardı. İktisat mezunudur ve şimdilerde Kırşehir’ de bir bankada memur, eşi de polistir. En küçüğüm ise benden iki yaş küçük Büşra’dır. Benim adım Damra, benle kardeşim Büşra’nın adını ablamlar koymuş.
Eskiden ultrason olmadığı için anneme doktorlar iki kalp sesi geliyor ya ikiz ya da erkek demişler. Buna göre ismimi bile ayarlamşlar: “ Seyithan”. Seyit dedemin isi Han’ı da ablamlar eklemiş. İkiz olursa diye de erkek Seyithan , kız olursa da Damra olsun demişler. Damra ismini Fatma ablam Kuran kursunda duymuş ve çok hoşuna gitmiş ve o istemiş bu ismin konulmasını. Peygamber Efendimizin süt kardeşinin adıymış. Hayatım boyunca benden başka kimsede duymadım bu ismi. İsmimi erkek ismi zannedenler bile oldu.
Babam biraz rahatına ve eğlencesine düşkün bir adamdır. Battıktan sonrao kadar zor günler geçirmelerine rağmen başka şehirlere gittiğinde azar azar para gönderiyormuş ve annem yedi çocukla birlikte tek başına geçim savaşı veriyormuş ki annem çok zengin bir aileden gelmesine rağmen bütün bunlara göğüs germiş. Dedem de çok zengin ve aynı zamnda çok cimri biri olduğu için yardımı pek dokunmamış, annem de bir yardım beklememiş hiç belki de bekledi ama gelmeyeceğini bildği için belli etmedi. Babam hep anlatır mesela İstanbul’ da ne gezmediği yer, ne kendi jenerasyonunda konserine gitmediği sanatçı varmış. İnsan bunları dününce içi cız ediyor aslında. Annem o karda zorluklarla pençeleşirken babam gününü gün etmiş. Gerçi haksızlık etmekte istemem onunda eğlenmeye hakkı var ama önceliğini sorumluluklarına vermek şartıyla! Tabi bu zor günleri ben bebekken atattığımız için şükür ki hiçbir şey hatırlamıyorum.
Bizim mahalle ortadan sokakla ikiye ayrılır. Biz sokağın bu tarafındayız. Sokağın karşı tarafındaki evler genelde eski, toprağa benzer malzemelerden yapılmış gibi bir görünümü olan, evlerden oluşuyor ve genelde bu evlerde oturanlar köyden çalışmaya yeni gelmiş çok çocuklu aileler oturur. Kocaları çalışmaya gitmiş bu kadınlar genelde çocuktan bezmiş durumdalardır. Çocukları sokğa salıverirler oh tamam akşama kadar aç mı başına bir şey mi geldi hiç umurlarında değildir. Haklarını da yememek lazım, çocukların hepsi cellat gibi yaramaz haşerat çocuklardır. Gerçi terbiyelerini verselerdi böyle olmazlardı tabii.. sokağın bu tarafında ise bizim ev tam ortada kalıyordu. Sağımızda üç apartman solumuzda üç apartman vardı. Bu evler ise karşı tarafın tam aksine; amir, memur ve fabrikatörlerden oluşuyor. Bunlardan çoğu çocuklarını özel okullarda ya da kolejlerde okutur. Sağ yanımızdaki apartman bir fabrikanın dört ortağından oluşmasına rağmen her ailenin en büyük çocukları koleje gönderilir diğerleri devlet okullarına gönderilirdi. Sol yanımızdaki apartmanın sahibi ise öğretmendir ve bu yüzden adı “Seher Hoca” diye anılır. Bütün çevreden de ok saygı gösterilirdi. Ben Seher Hoca’yı hiç görmedim ama oğluyla çocuklarını çok iyi tanırım. Beni çok severlerdi, her akşam gelir beni götürürlerdi. Oyuncaklar, çikolatalar, şekerler bir çocuğu cezbeden daha neler neler verirler benle oynarlardı. Ordayken zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım bile.
Bu ortadaki sokak bu mahallenin her anlamda sınır bölgesiydi. Hem sınıf, hem sosyal ilişki,hem de yol bakımından… Karşı sokağın okulu başka , bizim sokağın okulu başkaydı. Bizim sokaktakilerin günleri bile kendi aralarına olur, karşı tarafla selamlaşmazlardı bile. Bizim sokakla karşı sokaktan arkadaş olunmaz, genelde karşı sokak küçümsenir ve hor görülürdü. Kendilerine göre haklılık payları vardır bilemem ama ben hem kendi sokağımla , hem karşı sokakla hep ilişki içerisindeydim. Annemde öyleydi, diğereri gibi onları küçümsediğini hiç hatırlamam. Aksine onların köylerinden akrabaları onların telefonları olmadığı için bizim evi ararlar, biz de onları çağırır, bizim evde konuşurlardı. Her iki taraftan da yaşıtlarımla arkadaştım. Hatta kendi sokağımdaki arkadaşlarımı anneleri ders çalış diye hafta içi salmazlar, bende karşı sokğın çocuklarıyla oynardım daha çok. Genelde elleri vve yüzleri kirli olurlardı ama yürekleri tertemizdi. Ben bunu küçük olmama rağmen görebiliyordum. Bu yüzden bu çocukları seviyordum. Kötü olanları da vardı tabii ama benle kimse başa çıkamazdı ve bu yüzden bu kötü çocuklara da hep bir savaş halindeydim. Mesela birgün kardeşim bakkal g,tmek için o sokaktan geçiyormuş, bu haylaz çocuklar kardeşimi sıkıştırmış, kafasına vurmuşlar. Kardeşim eve geldi hüngür hüngür ağlıyor sorduk anlattı olanı biteni. Ben hemen çıkıp çocukları yakaladım. Üç kişi olmalarına rağmen kavgada üstüme yoktu. Televizyondaki dövüş sahnelerini aratmayacak hareketlerim vardı. Orda çocukları duman ettim bir daha da kardeşime bulaşamadılar.
Annem babamın aksine sorumluluklarını bilen, düzenli, tertipli, titiz bir kadındır. Hep bir tebessüm halindedir. Bembeyaz yüzünde kocaman kahverengi gözleriyle hayata hep umutla ve sevgiyle bakardı. Acımasız yıllar ne kadar elinden geleni yapmış olsa da onu yıldıramamış , hayat sevincini ve neşesini alamamıştır. Yaşı kırklarındayken bile yüzünde tek bir kırışıklık yoktu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi babamın arabaları da anneme karşı hep bir çekememezlik halindeydiler. Ama annem o düşman kadınlara bile saygı sevgiyle yaklaşırdı.
Küçükken çok hiperaktif bir çocuktum. Hergün ayrı bir macera yaşardım. Hiç unutmam beş yaşlarımdayken bir gün komşu çocuklarıyla şivliliğe çıkmıştık. Çok hoşuma gitmişti. Ondan sonra her gün elime bir poşet alıp çıkıp şivlilik topluyordum. Artık patik vereni mi ararsın, yumurta vereni mi? Yine de hiç boş çeviren olmazdı.
Bizim yandaki apartmanın altında küçük bir market vardı.biz o markete yazdırıyorduk. Hergün gider kafama göre birsürü çikolata, cips alırmışım.sonunda bakkal anneme şikayet etmiş. Annem de biz sana kağıda yazıp gönderdiğimiz zaman yaz, damra’ nın istediğini verme demiş. Sonra ben gittim markete adam vermiyor. Eve gittim anneme şikate etmeye başladım, annem kıs kıs gülüyor. Az çok bir şeylerin döndüğünü anlamıştım ama tam kestiremiyordum. Artık istekleri kağıda yazıp ben yolluyorlardı. Artık anlamıştım teni adet buydu galiba adam kağıdı görünce veriyordu. Birgün okuldan geen ablamın defterinden gizlice kocaman bi parça yırttım, kimseye yakalanmadan koşarak markete gittim. Bir tane çikolata dedim. Bakkal bir boş kağıda baktı, bir yüzüme baktı sonra başladı gülmeye. Anlam vermeden hala çikolatamın gelmesini bekliyordum. Elime bir gofret tutuşturup eve yolladı. Evde dalga konusu olmuştum. Annemler herkese bunu anlatıp gülüşüyorlardı. Artık kağıdı görünce vermediğini anlamıştım. İçindeki yazılar da önemliymiş. Beş yaşındaki bir çocuk için ilk yazı aşkı burada başladı. Elime geçen gazeteyi, ablalarımın defterlerinin önüne koyup harfleri, kelimeleri yazmaya başlamıştım. Hatta bu yüzden çok kez ablalarımın saldırısına uğramıştım. Okul aşkıyla yanıp tutuşmaya başlamıştım.
Komşumuzun çocuklarıyla her gün bir yaramazlık peşindeydik. Bir gün poşetleri değneklere sarıp yakar havada sallaya sallaya koşardık ki parmağımın üstündeki yara izi buradan kalmıştır. Her günümüz farklı bir olaydı. Yine bir gün Seher Hoca’ların bahçesindeki badem ağacından çağla toplamak için bahçe duvarındaydık. Ben çağlaların büyüsüne kapılıp başım yukarı doğru kalkık bir şekilde adım atmamla ne olduğunu anlamadan kendimi cuk diye yerde buldum.gerisini hatırlamıyorum. Bayılmışım annemler feryat figan hastaneye götürmüşler, alnıma dikiş atılmış.kendime geldiğimde hastane içindeydik ve sedye üzerinde bir çocukgidiyordu. Sedyenin arkasından kadın, adam ve birkaç çocuktan oluşan grup feryat içinde bağırarak ağlaşıyorlardı. Eve geldiğimde annem anlatmaya başladı o çocuk okulun bahçe duvarındayken bir arkadaşı itelemiş ve çocuk yere düşmüş. Beyin kanaması geçirmiş hastanede yapılan bütün müdahalelere rağmen çocuk ölmüş. Ama ben o sedye üzerinde çocuğun zayıf, sarı, soluk benizli yüzünü hala hatırlarım çekilmiş bir fotoğraf gibi aynı. Ya o sedyede ben olsaydım…
Hafta sonu toplandık, köye gittik. Dedem çok despot,takıntılı bir biçimde titiz, sinirli ve sert bir adamdır. Her yaptığı işin bir kuralı vardır. Ama bu patlamaya hazır volkan gibi duran adamdan hiç korkmamıştım. Gittim yanına oturdum. Bir anda dedem çocuk oluvermişti sanki. Beni gıdıklıyor, güldürmek için saçma sapan hareketler yapıyordu. Yerimde duramadığımı fark eden dedem beni kızdırıyorken bir gün:
´-“ Bak sen hiç yerinde durmuyorsun, seni bacaklarından sandalyeye çivileyelim mi?
- Hayır, o zaman bacaklarım kanar!
- Kanasın, bir şey olmaz.
- O zaman seni karakola götürür, pataklarlar “
Dedemden laflarıma gülmekten kıpkırmızı kesilmişti. Artık kanka olmuştuk nereye giderse beni de yanında götürüyor, pazra gideceğinde anneannemin siparişlerinden önce bana isteğimin olup olmadığını soruyordu. Ben hemen “muz” derdim yine beni kızdırır “tuz mu” diye anlamamazlıktan gelir yarım saat anlatmaya çalışmama katıla katıla gülerdi. “ sarı olur, tatlı olur, uzun olur” tarif edeceğim diye şekilden şekle girerdim.bu sakallı şeker adamın ileride hayatıma çok büyük etkileri olacağını o zamanlar nereden bilebilirdim ki…
Babamın bana çok ayrı bir düşkünlüğü vardı. Başka şehirden geldiğinde bensiz bir dakika geçirmezdi. Az çok hatırlıyorum İstanbul ’ dan geldiğinde altı ay boyunca beni sımsıkı kucaklayarak yatırdı. Bende onu çok severdim. İstanbul ‘dan gelirken bana kenarları kürklü deri bir ceket getirmişti, babam gittikten sonra günlerce üstümden çıkarmamıştım. Bana Antep fıstıklı lokumlar getirirdi eve gelirken. Üç yaşımdan beri babamla berberlerimiz aynıydı. Babamın yakın arkadaşı Berber Ahmet vardı. Babam her tıraş olmaya gideceğinde beni de yanına alır, o tıraşını olur bende saçımı Amerikan tıraşı kestirirdim. Evden çıkarken ablamlar sıkı sıkı tembihlerlerdi “ bak sakın başka bir şey kestirme ha Amerikan tıraşı unutma” diye. Sandalyeye oturur oturmaz “ Amerikan tıraşı olacak “ derdim artistçe. Bir gün yine babamla berbere gidiyorduk. Babam o gidişimizde beni tembihlemeye başladı:
-“Aman kızım senin kız olduğunu anlarlarsa saçını kesmez berber. Sorarlarsa adını Ali de tamam mı?
- Tamam “ dedim ama alamamıştım zaten hep gidiyorduk ki adam biliyordu adımı, yine de babamın dediğine uymalıydı. Berbere gittik babam tıraşını oldu, sonra ben oturdum sandalyeye. Aynadan gördüm babam berbere kaş göz yapıp kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Sonra berber bana:
- Adın ne senin?
- Ali … dememle ikisi birden kahkaha atmaya başladılar. Tamam tehlike yoktu yani. Ama o günden sonra adım Ali kaldı. Babam bütün arkadaşlarına da anlattığı için kim beni görse:
- “Ooo Ali ne haber yaa “ der gülerdi. Hiç bozuntuya vermez güler geçerdim beş yaşında ki bir çocuk için pek önemli değildi.
İlk bayan kuaförüne birinci sınıfta gitmiştim. O günü hiç unutmam… Okuma bayramımız vardı, yeni okumayı sökmüştük. Ben dişçiydim. Bayramdan önce annemle alışverişe çıktık, annemin eli sürekli elbiselere gidiyordu. Kızdım anneme ben giymem onu dedim. Ne kadar dil dökse de inat olduğumu ve dönmeyeceğimi bildiği için pes etti annem. Bir kırmızı tişört ve kot pantolon aldırttım. Elbise bana tersti ne de olsa. Sonra bayram günü annem tuttu elimden beni bayan kuaförüne götürdü. Kısa küt kestirip kabarttıktan sonra bir ton da pul boşalttı kafama. Ben alışık değildim böyle modellere, Berber Ahmet’ in nesi vardı niye geldik buraya dedim anneme kızgınca. Annem “kızım artık büyüdün sen ne yapacaksın erkek berberinde. Bak ne güzel oldun hanım hanım kız gibi” der demez başladım ağlamaya. Çok çirkin olmuştum, aptal kız ne kadar da çirkin kesmişti, üstüne bir de kabartıp her tarafına pul dökmüştü. Kendimi çok kötü hissediyor, elimden gelse okuma bayramından kaçmak istiyordum. Ben ağladıkça annem “ niye ağlıyorsun yavrum ne kadar güzel oldun” diyor, o öyle dedikçe ben daha fazla ağlıyordum. Sonunda kendi halime bıraktı beni. Baktım artık yapacak bir şeyim yok sustum. Kabullenmek lazımdı ben kızdım ve artık hep bu beceriksiz, aptal kızlara gelip kestirecektim saçımı… Okula gittik sonra, arkadaşlarımın yanıma gelip saçın çok güzel olmuş deleri biraz rahatlatmıştı beni. Sonra bir sandalyeye oturdum. Mahmut diye sürekli burnu akan, gıcık mı gıcık, üstüne üstlük bir de ukela bir çocuk vardı. Yanıma gelip orası benim yerimdi kalk yerimden diye çıkışmaya başladı. İnadım inat hayatta kaldıramazdı beni o sandalyeden ağzının payını verip oturduğum yerden kalkmadım. Çocuk annesine güveniyordu sınıf annesiydi ne de olsa. Sonra orda Mahmut ‘la kavgaya tutuştuk. Boyu benden kısaydı, ama çokta güçsüz değildi. Burnunu karıştırdığı eleriyle üstüme değmesin diye oldukça kendimi geri çekerek dövüşüyordum. Sonunda dayanamadı ağlamaya başladı. Kız gibi dedim çekildim kenara. Allah ‘ tan annesinin çok işi vardı da oğluyla uğraşacak vakti yoktu. Sonra sınıf annesi beni çağırdı. İspiyoncu, korkak Mahmut dedim içimden, neyse savunmam vardı ne de olsa kavgayı o başlatmıştı. Annem de yoktu ki yanımda. Beni bırakıp dişçi gömleği alacaktı yakındaki mağazadan. Gittim “aa bunu ne hal canım bu güzelliğe bu kıyafet hiç yakışmış mı ama? Olmaz böyle diyip bir yandan kıyafetlerimi çıkarıyor; bir yandan açık mavi, önünde kocaman cebi olan, altı kısa pileli bir elbise giydiriyordu. Bu kadınla nasıl başa çıkabilirim diye düşündüm, çarem yoktu baktım olmayacak ağlamaya başladım. Annemi zor atlatmışken nerden çıkmıştı bu kadın? Etrafta ki arkadaşların anneleri yanıma gelip ay ne kadar güzel oldun bak niye ağlıyorsun diye teselli veriyorlardı akıllarınca. Çok kızmıştım, bu sınıf annesinden nefret ediyordum! Dışarı çıktığımda çok güzel olmuşun diyen kızlar biraz olsun öfkemi bastırmıştı. Birazdan annemle ablamlar geldi. Annem “ annecim sana uygun bir gömlek bulamadık, bizde dayının oğlunun sünnet gömleğini aldık geldik” demez mi! Allah ‘ım neden bütün rezaletler beni buluyordu bugün. Yine başka bir çarem yoktu, yine ağlıyordum. Ablamların beni iltifatlara boğmasına bile aldırış etmiyordum. Bir de gömleğin kenarları afili filli, küpürlü olmaz mı? Dayım dediğim adam normalde annemin dayısıydı. Ama anneannem kardeşini emzirdiği için aynı zamanda annemin süt kardeşi ve bizim de süt dayımız oluyordu. Üniversitede doçentti ve villada oturuyorlardı. Oğlunun sünnet düğününü de çok şatafatlı bir şekilde yapmışlardı. Bu gömleğe şaşmamak lazımdı. Gösteri başladı, birazdan sıra bana geldi. Küpürlü sünnet gömleğimi giyip elimde kırmızı bir penseyle çıktım sahneye:
-“Dişçiliğim ileri
-Zenginler gelsin beri
-Canı acır demeden
-Çekerim çürükleri” son dizede penseyi açıp kapayarak biraz da görsellik kattım. Alkışları duyunca rahatlayarak perdenin arkasına geçtim. Herkesin görevi bittikten sonra hoca telaşla yanımıza gelip” daha zaman var çocuklar şimdi kim çıkıp sahnede şarkı söyleyecek?” dedi. Benle Ali diye subay çocuğu, artist bir çocuk parmak kaldırmıştı. Alışkındım şarkı söylemeye evde hep yaptığım şeydi. Ali’yle parçayı kararlaştırdık sahneye çıktık; ama ondan çok benim sesim çıkıyordu, çok pasif duruyordu.ellerimizde mikrofon başladık söylemeye:
-“Hepimiz kardeşiz, bu öfke ne diye oof
-Susmuyor silahlar, evlatlar nerede ooof
-Dağlar oy oy oy, yollar oy oy oy \2
-Dağlar oy oy oy, kardeş oy oy oy
-Bir ana ağlıyor, evladım nerede oof
-… “ o günlerin moda şarkısı buydu ve hergün evde söylüyordum bu şarkıyı zaten bir anda unutuvermiştim biraz ıı layıp kekeledikten sonra düşünmek için gözlerimi havaya kaldırmamla herkesten bir gülme başladı. Çok utandım hemen herkesi selamlayıp içeri içeri kaçtım. Alkış seslerini içeriden duyunca da ferahladım.
Henüz altı yaşıma bastığımda annem elimden tutup ablamın okuluna beni yazdırmaya götürmüştü. Müdür şişman, kel, asabi bir adamdı. Bir elinde nüfuz cüzdanımla bana ters ters bakıp çocuk daha altı yaşında alamam diye bizi geri yolladı. Annemin dil dökmesi kafi gelmedi. Başta üzülmüştüm sonra yarın bıkarsın okuldan ne yapacaksın boş ver deyince kuzenim, ferahladım biraz. Maceraya devamdı… büyüdükçe yaramazlıklarımda benimle birlikte büyüyordu. Kuzenlerim bizde kaldığında geceleri oynamaya diye sokağa çıkar, yapmadığımız şey kalmazdı. Bütün mahallenin zillerine basıp kaçar, komşuların bahçesindeki çiçekleri budar, arabalarını tekmeler alarmını çalıştırıp, pencere camlarına ufak taşlar atıp kaçardık. Çok eğlenceli olurdu.
İlk bisikleti öğrendiğim sıralardı. Bizim mahallede dernek başkanı görgüsüz, göbekli, sert bir adam vardı. Lüks arabası kapısının önünde dururdu hep. Birgün tam arabanın yanından geçerken bir anda dengemi kaybettim, bisiklet arabaya doğru eğildi ve duramadım. Araba boydan boya çizildi. Ne olduğunu anlayamadan bir anda arabanın alarmı çalmaya başladı, hemen bisikletime atladığım gibi hızlı hızlı çevirdim petalleri. Korkudan ağzım yüreğime gelmişti, eve nasıl gittiğimi bilemedim. Zil çaldığında aklım çıkıyordu gelip arabanın hesabını sorarsa diye. Bu dönemlerde bisiklet yüzünden başıma gelmeyen kalmamıştı. Bir kere köşeden dönerken bir arabayla çarpışmışım Allah’tan araba çok yavaş dönüyordu da ufak sıyrıklarla atlattım. Bir keresinde deyine dengemi kaybedip hızla çöpe çarpmış, bisikletin hoplamasıyla çöpün içine giriyordum. Hemen çöpün kenarlarına yapışmamla kendimi kurtarmıştım. Bir kere de bisikletle markette gidiyordum. Sol tarafta bir Çingene çocuk eskici arabasıyla geliyordu, yanından geçecektim. Çocuk bir anda yanındaki diğer üç çocuklarla konuşmaya arabasını sağa sağa sürmeye başladı. Yolun ortasına getirmişti resmen. Sağ taraftan da bir araba geliyordu yol iyice daralmıştı ve artık arabayla eskici arabasının ortasından geçme ihtimalim kalmamıştı. Arabanın korna çalmasına rağmen çocuk konuşmaya devam ediyordu son anda fark edip döndüğünde artık çok geçti çünkü ikisi arasında bi seçim yapmak zorundaydım ve araba olamayacağı için eskici arabasını seçtim. Eskici arabasındaki sac demirler haşırt diye parmak boğumlarıma geçti. Ama acıdan çok öfkeliydim ve çocuklara ağzıma geleni saydım. Pişkin pişkin “sen çarpıyon arabama” demez mi gel de kavga etme şimdi ama gerçekçi olmak lazımdı hem dört kişi hem de Çingenelerdi yani dayağı yiyen ben olurdum. O yüzden sadece laf saymakla yetindim. Bütün bunlara rağmen bisikletimi çok seviyordum ve artık ustalaşmıştım ki bir gün bisikletimin yerinde olmadığını fark ettim. Meğer abim bisikletimi çaldırmış. Çok üzülmüştüm, abime saldırdım. Yemin etti, ödeyecekti…
Okul hayatıma başladım. Günler burada çok hızı geçiyordu. Ders çalışmamayı ilk burada öğrendim. Dersi dinliyor ama eve verilen ödevlerimi ya yapmıyor, ya anneme