Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    KISACIK BİR HAYAT

    avatar
    boydak


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 20/12/10

    KISACIK BİR HAYAT Empty KISACIK BİR HAYAT

    Mesaj  boydak Cuma Ara. 24, 2010 12:44 pm

    Hayata gözlerimi üç gün geç açmışım ve bu yüzden hem annemin hem kendimin ölümüne sebep oluyormuşum.
    Babam işinde usta bir kaportacıydı ve eskiden işinde zirvedeymiş, ünü bütün otobüs firmalarının dillerindeymiş ama her esnafta olacağı gibi babamın da işleri ters gitmeye başlamış her ne kadar toparlamaya çalışsa da ablamın da düğünü eklenince masraf üstüne masraf olunca toparlanamamış ve sonunda iki dükkanımızı ve Aydın Didim’de ki yazlığımızı satmak zorunda kalmış… ve batmış. Batma nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte tahminim; babam çok temiz kalpli, ve etrafa karşı fazlasıyla toleranslı olması. Özelikle bir esnaf için çok zararlı bir tutum bu, adam vereceği parayı babamın bu yumuşak yüzü nedeniyle ileri tarihe atıyor da atıyor… Bize karşı bile böyleydi babam. Bayramlarda bize vermeden bütün mahallenin çocuklarına bayram harçlığı verir bize en son kalan bozuklukları verirdi. Annemden duyduklarıma göre sabahları işe en son giden babam olurmuş, üç ortak çalışmalarına rağmen her gün işe geç kalırmış birazda bu cüreti ustalığının diğerlerinde çok daha iyi olmasından alırmış. Ama bir yere kadar tabii… Battıktan sonra da ekmek parası demiş teklif gelen her şehre çalışmaya gitmiş. Otobüs firmalarına, köprü yapmaya, belediyelerinin demirli çalışmalarına ne için çağırdılarsa gitmiş yapmadığı iş kalmamış, gezmediği şehir kalmamış. Ankara’ da parmakla gösterilen ustayken bir anda tepeden düşüvermiş. Ama babam kibirsiz bir adam olduğu için bunu çok dert etmemiş. Ben doğduğumda babam adana’ daymış kardeşim doğduğunda da istanbul’ daymış mesela.
    Annemle babamın gözleri baya iridir ve bütün kardeşlerimin gözleri de kahverengi ve iridir ve birbirlerine çok benzerler. Ama benim tam tersi gözlerim çekik ve simsiyahtır, bu yüzden bıkkınlık derecesine getirtilen “ Japon turistlerden çaldık seni” esprileriyle büyüdüm. Yüzüm bembeyaz, kocaman yanaklı, çekik simsiyah gözü, çok hareketli bir çocukmuşum. Biraz da farklı olmamın etkisiyle her nereye gidersek mutlaka beni kucaklarından indirmez ve çok severlermiş hatta sürekli nazar değiyor diye okutmadık hoca bırakmamışlar.
    Biz altı kız bir erkek yedi kardeşiz. Ben en küçüğün bir büyüğüyüm. En büyüğümüzün adı Behiye. Uzun boylu, diğer kardeşlerim gibi iri gözlü, sarışın, beyaz tenli, sessiz,içine kapanık, utangaç ve kolay kolay herkese ısınmayan biridir. İki yılık pazarlamacılık okumuş ama bir yıl çalışmanın ardından evlendikten sonra ev hanımı olmuş. Ben dört yaşımdayken evlendiği için bu zamanları hayal meyal hatırlarım. Kendisi benden onbeş yaş büyüktür ve ben bebekken bana büyük ölçüde annelik yaptığı için sürekli “ben senin ikinci annenim” der. Onun küçüğü benden onüç yaş büyük abim Ahmet’ tir.uzun boylu, buğday tenli, oldukça yakışıklı ve çok zekidir. Orta ikide Türkiye ikinciliği vardır. Ama lisede arkadaş kurbanı olmuş ve ders çalışmayı bırak okula bile uğramaz olmş. Annemin o kadar direktiflerine rağmen kendi bildiğini okumuş ve serseri arkadaşlarına uymuş bu yüzden lisedeyken annemden dayak bile yemiş. Kendi de bunu kabul ediyor ama dediğine göre bunda babamında etkisi olmuş. Babam eskiden sürekli abimi sanayiye yardıma çağırırmış ve bu yüzden haftada üç dört gün dershaneye bile gidemezmiş. Sınavda ****** Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği’ni kazanmasına rağmen babamlar doğu diye göndermemişler sonra dershaneyi bırakmış ve hiç çalışmadan sosyolojiyi kazanmış ikinci sınıftan da terk etmiş ve kunduracılığa başlamış ama sonradan bir numaralı adamları olmuş şimdi öğretmen maaşıyla çalışıyor. Onun küçüğü şerife ablam benden onbir yaş büyüktür. Biraz daha topluca, siyah saçlı, siyah gözlü, diğer kardeşlerimden farklı olarak kalkık hokka burunlu, hakkını kimseye yedirtmeyen çok güçlü biridir. Bu abamda meslek lisesini tekstil bölümünü bitirdikten sonra o dönemler babamların batma olayları olduğu için üniversite okuyamamış ama o çok azimli ve hırslı çalıştı hep. Çeşitli tekstil işlerinde çalıştıktan sonra kendi işini açtı önce küçük bir atölyeyle başladı ve şimdilerde kocaman üç katlı bir bebe çeyiz atölyesi sahibi. Ama kariyer yapmak için o kadar çok sevmesine rağmen bir çocukla kaldı. Onun küçüğü Elmas ablam benden dokuz yaş büyüktür. Orta boylu, buğday tenli, hayata anneme babama hep bir isyan haline çok asi ve özgürlüğüne çok düşkün biridir. Küçükken hatırlarım da ellili yaşlarda Çalıkuşu Dergisi Editörlüğünü yapan bir şairin asistanlığını yapardı. Adamın adı Ziya ESKİL’ di. Bu adam geçmişte bazı siyasi olaylara adı karıştığı için annemle babamın o kadar üzerine gitmelerine rağmen hiç kulak asmazdı. Yine kendi bildiğini okurdu. Ziya beyle üniversitelere konferanslara, gezilere ve birçok kültürel faaliyetlere katılırdı. Çoğu zaman yazdığı şiirlerde bu dergide yayımlanırdı. Çok başına buyruktu ve hayatı doyasıya yaşamasını çok severdi. Arkadaşlarıyla tatile gider dört gün gelmezdi, o gelene kadar annemle babam birbirlerine girerlerdi artık. Köye giderken tırnaklarına oje sürer giderdi, dedemle takışır dururlardı artık. Galiba insanlara böyle meydan okuyordu. Küçükken de böyleymiş, köye giderlermiş çok derin yuvarlak kuyuların kenarlarına çıkar orda dolaşırmış. Ablamlar elmas bir gel bak diye dikkatini dağıtmadan kuyunun kenarından indirir sonra da bir güzel döverlermiş bir daha çıkma diye ve ertesi gün yine aynısını yaparmış. Abim babam gibi koyu milliyetçiydi ve bir keresinde ablam Ahmet Kaya’nın kasetini aldı diye abim döve döve hastanelik etmişti. Sonra da kaseti kırmasına rağmen ablam üç gün sonra o kaseti yine almıştı. Birçok özelliğimi bu ablama benzetirim ve çok iyi anlaşırız onla. Onun küçüğü Fatma ablam benden yedi yaş büyüktür. Uzun boylu, beyaz tenli, siyah saçlı, oldukça sessiz, ağzından ekmeği alsan sesi çıkmaz ve fazlasıyla cömerttir. Bu ablam Kuran kursuna gittiği için diğerleri gibi değil, günaha sevaba oldukça dikkat eder ve namazlarını kılardı. İktisat mezunudur ve şimdilerde Kırşehir’ de bir bankada memur, eşi de polistir. En küçüğüm ise benden iki yaş küçük Büşra’dır. Benim adım Damra, benle kardeşim Büşra’nın adını ablamlar koymuş.
    Eskiden ultrason olmadığı için anneme doktorlar iki kalp sesi geliyor ya ikiz ya da erkek demişler. Buna göre ismimi bile ayarlamşlar: “ Seyithan”. Seyit dedemin isi Han’ı da ablamlar eklemiş. İkiz olursa diye de erkek Seyithan , kız olursa da Damra olsun demişler. Damra ismini Fatma ablam Kuran kursunda duymuş ve çok hoşuna gitmiş ve o istemiş bu ismin konulmasını. Peygamber Efendimizin süt kardeşinin adıymış. Hayatım boyunca benden başka kimsede duymadım bu ismi. İsmimi erkek ismi zannedenler bile oldu.
    Babam biraz rahatına ve eğlencesine düşkün bir adamdır. Battıktan sonrao kadar zor günler geçirmelerine rağmen başka şehirlere gittiğinde azar azar para gönderiyormuş ve annem yedi çocukla birlikte tek başına geçim savaşı veriyormuş ki annem çok zengin bir aileden gelmesine rağmen bütün bunlara göğüs germiş. Dedem de çok zengin ve aynı zamnda çok cimri biri olduğu için yardımı pek dokunmamış, annem de bir yardım beklememiş hiç belki de bekledi ama gelmeyeceğini bildği için belli etmedi. Babam hep anlatır mesela İstanbul’ da ne gezmediği yer, ne kendi jenerasyonunda konserine gitmediği sanatçı varmış. İnsan bunları dününce içi cız ediyor aslında. Annem o karda zorluklarla pençeleşirken babam gününü gün etmiş. Gerçi haksızlık etmekte istemem onunda eğlenmeye hakkı var ama önceliğini sorumluluklarına vermek şartıyla! Tabi bu zor günleri ben bebekken atattığımız için şükür ki hiçbir şey hatırlamıyorum.
    Bizim mahalle ortadan sokakla ikiye ayrılır. Biz sokağın bu tarafındayız. Sokağın karşı tarafındaki evler genelde eski, toprağa benzer malzemelerden yapılmış gibi bir görünümü olan, evlerden oluşuyor ve genelde bu evlerde oturanlar köyden çalışmaya yeni gelmiş çok çocuklu aileler oturur. Kocaları çalışmaya gitmiş bu kadınlar genelde çocuktan bezmiş durumdalardır. Çocukları sokğa salıverirler oh tamam akşama kadar aç mı başına bir şey mi geldi hiç umurlarında değildir. Haklarını da yememek lazım, çocukların hepsi cellat gibi yaramaz haşerat çocuklardır. Gerçi terbiyelerini verselerdi böyle olmazlardı tabii.. sokağın bu tarafında ise bizim ev tam ortada kalıyordu. Sağımızda üç apartman solumuzda üç apartman vardı. Bu evler ise karşı tarafın tam aksine; amir, memur ve fabrikatörlerden oluşuyor. Bunlardan çoğu çocuklarını özel okullarda ya da kolejlerde okutur. Sağ yanımızdaki apartman bir fabrikanın dört ortağından oluşmasına rağmen her ailenin en büyük çocukları koleje gönderilir diğerleri devlet okullarına gönderilirdi. Sol yanımızdaki apartmanın sahibi ise öğretmendir ve bu yüzden adı “Seher Hoca” diye anılır. Bütün çevreden de ok saygı gösterilirdi. Ben Seher Hoca’yı hiç görmedim ama oğluyla çocuklarını çok iyi tanırım. Beni çok severlerdi, her akşam gelir beni götürürlerdi. Oyuncaklar, çikolatalar, şekerler bir çocuğu cezbeden daha neler neler verirler benle oynarlardı. Ordayken zamanın nasıl geçtiğini anlamazdım bile.
    Bu ortadaki sokak bu mahallenin her anlamda sınır bölgesiydi. Hem sınıf, hem sosyal ilişki,hem de yol bakımından… Karşı sokağın okulu başka , bizim sokağın okulu başkaydı. Bizim sokaktakilerin günleri bile kendi aralarına olur, karşı tarafla selamlaşmazlardı bile. Bizim sokakla karşı sokaktan arkadaş olunmaz, genelde karşı sokak küçümsenir ve hor görülürdü. Kendilerine göre haklılık payları vardır bilemem ama ben hem kendi sokağımla , hem karşı sokakla hep ilişki içerisindeydim. Annemde öyleydi, diğereri gibi onları küçümsediğini hiç hatırlamam. Aksine onların köylerinden akrabaları onların telefonları olmadığı için bizim evi ararlar, biz de onları çağırır, bizim evde konuşurlardı. Her iki taraftan da yaşıtlarımla arkadaştım. Hatta kendi sokağımdaki arkadaşlarımı anneleri ders çalış diye hafta içi salmazlar, bende karşı sokğın çocuklarıyla oynardım daha çok. Genelde elleri vve yüzleri kirli olurlardı ama yürekleri tertemizdi. Ben bunu küçük olmama rağmen görebiliyordum. Bu yüzden bu çocukları seviyordum. Kötü olanları da vardı tabii ama benle kimse başa çıkamazdı ve bu yüzden bu kötü çocuklara da hep bir savaş halindeydim. Mesela birgün kardeşim bakkal g,tmek için o sokaktan geçiyormuş, bu haylaz çocuklar kardeşimi sıkıştırmış, kafasına vurmuşlar. Kardeşim eve geldi hüngür hüngür ağlıyor sorduk anlattı olanı biteni. Ben hemen çıkıp çocukları yakaladım. Üç kişi olmalarına rağmen kavgada üstüme yoktu. Televizyondaki dövüş sahnelerini aratmayacak hareketlerim vardı. Orda çocukları duman ettim bir daha da kardeşime bulaşamadılar.
    Annem babamın aksine sorumluluklarını bilen, düzenli, tertipli, titiz bir kadındır. Hep bir tebessüm halindedir. Bembeyaz yüzünde kocaman kahverengi gözleriyle hayata hep umutla ve sevgiyle bakardı. Acımasız yıllar ne kadar elinden geleni yapmış olsa da onu yıldıramamış , hayat sevincini ve neşesini alamamıştır. Yaşı kırklarındayken bile yüzünde tek bir kırışıklık yoktu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi babamın arabaları da anneme karşı hep bir çekememezlik halindeydiler. Ama annem o düşman kadınlara bile saygı sevgiyle yaklaşırdı.
    Küçükken çok hiperaktif bir çocuktum. Hergün ayrı bir macera yaşardım. Hiç unutmam beş yaşlarımdayken bir gün komşu çocuklarıyla şivliliğe çıkmıştık. Çok hoşuma gitmişti. Ondan sonra her gün elime bir poşet alıp çıkıp şivlilik topluyordum. Artık patik vereni mi ararsın, yumurta vereni mi? Yine de hiç boş çeviren olmazdı.
    Bizim yandaki apartmanın altında küçük bir market vardı.biz o markete yazdırıyorduk. Hergün gider kafama göre birsürü çikolata, cips alırmışım.sonunda bakkal anneme şikayet etmiş. Annem de biz sana kağıda yazıp gönderdiğimiz zaman yaz, damra’ nın istediğini verme demiş. Sonra ben gittim markete adam vermiyor. Eve gittim anneme şikate etmeye başladım, annem kıs kıs gülüyor. Az çok bir şeylerin döndüğünü anlamıştım ama tam kestiremiyordum. Artık istekleri kağıda yazıp ben yolluyorlardı. Artık anlamıştım teni adet buydu galiba adam kağıdı görünce veriyordu. Birgün okuldan geen ablamın defterinden gizlice kocaman bi parça yırttım, kimseye yakalanmadan koşarak markete gittim. Bir tane çikolata dedim. Bakkal bir boş kağıda baktı, bir yüzüme baktı sonra başladı gülmeye. Anlam vermeden hala çikolatamın gelmesini bekliyordum. Elime bir gofret tutuşturup eve yolladı. Evde dalga konusu olmuştum. Annemler herkese bunu anlatıp gülüşüyorlardı. Artık kağıdı görünce vermediğini anlamıştım. İçindeki yazılar da önemliymiş. Beş yaşındaki bir çocuk için ilk yazı aşkı burada başladı. Elime geçen gazeteyi, ablalarımın defterlerinin önüne koyup harfleri, kelimeleri yazmaya başlamıştım. Hatta bu yüzden çok kez ablalarımın saldırısına uğramıştım. Okul aşkıyla yanıp tutuşmaya başlamıştım.
    Komşumuzun çocuklarıyla her gün bir yaramazlık peşindeydik. Bir gün poşetleri değneklere sarıp yakar havada sallaya sallaya koşardık ki parmağımın üstündeki yara izi buradan kalmıştır. Her günümüz farklı bir olaydı. Yine bir gün Seher Hoca’ların bahçesindeki badem ağacından çağla toplamak için bahçe duvarındaydık. Ben çağlaların büyüsüne kapılıp başım yukarı doğru kalkık bir şekilde adım atmamla ne olduğunu anlamadan kendimi cuk diye yerde buldum.gerisini hatırlamıyorum. Bayılmışım annemler feryat figan hastaneye götürmüşler, alnıma dikiş atılmış.kendime geldiğimde hastane içindeydik ve sedye üzerinde bir çocukgidiyordu. Sedyenin arkasından kadın, adam ve birkaç çocuktan oluşan grup feryat içinde bağırarak ağlaşıyorlardı. Eve geldiğimde annem anlatmaya başladı o çocuk okulun bahçe duvarındayken bir arkadaşı itelemiş ve çocuk yere düşmüş. Beyin kanaması geçirmiş hastanede yapılan bütün müdahalelere rağmen çocuk ölmüş. Ama ben o sedye üzerinde çocuğun zayıf, sarı, soluk benizli yüzünü hala hatırlarım çekilmiş bir fotoğraf gibi aynı. Ya o sedyede ben olsaydım…
    Hafta sonu toplandık, köye gittik. Dedem çok despot,takıntılı bir biçimde titiz, sinirli ve sert bir adamdır. Her yaptığı işin bir kuralı vardır. Ama bu patlamaya hazır volkan gibi duran adamdan hiç korkmamıştım. Gittim yanına oturdum. Bir anda dedem çocuk oluvermişti sanki. Beni gıdıklıyor, güldürmek için saçma sapan hareketler yapıyordu. Yerimde duramadığımı fark eden dedem beni kızdırıyorken bir gün:
    ´-“ Bak sen hiç yerinde durmuyorsun, seni bacaklarından sandalyeye çivileyelim mi?
    - Hayır, o zaman bacaklarım kanar!
    - Kanasın, bir şey olmaz.
    - O zaman seni karakola götürür, pataklarlar “
    Dedemden laflarıma gülmekten kıpkırmızı kesilmişti. Artık kanka olmuştuk nereye giderse beni de yanında götürüyor, pazra gideceğinde anneannemin siparişlerinden önce bana isteğimin olup olmadığını soruyordu. Ben hemen “muz” derdim yine beni kızdırır “tuz mu” diye anlamamazlıktan gelir yarım saat anlatmaya çalışmama katıla katıla gülerdi. “ sarı olur, tatlı olur, uzun olur” tarif edeceğim diye şekilden şekle girerdim.bu sakallı şeker adamın ileride hayatıma çok büyük etkileri olacağını o zamanlar nereden bilebilirdim ki…
    Babamın bana çok ayrı bir düşkünlüğü vardı. Başka şehirden geldiğinde bensiz bir dakika geçirmezdi. Az çok hatırlıyorum İstanbul ’ dan geldiğinde altı ay boyunca beni sımsıkı kucaklayarak yatırdı. Bende onu çok severdim. İstanbul ‘dan gelirken bana kenarları kürklü deri bir ceket getirmişti, babam gittikten sonra günlerce üstümden çıkarmamıştım. Bana Antep fıstıklı lokumlar getirirdi eve gelirken. Üç yaşımdan beri babamla berberlerimiz aynıydı. Babamın yakın arkadaşı Berber Ahmet vardı. Babam her tıraş olmaya gideceğinde beni de yanına alır, o tıraşını olur bende saçımı Amerikan tıraşı kestirirdim. Evden çıkarken ablamlar sıkı sıkı tembihlerlerdi “ bak sakın başka bir şey kestirme ha Amerikan tıraşı unutma” diye. Sandalyeye oturur oturmaz “ Amerikan tıraşı olacak “ derdim artistçe. Bir gün yine babamla berbere gidiyorduk. Babam o gidişimizde beni tembihlemeye başladı:
    -“Aman kızım senin kız olduğunu anlarlarsa saçını kesmez berber. Sorarlarsa adını Ali de tamam mı?
    - Tamam “ dedim ama alamamıştım zaten hep gidiyorduk ki adam biliyordu adımı, yine de babamın dediğine uymalıydı. Berbere gittik babam tıraşını oldu, sonra ben oturdum sandalyeye. Aynadan gördüm babam berbere kaş göz yapıp kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Sonra berber bana:
    - Adın ne senin?
    - Ali … dememle ikisi birden kahkaha atmaya başladılar. Tamam tehlike yoktu yani. Ama o günden sonra adım Ali kaldı. Babam bütün arkadaşlarına da anlattığı için kim beni görse:
    - “Ooo Ali ne haber yaa “ der gülerdi. Hiç bozuntuya vermez güler geçerdim beş yaşında ki bir çocuk için pek önemli değildi.
    İlk bayan kuaförüne birinci sınıfta gitmiştim. O günü hiç unutmam… Okuma bayramımız vardı, yeni okumayı sökmüştük. Ben dişçiydim. Bayramdan önce annemle alışverişe çıktık, annemin eli sürekli elbiselere gidiyordu. Kızdım anneme ben giymem onu dedim. Ne kadar dil dökse de inat olduğumu ve dönmeyeceğimi bildiği için pes etti annem. Bir kırmızı tişört ve kot pantolon aldırttım. Elbise bana tersti ne de olsa. Sonra bayram günü annem tuttu elimden beni bayan kuaförüne götürdü. Kısa küt kestirip kabarttıktan sonra bir ton da pul boşalttı kafama. Ben alışık değildim böyle modellere, Berber Ahmet’ in nesi vardı niye geldik buraya dedim anneme kızgınca. Annem “kızım artık büyüdün sen ne yapacaksın erkek berberinde. Bak ne güzel oldun hanım hanım kız gibi” der demez başladım ağlamaya. Çok çirkin olmuştum, aptal kız ne kadar da çirkin kesmişti, üstüne bir de kabartıp her tarafına pul dökmüştü. Kendimi çok kötü hissediyor, elimden gelse okuma bayramından kaçmak istiyordum. Ben ağladıkça annem “ niye ağlıyorsun yavrum ne kadar güzel oldun” diyor, o öyle dedikçe ben daha fazla ağlıyordum. Sonunda kendi halime bıraktı beni. Baktım artık yapacak bir şeyim yok sustum. Kabullenmek lazımdı ben kızdım ve artık hep bu beceriksiz, aptal kızlara gelip kestirecektim saçımı… Okula gittik sonra, arkadaşlarımın yanıma gelip saçın çok güzel olmuş deleri biraz rahatlatmıştı beni. Sonra bir sandalyeye oturdum. Mahmut diye sürekli burnu akan, gıcık mı gıcık, üstüne üstlük bir de ukela bir çocuk vardı. Yanıma gelip orası benim yerimdi kalk yerimden diye çıkışmaya başladı. İnadım inat hayatta kaldıramazdı beni o sandalyeden ağzının payını verip oturduğum yerden kalkmadım. Çocuk annesine güveniyordu sınıf annesiydi ne de olsa. Sonra orda Mahmut ‘la kavgaya tutuştuk. Boyu benden kısaydı, ama çokta güçsüz değildi. Burnunu karıştırdığı eleriyle üstüme değmesin diye oldukça kendimi geri çekerek dövüşüyordum. Sonunda dayanamadı ağlamaya başladı. Kız gibi dedim çekildim kenara. Allah ‘ tan annesinin çok işi vardı da oğluyla uğraşacak vakti yoktu. Sonra sınıf annesi beni çağırdı. İspiyoncu, korkak Mahmut dedim içimden, neyse savunmam vardı ne de olsa kavgayı o başlatmıştı. Annem de yoktu ki yanımda. Beni bırakıp dişçi gömleği alacaktı yakındaki mağazadan. Gittim “aa bunu ne hal canım bu güzelliğe bu kıyafet hiç yakışmış mı ama? Olmaz böyle diyip bir yandan kıyafetlerimi çıkarıyor; bir yandan açık mavi, önünde kocaman cebi olan, altı kısa pileli bir elbise giydiriyordu. Bu kadınla nasıl başa çıkabilirim diye düşündüm, çarem yoktu baktım olmayacak ağlamaya başladım. Annemi zor atlatmışken nerden çıkmıştı bu kadın? Etrafta ki arkadaşların anneleri yanıma gelip ay ne kadar güzel oldun bak niye ağlıyorsun diye teselli veriyorlardı akıllarınca. Çok kızmıştım, bu sınıf annesinden nefret ediyordum! Dışarı çıktığımda çok güzel olmuşun diyen kızlar biraz olsun öfkemi bastırmıştı. Birazdan annemle ablamlar geldi. Annem “ annecim sana uygun bir gömlek bulamadık, bizde dayının oğlunun sünnet gömleğini aldık geldik” demez mi! Allah ‘ım neden bütün rezaletler beni buluyordu bugün. Yine başka bir çarem yoktu, yine ağlıyordum. Ablamların beni iltifatlara boğmasına bile aldırış etmiyordum. Bir de gömleğin kenarları afili filli, küpürlü olmaz mı? Dayım dediğim adam normalde annemin dayısıydı. Ama anneannem kardeşini emzirdiği için aynı zamanda annemin süt kardeşi ve bizim de süt dayımız oluyordu. Üniversitede doçentti ve villada oturuyorlardı. Oğlunun sünnet düğününü de çok şatafatlı bir şekilde yapmışlardı. Bu gömleğe şaşmamak lazımdı. Gösteri başladı, birazdan sıra bana geldi. Küpürlü sünnet gömleğimi giyip elimde kırmızı bir penseyle çıktım sahneye:
    -“Dişçiliğim ileri
    -Zenginler gelsin beri
    -Canı acır demeden
    -Çekerim çürükleri” son dizede penseyi açıp kapayarak biraz da görsellik kattım. Alkışları duyunca rahatlayarak perdenin arkasına geçtim. Herkesin görevi bittikten sonra hoca telaşla yanımıza gelip” daha zaman var çocuklar şimdi kim çıkıp sahnede şarkı söyleyecek?” dedi. Benle Ali diye subay çocuğu, artist bir çocuk parmak kaldırmıştı. Alışkındım şarkı söylemeye evde hep yaptığım şeydi. Ali’yle parçayı kararlaştırdık sahneye çıktık; ama ondan çok benim sesim çıkıyordu, çok pasif duruyordu.ellerimizde mikrofon başladık söylemeye:
    -“Hepimiz kardeşiz, bu öfke ne diye oof
    -Susmuyor silahlar, evlatlar nerede ooof
    -Dağlar oy oy oy, yollar oy oy oy \2
    -Dağlar oy oy oy, kardeş oy oy oy
    -Bir ana ağlıyor, evladım nerede oof
    -… “ o günlerin moda şarkısı buydu ve hergün evde söylüyordum bu şarkıyı zaten bir anda unutuvermiştim biraz ıı layıp kekeledikten sonra düşünmek için gözlerimi havaya kaldırmamla herkesten bir gülme başladı. Çok utandım hemen herkesi selamlayıp içeri içeri kaçtım. Alkış seslerini içeriden duyunca da ferahladım.

    Henüz altı yaşıma bastığımda annem elimden tutup ablamın okuluna beni yazdırmaya götürmüştü. Müdür şişman, kel, asabi bir adamdı. Bir elinde nüfuz cüzdanımla bana ters ters bakıp çocuk daha altı yaşında alamam diye bizi geri yolladı. Annemin dil dökmesi kafi gelmedi. Başta üzülmüştüm sonra yarın bıkarsın okuldan ne yapacaksın boş ver deyince kuzenim, ferahladım biraz. Maceraya devamdı… büyüdükçe yaramazlıklarımda benimle birlikte büyüyordu. Kuzenlerim bizde kaldığında geceleri oynamaya diye sokağa çıkar, yapmadığımız şey kalmazdı. Bütün mahallenin zillerine basıp kaçar, komşuların bahçesindeki çiçekleri budar, arabalarını tekmeler alarmını çalıştırıp, pencere camlarına ufak taşlar atıp kaçardık. Çok eğlenceli olurdu.
    İlk bisikleti öğrendiğim sıralardı. Bizim mahallede dernek başkanı görgüsüz, göbekli, sert bir adam vardı. Lüks arabası kapısının önünde dururdu hep. Birgün tam arabanın yanından geçerken bir anda dengemi kaybettim, bisiklet arabaya doğru eğildi ve duramadım. Araba boydan boya çizildi. Ne olduğunu anlayamadan bir anda arabanın alarmı çalmaya başladı, hemen bisikletime atladığım gibi hızlı hızlı çevirdim petalleri. Korkudan ağzım yüreğime gelmişti, eve nasıl gittiğimi bilemedim. Zil çaldığında aklım çıkıyordu gelip arabanın hesabını sorarsa diye. Bu dönemlerde bisiklet yüzünden başıma gelmeyen kalmamıştı. Bir kere köşeden dönerken bir arabayla çarpışmışım Allah’tan araba çok yavaş dönüyordu da ufak sıyrıklarla atlattım. Bir keresinde deyine dengemi kaybedip hızla çöpe çarpmış, bisikletin hoplamasıyla çöpün içine giriyordum. Hemen çöpün kenarlarına yapışmamla kendimi kurtarmıştım. Bir kere de bisikletle markette gidiyordum. Sol tarafta bir Çingene çocuk eskici arabasıyla geliyordu, yanından geçecektim. Çocuk bir anda yanındaki diğer üç çocuklarla konuşmaya arabasını sağa sağa sürmeye başladı. Yolun ortasına getirmişti resmen. Sağ taraftan da bir araba geliyordu yol iyice daralmıştı ve artık arabayla eskici arabasının ortasından geçme ihtimalim kalmamıştı. Arabanın korna çalmasına rağmen çocuk konuşmaya devam ediyordu son anda fark edip döndüğünde artık çok geçti çünkü ikisi arasında bi seçim yapmak zorundaydım ve araba olamayacağı için eskici arabasını seçtim. Eskici arabasındaki sac demirler haşırt diye parmak boğumlarıma geçti. Ama acıdan çok öfkeliydim ve çocuklara ağzıma geleni saydım. Pişkin pişkin “sen çarpıyon arabama” demez mi gel de kavga etme şimdi ama gerçekçi olmak lazımdı hem dört kişi hem de Çingenelerdi yani dayağı yiyen ben olurdum. O yüzden sadece laf saymakla yetindim. Bütün bunlara rağmen bisikletimi çok seviyordum ve artık ustalaşmıştım ki bir gün bisikletimin yerinde olmadığını fark ettim. Meğer abim bisikletimi çaldırmış. Çok üzülmüştüm, abime saldırdım. Yemin etti, ödeyecekti…
    Okul hayatıma başladım. Günler burada çok hızı geçiyordu. Ders çalışmamayı ilk burada öğrendim. Dersi dinliyor ama eve verilen ödevlerimi ya yapmıyor, ya anneme
    avatar
    boydak


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 20/12/10

    KISACIK BİR HAYAT Empty KISACIK BİR HAYAT

    Mesaj  boydak Cuma Ara. 24, 2010 12:47 pm

    yaptırıyordum. Ablamlara yaptırdığımda oluyordu ama annemin yazısı gibi güzel değildi hiç birinin yazısı. Annem bazen artık sen yap diye isyan bayrağını çektiğinde ablamlar imdadıma koşuyordu. Onlar da yapmazsa umursamıyor , yapmadan gidiyordum okula. Ama dersi dinlediğim için hep başarılı oluyor ve öğretmenler tarafından çok seviliyordum. Her yıl öğretmenimiz değişiyordu ama hepsini de seviyordum, onlar da beni…üçüncü sınıfta ki öğretmenim yazı yazmaktan yorulduğumuz aralarda bana hep şarkı söyletirdi. Sonra dördüncü sınıfta öğretmenimiz değişti ama nasıl olduğunu hatırlamıyorum o da bana hep Barış Manço’ nun şarkılarını söyletirdi ve beni okul korosuna gönderdi. Müzikle ilk orada içli dışlı olmuştum artık. Her yıl korolarla müzik aşkım gittikçe büyüyordu…
    Artık her yaz tatillerinde köye gitmeye başlamıştım. Sabah 08:00’ de kahvaltıyı yapar, harman yerine futbol oynamaya giderdik. Öğlen 12:00 gibi eve gelip öğle yemeğimizi yer sonra tekrar maç yapmaya gider akşam ezanına kadar hiç bıkmadan oynardık. Dedem o anki psikolojisine bağlı olarak ya homurdanır ya da bize takılır güler geçerdi. Köyümüzün bütün çocukları yaz tatiline girilince köye gelirlerdi. Çok kalabalık ve çok eğlenceli zamanlar geçirirdik. Köye benden iki yaş büyük teyzemin kızı Ayşe ablamla benden dört yaş büyük teyzemin oğlu Kadir abim de gelirdi. Onları hayatım boyunca kardeşlerimde hiç ayırmadım birini abim, diğerini ablam yerine koymuştum. Onlar da bana karşı öylelerdi ve her yaz köye gideceğim diye tutturmamın asıl sebebi de bu iki kuzenimle ve köydeki diğer çocuklarla geçirdiğim eğlenceli vakitlerdi. Ağustos’ a doğru dedem harmanı kaldırmaya başlardı. Biçer tarlaya girer, ev aranıp haber verilir, anneannem biçere azık hazırlıklarına başlar, kamyon gider, biçerin biçtiği mahsulleri ofise götürülüp satılırdı. Hepsi satılmaz, tohumluk yapılacak hasatlar harman yerine dökülür, burada bir aya yakın bekletilip kurulutur, sonra selektöre götürülüp ilaçlanıp depoya kaldırılırdı. Başakları toplanmış sapları saman yapmaları için yan komşularımız Mustafa amcalara verirdik her yıl. Onların elli büyükbaş hayvanları vardı. Oğlu veterinerdi ve bu sayı gün geçtikçe artıyordu. Başta üretilen sütleri sütçülere verirlerken daha sonraları süt mamülleri yapıp satmaya başladılar. En son duyduğumda o koca ahır yetmemiş, yanına üç katı kadar daha ahır yapmışlar ve çobanları beşe çıkarmışlar.geride kalan saman makinesinin de alamayacağı ufak saplar ise üç kürekliden oluşan demirli traktöre takılarak kazınırdı. Kimisi bunları yakar ama dedem hem böcü börtü yanar günah diye, hem de alevi söndüremeyip te işletilmemiş ekinlere sarkmasından korktuğu için yakmazdı.
    Harman dönemlerinde Kadir abim dedemin yanında durur, yapılacak işlere yardımcı olurdu. Ayşe ablam da az da olsa işin bir ucundan tutardı. Bende böyle zamanlarda dedemin yanına traktöre oturur yapılanları izlerdim. Dedem arada bir o işin gücün arasında da bana sevimlilikler yapmayı ihmal etmezdi. Ya da anneanneme yemek yaparken yardım ederdim. Ayşe ablam anneanneme yardım konusunda pek sabırlı değildi. Anneannem şunu getir bunu getir yaptığı için Ayşe ablam buna katlanamaz, bağırır çağırır işten kaçardı. Ben öyle yapmaz, anneannem ne derse ikiletmeden yapardım. Bu yüzden anneannem her ne kadar teyzemi daha çok seviyor ve kuzenlerimi kayırıyor olsa da bu yargısı zamanla değişiyordu. Hakkını yiyemem beni de çok severdi ama başta onları daha fazla severdi. Gün geçtikçe beni onlardan kayırır hale gelmişti ama. Bana hep Ayşe ablam görmeden şeker, çikolata sıkıştırır; çabuk ye diye tembihlerdi. Ama ben yine de dedemi hep daha çok sevmiştim. Onun bendeki yeri gittikçe büyüyordu. Yaptığı her hareket hafızama kazınıyordu…
    Sekiz yaşındayken dedem bizi camiye Kuran Kursu’ na gönderdi. Buraya bütün köy ahalisinin torunları bir şeyler öğrenmeye gelirlerdi. Hepsi normal kendi hallerinde çocuklardı ki iki tanesi hariç. Bunlar köyün en zengin ağası Sadık Ağa’nın torunlarıydı. Büyük olanının adı Yasin’di benden iki yaş büyüktü, onun küçüğü benimle aynı yaştaydı ve adı Merve’ydi. Yasin çok yaramaz ve şımarık bir çocuktu. Sürekli hocayı kızdıracak, aşağılayacak hareketler yapmasına rağmen hoca gayet yumuşak, okumaya gelmiş diğer yirmi kadar topluluğa ise daha değişik tutumlar sergiliyordu. İçim içimi kemiriyordu artık bu gidişe bir dur demek lazımdı. Ama ben sekiz yaşında ki bir çocuk ne yapabilirdi ki… O anki psikolojiyle ne yapıp nasıl düşündüm tam bilmiyorum ama artık tavrımı koymaya başlamıştım ve hocaya karşı eski Damra değildim. Bunu belli etmek için her gün hocayı çileden çıkaracak hareketler yapıyordum. Fakat nefret ettiğim Yasin gibi değil şımarık olmadan ve küçük düşürecek bir hareket asla yapmadan yapıyordum bunu. Diğer çocukları da hiç anlamıyordum Yasin’ den büyükler de dahil biri de çıkıp karşı gelmezdi olana bitene. Ne Yasin’ e haddini bildiren olurdu ne hocaya yaptığı bu ayrıma; Yasin’ e olan ayrıcalığa ve bize olan sert, katı kuralara karşı koyacak kimse yoktu. Ben böyle yaparak sanki hocadan öcümüzü alıyordum. Cami içi hoparlörü açıp “ hoca beni ne zaman okutacaksın” diye avaz avaz bağırır, erik ağacının en tepesine çıkıp sanki ermişte yere düşüyormuş gibi kafasına erik atar, sopasını pencereden fırlatıp ve bunlara benzer değişik hareketlerle çileden çıkmaya zaten hazır olan hocayı iyice deli ederdim. O sinirlendikçe ben hıncımı alıyordum sanki. Bir gün Yasin geldi, hoca ağlamaklı bir şekilde:
    -“Yasin dün akşam kapımızın önüne gelip hoca seni bu köyden attıracağım diye bağıran sen değil miydin?
    -(gülerek) Hayır hoca.. ben yapmadım.
    -Sendin gördüm seni arkandan!
    -yanlış görmüşün hoca
    -Sen niye bana böyle yapıyoru?
    -Ben bir şey yapmadım dedim ya sana ya
    _...”
    Bu çocuk fazla olmuştu artık! Asıl sinirlendiğim ise bize karşı aslan kesilen hocanın, bütün bunları yapan çocuğa karşı kedi gibi kalmasıydı. Hocaya karşı duygularım çok değişik bir hal almıştı. Bir yandan acırken, diğer yandan öfkem daha da şiddetleniyordu. Hesabını soracaktım. Ertesi gün on merdiven basamaklı az yüksek yukarı katın kapısını açıp, Yasin’le Kadir abim kadınların Ramazan Ayı’nda namaz kıldıkları ama yazın eşyaların depolandığı yere girdiler. Hoca ve onbeş kadar öğrenci etrafına toplandık.hoca çok kızmıştı, yüksek sesle bağırıyordu:
    -Yasin! Kadir! Gelin çabuk buraya!
    -(Yasin yine pis pis gülerek hocaya bakıyor)…
    -Kime diyorum ben gelin buraya ! Çıkın oradan dedim size!
    Hiç takmıyorlardı bile. Merdivenlerin aşağısında beklemiş, böyle pasif duracağına yukarı çıkıp aşağı indirebilirdi. Ama hayır tabi ki Yasin vardı çünkü. Kalabalıktan sıyrılıp merdivenlerden hızlıca çıkıp gittim bende. Bu sefer hoca çıldırmıştı işte.
    -Damra! Damra dedim sana! Çabuk gel buraya gelirsem çok fena yaparım!
    Bu ne karaktersizlik dedim içimden, sınıf ayrımı yetmezmiş gibi bir de cinsiyet ayrımı ha! Çok beklersin, inmeyeceğim işte. Aşağıda deli oluyordu, oh canıma değsin diyordum. Yasin’ le kadir abim öyle saçma sapan halının üstünde dolanıyorlardı. Yasin’ in amacı hocayı kızdırmaktı, anlaşılan Kadir abimi de yanına takmıştı. Bu kadar kızdırma yeter dedim, aşağı inmeye karar verdim. Merdivenlerden iniyordum, en son merdivene gelince kıpkırmızı kesilmiş imam efendiden şlak diye bir tokat yedim. Sesi tokatın şiddetini ölçüyordu adeta. Kadir abimle Yasin korkup hemen indiler aşağı. Ama olan bana olmuştu. Herkes bana bakıyordu. Bir saniyelik süre içinde her şeyi düşündüm. Eve gidiyim bir daha kursa falan da gelmeyeyim. Ama dedemlere ne diyeceğim ve dahası onlar ne diyecek? Hocanın yaptığını anlatsam dedem hocaya hesabını sormaz mı? Ama bende suçsuz değildim ki, Damra böyle böyle yaptı derse ben ne diyeceğim? Hayır, bu çok riskliydi, göze alamadım ve o silleli tokadı sineye çekmek zorunda kaldım. Bu en mantıklısıydı ama içimde fırtınalar kopuyordu. Ben daha babamdan bir fiske yememiştim. Sustum… Ama suskunluğumun arkasına çok şiddetli çığlıklarım vardı. Hocanın her yüzüne baktığımda yüzüne her baktığımda bu çığlıklarımı haykırıyordum gözlerimle. Artık sessizdim, ama hoca bu sessizliğimden kaçıyordu şimdi. Sonradan fark ettim ki hoca artık Yasin’den çok benden çekiniyordu. Bu bana yetti. Sıra Yasin’ e gelmişti, ona da bu yaptıklarının hesabını sormak lazımdı; ama nasıl? O çocuk tam bir şeytandı ve baş etmek imkansızdı. Bu olaylardan bir hafta sonra bir gün Yasin kursa gelmemişti. Biz okumaları bitirdik dışarı çıkmak için kapıya gittiğimizde kapıyı açamıyorduk. Meğer kapının dışındaki tutacak yerine demir çubuk sokmuş, kapıyı üzerimize kilitlemiş. Sonra pencerenin önüne gelip “ne oldu hocam, içeride mi kaldınız? “ diye kahkaha atmaya başlamıştı. Çok gülmüştüm bu sefer, hoca sinirden tepiniyordu artık. En son küfür etti, Yasin “ anaaa hoca küfür etti” diye bağırmaya başladı. Hoca bir anda “ kim kim küfür etti” gibi saçmalamaya başladı. Hepimiz duymuştuk halbuki. Bu an gülüyüm mü üzülüyüm mü bilemedim. Ama bunlar da hocaya müstehaktı dedim. Biz hala içerideydik bu arada. Beş dakika sonra Yasin’in kardeşi Merve geldi açtı kapıyı. Dışarı çıktık. Ertesi gün Ayşe ablam Yasin’ in kızkardeşi Merve’ ye şaka yaptı. Abisinin yolunda ilerleyen iki numaralı şımarık Merve Ayşe ablamı kovalamaya başladı. Camide fır dönüyorlardı. Ayşe ablam çok hızlı koşardı.merve dayanamadı pes etti. Bir anda bana yöneldi ve üzerime doğru koşmaya başladı. Bende refleks olarak koşmaya başladım. Bir andüüşündüm, ne oluyor ben niye kaçıyorum diye ve aniden durdum. O da şaşırmıştı. Yanıma gelip durdu ve omuzlarımdan itedi. Evet zamanı gelmişti. Olanca kuvvetimle yumruk attım. O da vurmaya çalışıyor, ama benim hızlı ve şiddetli ataklarıma cevap veremiyordu. İçimden bağırıyordum; bu sana, bu abine , bu sana.. sonunda kız dayanamadı pes etti. O elini kolunu indirince bende dayanamadım durdum. Kız ağlamaya başladı bana bağırdı:
    -Deve!
    -Cüce!
    -Kemik torbası!
    -Şişko!
    - Ama sen boks yapıyorsun bu haksızlık!
    -Sende yap, bana ne!
    Kız hıçkırıklarla ağlayarak evine gitti. Hak etmişti o bunu. Vicdanım çok mu vurdum, vurmasa mıydım dese de diğer yandan ben dövmesem o beni dövecekti diye bastırıyordu. Artık ölsem de gam yemezdim. Eve gittik. Yarın oldu, Merve gelmemiş. Abisi gelmiş bana tehditkar tehditkar bakıyordu. Başta biraz korkmuştum, benden büyüktü, erkekti ve diğer çocukları döverken gördüm; çok acımasızdı. Bir keresinde Uğur diye bir çocuğun karnına vurdu, çocuk iki büklüm olunca sırtına dirseğini indirdi ve arkasına tekme atarak çocuğu yere sermişti. İlk kez bu kadar iyi dövüşen birini görmüştüm ve bu da beni korkutmuştu. Olsun; ben de Damra’ydım…Ayşe ablama:
    -Abla hadi beni döverse?
    -Bir şey yapamaz salak, korkma.
    -Çok şaşırmıştım .
    Ayşe ablam ilk defa bana destek çıkıyordu, normalde başına dert amaktan korktuğu için beni kavgalarımda yalnız bırakırdı. Biraz korkaktı. Ama bu tutumu çok mutlu etmişti ve Yasin umrumda bile değildi artık. Evlere dağılma vakti geldi. Kapının önüne çıktık, ama eve gitmeyip Yasin’in gelmesini bekliyordum. Kendimce eve gitmeyi korkaklık sayıyordum. Birazdan Yasin geldi vee bana:
    -Sen benim kardeşimi nasıl döversin?
    -önce o vurdu ben başlatmadım!
    -ben de seni döverim!
    -yapma ya ! döv kolaysa!
    Kafama vurup koşarak kaçtı. Ama vurmak değildi yani, bir insan bu şiddetle anca okşanabilirdi. Bir şok daha… hani dövüşecektik, inanamamıtım. O da mı korkmuştu benden ama bu imkansızdı çünkü çocuğun hocaya bile neler yapabildiğini gözlerimle görmüştüm. Bunu ileriki zamanlarda az çok anlamıştım galiba, ne zaman beni görse davranışlarında, hareketlerinde bir gariplik olur; yüzü kızarır, bakışları değişirdi.
    Altıncı sınıfa başladığımda, hızı koştuğumu fark eden Beden Eğitimi Öğretmenimiz beni atletizme yazdırmıştı. Dörtyüz metrelik stadyumda günde on tur atıyorduk. Ayaklarımda derman kalmıordu. Atletizm yarışlarında gülle atışlarında kuvvetli bir aday olmadığı için hocamız beni oraya da yazdırmıştı. Yaz tatillerinde köydeki spor faaliyetlerimden dolayı her sporu çok severek ve istekle yapıyordum. Gülle atmada da zorlanmıyordum. Ama sanki yerimi bulmamıştım. Birgün atletizm hocam Davut hoca cirit atmamı teklif etti. Bir iki atış yaptık beraber bu zordu. Atış stilleri farklıydı ve gücümü daha estetik bir şekilde ortaya koymam gerekiyordu. Bu altı ay kadar uzun bir zamanımı aldı. Ve buna değdi… sevmiştim ciriti. Kendimce güzel atıyor, gün geçtikçe attığım mesafeler büyüyordu. Ama bir sorun vardı, ciritte Türkiye birincimiz benle yaşıt Gülsüm vardı zaten. Hocanın benim üzerimde planları farklıydı. Benden Türkiye çapında birşeyler bekliyordu. Her gün onbeş dakika ısınma hareketleri, dört turluk koşu, iki saatlik cirit atma provaları ve yarım saatlik halter kaldırma antrenmanlarından sonra eve gidiyorduk. Ayrıca evle stadyum arası hızlı yürünerek yirmi dakikada varılacak mesafedeydi ve her gün gidiş gelişlerimizi yaya yapıyorduk, yol paramızla da antrenmandan sonra yemeğe gidiyorduk. Yanımda sınıftan arkadaşım Kamile vardı. Davut hoca onu pek sevmezdi. Sırf benm yanımda gelip gitsin diye ya cirit ya gülle eline bir şeyler tutuşturuyordu. Çünkü kamile gelmediğinde bende gelmezdim. Kamile çok zayıf, çok iyi ve temiz kalpli bir arkadaşımdı. Çok severdim ama o da çok inattı ben de… sürekli ufak tefek şeylere inatlaşır, kavga eder, beş dakika sonra gülüşerek barışırdık. Ondört yaşının altındakilere yıldız takımı deniliyordu ve yıldız takımının yarışları ayrı yapılırdı. Geçen yılın diskte şampiyonu Semra onbeş yaşındaydı artık. Ben onüç yaşında olduğum için hocanın amacı beni diske yerleştirmekmiş. Ertesi gün elime bir disk tutuşturdu. Nasıl atışlar yapacağımı ufak tefek hareketlerle göstermeye başladı. Bir hafta bu ufak hareketlerle geçti. Sonra daha ileri ve profosyonel atma biçimlerini gösterdi ve elime diski verip hadi dedi. Diski aldım, dediği şekilde attım. Bu yaptığıma ben de şaşırmıştım. Disk tahminimden uzağa gitmişti, birden hocanın gözleri parladı. “ aferin kız Damra!” diye coşkuyla bağırırdı. Daha ne gülle ne de ciritte bu kadar coşkulu bir takdirle karşılaşmamıştım. Artık üzerime daha çok düşüyordu. Halter antrenmanları kırk beş dakikaya çıkmıştı. Diski çok sevmiştim, tam benlikti. Ne gülle gibi sade güç ne de cirit gibi hareket gerektiriyordu. Diskte ikisi de vardı. Yuvarlak dairenin etrafında sol adımla başlayarak etrafında bir kere dönüp olanca kuvvetimle fırlatacaktım işte bu kadar. Ellerimde uzun olduğu için disk cuk diye oturmuştu. Artık sekizinci sınıftım ve okul hayatımda hiç kitap açmadan dersi dinleyerek gayet güzel netler alabildiğim için sporun okuluma bir zararı olmuyordu. Diskte gittikçe ustalaşıyordum. Bir anda herkes benden bahseder olmuştu. Üç yıldır yüzüme bakmayan diğer branş hocaları bana selam verir olmuştu. Hoca “babana söyle evinize gelip önemli bir şey konuşacağım.”dedi. “Tamam” dedim. Babama söyledim kabul etti. Ne gün gelsinler dedim. Çarşamba olur dedi. Salı günü babam ortalıktan kayboldu. Arkadaşlarıyla tatile Antalya’ya gitmiş. “Peki” dedim. Babamdan beklediğimde buydu zaten. Utanarak hocaya söyledim durumu. “Tamam sonra gelsin.”dedi. sonra başladı anlatmaya.
    -Bak Damra durum ciddi. Geçen yıl ki şampiyonumuz yirmi sekiz metre atarak şampiyon oldu. Turnuvalara daha bir ay ve sen şimdiden yirmi sekiz metre atıyorsun. Bir ayda beş metre rahat ilerletebilirsin.

    -Peki sonra ne olacak?

    -Milli olacaksın.Sonra da Ukrayna’ya gideceğiz.

    Gözleri parlamıştı Davut Hoca’nın. Kulağa hoş geliyordu. Artık lakabım şampiyon olmuştu. Okuldaki beden öğretmenimizi de aramış, durumu bildirmiş. Aslında hoşuma gidiyordu bu durum. Herkes üstüme düşüyordu. Fen Bilgisi öğretmenim bile derse başlamadan önce bana “hep senin yanındayız, başaracaksın, inanıyoruz.”gibi beş dakikalık nutuk veriyordu. Artık abartmışlardı. Gülüyordum devamlı. Liselere giriş sınavına da üç ay kalmıştı ve sınıftaki herkes dershaneye gidiyor, harıl harıl ders çalışıyorlardı. İyiki sporcuyum dedim. Hayatta gelemezdim böyle çalışmalara.

    Antrenmana gittim. O gün koşasım yoktu. Üç tur koştum bir tur daha koşmak içimden gelmedi. Tabelanın arkasına hocanın göremeyeceği bir yere oturdum. Diğer arkadaşlar dördüncü turu tamamlayınca onlarla birlikte dönecektim çaktırmadan. Ciritte rekor kırmış olan üniversiteli Mustafa Ağabey bağırmaya başladı.
    -“Hocam Damra kaytarıyor, 3 tur koştu( gülerek)” hoca avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamışta:
    -“Damra!
    -Evet hocam” dedim gevrek gevrek gülerek.
    -“Çabuk fırla, fırla dedim!
    -Hocam bugün üç tur yeter ya, gelirken yirmi beş dakika yürüdük zaten.
    -Mazeret yok, koş hadi”
    Kurtuluş yoktu, anlaşıldı.koşumu bitirdim. Atışlara başladık. Yusuf abiyle birlikte sırayla atıyorduk disklerimizi. Sıra bendeydi. Gittim diskimi almak için yere eğildiğimde ne olduğunu anamadan bir sıcaklık duydum. Arkasından şiddetli bir acı. Ama nereden geldiğini anlamamıştım. Birden yere yığıldım. Bütün bunlar on saniye içinde olmasına rağmen sanki zaman durmuştu ve bir tek ben hareket edebiliyordum diğerleri donmuştu sanki. Hocam bağırıyordu. Yerde bir çekiç vardı ve nereme isabet ettiğini anlamaya çalışıyordum. Otuz metre arkamızdaki çekiç atma bölümündeki grup bana doğru koşuyor, stadta tur atan sporcuların hepsi bize doğru bakıyordu. Yüzümden aşağı kanlar akıyordu. Sıcacık ve çok pis bir kokuydu. Her yerim uyuşuyordu sanki. Son kez gözlerim diske takıldı. O da ben gibi yerde, yanıbaşımdaydı.” Ambulans ambulans!” çığlıkları duyabildiğim son seslerdi. Gözlerim kapanıyordu. Yanımda Kamile hıçkırıklarla ağlıyordu. Meğer Nilgün diye geçen yılın çekiçte Türkiye üçüncüsü bir kız yeni çekiç öğrenen bir gruba teknikleri gösterirken, normalde dört kilogramlık çekiç atmasına rağmen üç kilogramlık çekici almış ve tüm gücüyle atmış. O da otuz metreden benim kafama gelmiş.
    Ölüm öncesinde yorgunluk var gözlerimde…gölgem bile fırsat kolluyor, boğmak için düşümde…









    SON



      Forum Saati Cuma Nis. 19, 2024 4:36 am