Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    takas isimli roman

    avatar
    01001060009.


    Mesaj Sayısı : 1
    Kayıt tarihi : 24/12/10

    takas isimli roman Empty takas isimli roman

    Mesaj  01001060009. C.tesi Ara. 25, 2010 9:32 am

    TAKAS

    Bir var oluş serüveni yeniden başlıyordu. Binlerce yıldır olageldiği gibi…
    Bu hareketliliğin içinde herkesin konumu belliydi. Bu yüzden her şey kendisine ayrılmış olan yeri arıyordu. Yine böyle bir günde, yağmur damlaları birbirleriyle yarışırcasına özlerinden (bulutlardan) ayrılıp yeni bir öze (toprağa) ulaşabilmek için var güçleriyle çabalıyorlardı. Hepsi için bu çabanın bir sonucu vardı. Onlar telaşla Arnavut kaldırımlarının arasından toprağa süzülürken sokağın başında bir karartı belirdi. Karaltının seri ve sık adımları birbirini takip etti, yer yer çamurlu su birikintisine bata çıka hafif aydınlatılmış iki katlı binaya dalıverdi. Bu karaltının sahibi otuz - otuz beş yaşlarında, keten pantolonlu, kısa siyah ceketli, yine siyah olan şapkasının kenarlarından kıvırcık siyah saçları dağılmış genç bir adamdı. Genç adam barın karanlık ortamında kendisine uygun bir yer bulabilmek için birkaç saniye etrafını taradı ve barmenin çaprazındaki yüksekçe bir tabureye oturdu. Fark ettirmeden çevresini süzmeye başladı. Gözü önce barmene takıldı. Barmen maharetle muhtemelen birkaç dakika önce sipariş verilmiş kokteylleri hazırlamakla meşguldü. Kendisini öylesine kaptırmıştı ki müziğin de etkisiyle bir sağa bir sola kokteyllerle birlikte sallanıyordu. Arkadan sarhoş, sabırsız bir ses barmene doğru elini kolunu savurarak,
    ─ E hadi ama… Bizi sabaha kadar bekleterek cebine birkaç metalik fazla mı atacağını zannediyorsun? Böyle bir düşüncen varsa bundan bir an önce vazgeç! Çünkü yolunacak kaz biz değiliz!
    Biraz önce gelen genç adamı işaret ederek,
    ─ Kazlar bu saatte gelirler çünkü. Dedi ve ardından kötü bir kahkaha fırlattı. Bu ses tüm havayı kapladı ve bir anda müziğin genişliğinde kayboldu. Genç adam bu sataşmayı hiç kale almamış gibi bir tavır takınarak önüne döndü. İçeceğini sipariş vermek istedi. Sonra bundan vazgeçti. Canı sıkkın, kafasını çevirdi. Bu defa da sağ taburede oturan, yirmi beş – yirmi altı yaşlarında gösteren kısa boylu hafif sıska bir delikanlı dikkatini çekti. Delikanlı ince, kemikli parmaklarıyla elindeki paslanmaya yüz tutmuş ve artık yavaş yavaş renk değiştirmeye başlamış olan tek anahtarı çevirip duruyordu. Aniden durdu. Bir elinde bardak diğerinde anahtar yumruklarını sıkmaya çalıştı. Bardağı tutan parmakları birleşmeyince bardağı sert bir biçimde masaya koydu. Diğer avucuna açıp, anahtarı yüzüne iyice yaklaştırdı. Kendisine ait değilmişçesine hayretle anahtarın kıvrımlarını süzdü. Gözü anahtardaki yazıda takılı kaldı. Sonra maharetli bir el çabukluğuyla anahtarı ceketinin sol cebine bırakıverdi. Bardağını kavradı bir dikişte bitirdi. Başını masanın üzerine koymadan önce,
    ─ Aynısından bir tane daha dedi barmene.
    Kollarıyla yüzünü kapattı. Delikanlının yorgun ve çaresiz olduğu her halinden belliydi. Başını tekrar masadan kaldırırken hafif uzamış saçlarını geriye doğru attı. Delikanlı yanındaki adamın kendisini bir süredir izlediğinin farkındaydı ona doğru dönüp gözlerini genç adamın önündeki boş masaya dikerek,
    ─ İyi akşamlar bayım dedi. Artık siparişlerinizi vermeniz gerekmiyor mu? Bakın ben ikinci bardaktayım. Buranın keyfi de böyle çıkıyor işte.
    Genç adam derin bir uykudan uyanırcasına irkildi. Ne zamandır bu vaziyetteydi? Kendisi bile kestiremedi. Biraz mahcup ama bozuntuya vermeden,
    ─ Haklısınız. Seçenek çok olunca karar vermek zorlaşıyor dedi.
    Barmene dönüp elini kaldırarak,
    ─ Bana bir vişne votka dedi. Pintilik yapıp votkasını az koymayın ama…
    Bu uzun sessizliği genç adam bozarak,
    ─ Bu bar on iki yıl önce de bu haldeydi. Genç adam anlattıklarının daha canlı anlaşılabilmesi için parmağını tek tek gördüğü her ayrıntıda gezdirerek,
    ─ Bakın! Şu masa, koltuk, döşeme, bu bardak… Gördüğünüz her şey aynı. Yani hepsi, geçmişe ait bir yerden... Buranın ne ambiyansında ne de sakinlerinde bir değişiklik oldu.
    Vücuduyla delikanlıya doğru eğilerek,
    ─ Sizi ilk kez görüyorum bu mekânda. Buraların yabancısı mısınız?
    Delikanlının dudağının kenarında alaycı bir gülümse belirdi.
    ─ Anlattıklarınızdan buranın müdavimlerinden olduğunuzu anlamak güç değil bayım. Bunu daha açık bir şekilde dile getirebilirdiniz.
    Kaşlarını kaldırarak,
    ─ Lafı niçin bu kadar dolandırdınız ki?
    Genç adam beklemediği bu çıkış karşısında afallayarak,
    ─ Evet. Yenileri kolayca ayırabilirim. Suretler zihnimden asla gitmez!
    ─ Bu durumda farkında olmadan zihninizin bir yerine konumlanmış mı oldum?
    ─ Bir nevi.
    Delikanlı umursamaz bir el hareketiyle,
    ─ Peki, bu bir tehlike mi benim için?
    ─ Bence buna beni tanıdıktan sonra karar verin bayım.
    ─ Tamam. Tanışalım o halde. Ben Paul PETROVİÇ. Çevirmenim. Daha doğrusu okulum yarım kalınca bu işe başladım. Zor iştir çevirmenlik. Çoğu zaman somun ekmeğe ve bir parça salama mahkûmdurlar. Karın tokluğuna anlayacağın. Şansın varsa arada bir yağlı kapıya denk gelirsin.
    Oturduğu taburenin ucuna kadar gelerek,
    ─ Ne sabit bir yeri vardır bizim gibilerin ne de bir düzeni. Akşam ne yiyeceğini akşam olunca düşünen, hayatı doğaçlama yaşayan tipleriz.
    Omuzlarını kaldırıp yumuşak bir hareketle indirerek,
    ─ Ne yaparsın!
    Paul sözlerini tamamladıktan sonra soru dolu bakışlarını henüz adını bilmediği genç adama çevirdi,
    ─ Sıra sizde. Şimdi de siz benim şablonumu doldurun.
    ─ Ben de Galilei TOPALOVİÇ. Doktorum. Çoğu zaman biyoloji ve psikoloji üzerinde yoğunlaşıyorum. Geliştirmem gereken projeler var. Bulmam gereken teoriler! Karışık işlemler tuhaf bağlantılar. Ama ben bunlardan keyif alıyorum. Zaten bu işi istemesem devam ettiremezdim değil mi?
    ─ İnsanlar bazen memnun olmadıkları şeylerle muhatap olurlar bayım. Bakın iyi bakın karşınızda bunun en canlı örneği var! Belki bu güne kadar o ışıklı, şaşalı dünyanızın dışında küçük; ama hayat belirtisi gösteren insanlarla muhatap bile olmamışsınızdır.
    Yine alaycı tavrını takınarak,
    ─ Oldunuz mu yoksa?
    Yavaş yavaş hareketlenerek,
    ─ Gitmeliyim artık. İçecekleri siz ısmarlasaydınız, tanıştığıma daha çok memnun olurdum inanın bana.
    Bu sözler Paul’ un ağzından dökülürken muzip bir gülümseme yayıldı yüzüne. Burnu votkanın etkisiyle kızarmıştı. Masadan destek alarak ayağa kalktı. Elini Galilei’ ye uzattı. Galilei de elini lafını sakınmayan zeki bakışlı delikanlıya uzattı. El sıkıştılar. Paul barın gıcırdayan tahta döşemesinde ilerlerken arkasını dönüp başıyla Galilei’yi başıyla selamlayarak,
    ─ Görüşmek üzere bayım. Dedi, cevabı beklemeden hızlı adımlarla çıkışa yöneldi, gözden kayboldu.
    ●●●


    (Sahne aydınlanır. Einstein ve Elsa kahve içmektedirler.)
    EINSTEIN – (Masada kahveden bir yudum alır.) Eline sağlık Elsa.
    ELSA – Afiyet olsun. (Kapı vurulur. Leo girer. Oldukça heyecanlı)
    LEO – Einstein!
    EINSTEIN – (Leo'ya doğru bir iki adım atar.) N' oldu Leo? Otur şöyle. Lütfen sakin ol. Elsa, sevgili meslektaşıma bir kahve getirir misin? (Elsa çıkar.)
    LEO – (Kendini koltuğa bırakmıştır.) Einstein! Almanya senin bulduğun e=mc² formülüne korkunç bir uygulama alanı bulmuş! Alman bilim adamları atomu parçalamışlar! Yakında akıl almaz güçlü bir bomba yapabilecekler!
    EINSTEIN – (Eli ayağı titreyerek masaya yönelir.) Hayır olmaz! Olmamalı! Bu korkunç bir şey! (Kalem ve kâğıt alır.) ABD Başkanı Roosevelt'e bu durumu bildireceğim. (Sahne kararır.)
    (Hitler'in konuşma yaptığı kürsüde ABD Başkanı Roosevelt görülmektedir. İzleyicileri süzer.)
    ROOSEVELT – Çok değerli bilim adamları! Ünlü Alman fizikçi Einstein'dan bir mektup aldım. Hitler atom bombası yapıyormuş. Bu duruma engel olmamı istiyor. Mümkün değil... Rakiplerimiz bomba yaparken bizler boş duramayız. Biz neden atom bombası yapmayalım. Bunu sizden istiyorum. Einstein gibi karşı çıkarsanız eğer... Bilin ki vatan hainisiniz!
    (Sahne aydınlanır. Einstein ayağa kalkar. Sahne önüne gelir. İzleyicilere)
    EINSTEIN – Ben e=mc² formülünü insanlığın yararına kullanılsın diye bulmuştum. Böyle olmasını hiç istemedim. Atom bombasının yapılmasının yapılmasına, yaşadığım sürece karşı çıktım. Evrenin yasalarını değiştirdim, insanları değiştiremedim.
    Oyuncuların tamamı büyük bir alkış eşliğinde sahnenin önüne dizilmeye başladı. Seyircileri tek tek selamladılar. Alkış sesleri salonun yıllanmış duvarlarında yankılandı.
    Bu salon, altmış beş yıldır tiyatro severlere ev sahipliği yapıyordu. Eski bir yapı olması sebebiyle, sahnenin üstü, balkonunun duvarı barok tarzı taş süslemeleriyle bezenmişti. Koyu kırmızı tozlu perde iki yana doğru toplanmış, sahnenin biraz dışına taşıyordu. Yerlerle koltukların rengi birdi. Büyük cam avize, ışığı yedi renge ayırarak salonun her köşesine dağıtıyordu. İstisnasız her ayrıntıya… Tavanı genişçe işlenmiş, siyah çerçeveli gamalı haçların içleri rengarenk mozaiklerle bezenmişti. Salonun kapısı en az salonun içi kadar ihtişamlıydı. Yarısını, tiyatroyu sembolize eden renkli maskeler, kalan kısmını geometrik şekildeki ahşap oymalar oluşturuyordu. Kapının iki kanadı, ardına kadar açıldığında salonun büyük bir kısmını gözler önüne seriyordu. Oyunu seyretmek için yerini alan seyirciler, geç kalanların telaşlı adımlarına rahatça tanık oluyorlardı.
    Galilei salonun üçüncü sırasında, ayakta, keyifle oyuncuları alkışlıyordu ki balkon bölümünde Paul takıldı gözüne. Önce benzettiğini sandı, tekrar tekrar, gözlerini kısarak adamın Paul olup olmadığını anlamaya çalıştı. Paul olduğundan emin olunca, nazik bir ses tonuyla yanındakilere,
    Affedersiniz! Affedersiniz, geçebilir miyim? diyerek yol istedi.
    Aceleci adımlarla salonun kapısına kadar çıktı ve beklemeye başladı. Seyirciler yavaş yavaş salondan ayrılamaya başlayınca; salonun balkon kısmına doğru yöneldi. Merdivenleri üçer beşer tırmandı. Etrafını tarayarak bir iki metre ötedeki Paul’e yüksek sesle,
    ─ Bay Paul! Bay Paul!
    Paul o karışıklıkta kendisine seslenildiğini duyunca merakla sesin sahibini aradı. Biraz ilerisinde Galilei’yi görünce şaşkınlığını gizleyemedi. Genç adamın yanına varınca,
    ─ Bay Galilei! Sizinle bu güzel ortamda karşılaşmak keyif verici doğrusu.
    Galilei,
    ─ Bu defa benimle tanıştığınıza memnun olmak ister misiniz?
    Paul Galilei’ye takılarak,
    ─ İsterseniz sözlerinizi açın biraz.
    ─ Yani, diyorum ki… Sizi bir kahve ismarlamamı ister misiniz? Tiyatronun ilerisindeki “KafeSep”e daha önce gitmiş miydiniz?
    ─ Şu lüks kafe… Sizce, benim oraya gitmemek mümkün olabilir mi? Hele de benim oyunu balkondan izlediğimi düşününce… Ahh! Yapmayın bayım, dalga mı geçiyorsunuz benimle?
    ─ Hayır Bay Paul! Lafın gelişi söyledim, ayrıca beni kral gibi görmekten vazgeçin artık. Ben sizden sadece yarım adım öndeyim, fazlası değil.
    ─ Ama bu sizin önde olduğunuz gerçeğini değiştirmez Bay Galilei.
    ─ Tartışmamıza kafede devam etsek, nasıl olur Bay Paul? Zeki birine benziyorsunuz ki, tahmin ve gözlemlerimde yanılmam, sizden öğreneceğim çok şey var gibime geliyor.
    Paul göz kırparak,
    ─ Pekala bayım, bunu siz istediniz. Gidelim o halde.
    İki genç adam tiyatro kapısının kemeri altından kalabalığa karışarak “Norsiska” caddesine doğru ilerlediler. Cadde hem çekilmekte olan güneşin son ışıklarıyla hem de sık aralıklarla dizilmiş sokak lambalarıyla aydınlanıyordu. Sıra sıra lüks dükkânlar, restoranlar, kafeler… Bunların arasına sıkışmış yirmi senelik naif, küçük oyuncakçı, şekerci dükkânları…
    Paul ve Galilei yol boyu hiç konuşmadan küçük ama sık adımlarla kafeye yaklaştılar.
    Altın sarısı harflerle, köprü şeklinde yazılmış “KafeSep” tabelasının altından geçtiler. Girdiklerinde beyaz gömlekli, papyonlu temiz yüzlü bir garson,
    ─ Hoş geldiniz baylar, şöyle buyurun diyerek boş masalardan birini işaret etti.
    ─ Ceketlerinizi almamı ister misiniz?
    Galilei,
    ─ Hayır, teşekkürler dedi otururken.
    Garson kolunda asılı olan beyaz mendilin kenarını düzelterek,
    ─ Ne alırdınız baylar?
    Galilei,
    ─ İki kahve lütfen.
    Garson yapmacık bir tebessümle,
    ─ Yanında süt ister misiniz?
    ─ Evet, lütfen.
    Garson,
    ─ Hemen getiriyorum baylar, diyerek mutfağa doğru yöneldi.
    Paul garsonun ardından bakarken Galilei söze başladı.
    ─ Hayat ne kadar da kısa değil mi Paul? Mesela sen, kaç yaşındasın? diye sordu Paul’ün gözlerinin içine bakarak,
    Bacak bacak üstüne atan Paul,
    ─ Yirmi beş… Ama ne derler bilirsiniz, kaç yıl yaşadığınız değil, ne kadar kaliteli yaşadığınız önemlidir.
    ─ Peki sen bu yirmi beş yılı yeterince kaliteli yaşadığını düşünüyor musun Paul?
    ─ Bu soruyu yaptıklarım açısından mı cevaplamalıyım, yoksa isteyip de yapamadıklarım açısından mı?
    ─ Yapabildiklerinle bırak da sıradan insanlar uğraşsın Paul! Kimsenin umurunda olmadığını düşünsen de ben yapmak istediklerinle ilgilenmeyi tercih ediyorum.
    ─ Peki neden? Daha yeni tanıştığınız birini neden bu kadar çok önemsiyorsunuz?
    ─ Belki benim de yapmak isteyip de yapamadıklarım vardır Paul… Ve bunları kimse önemsemediği için empati yönüm bu kadar kuvvetlidir, olamaz mı?
    Paul mahcup bir ifadeyle,
    ─ Olabilir tabii.
    ─ Eee, anlatacak mısın?
    ─ Şöyle ki, dört yıl önce öğrenciydim. Hukuk Fakültesi öğrencisi… Ne yazık ki ailevi sebeplerden dolayı okulu bırakmak zorunda kaldım. Bir süre hem çalışıp hem okulu devam ettirmeyi düşündüm. Denedim de… Ama hiçbir şey istediğim gibi gitmedi. Önce işten sonra okuldan kovuldum. Yabancı dilimi geliştirmek okuldan görebildiğim tek iyi şeydi. İşte… O günden bu yana, çevirmenlikle uğraşıyorum. Şimdi asıl ilgilendiğiniz bölüme geleyim. Yani yapamadıklarıma... Ben de bazıları gibi şanslı doğmak isterdim.
    Galiei, delikanlının sözünü keserek,
    ─ Ben şansa inanamam Paul, ama bazı şeylere değer verilmesi gerektiğine inanırım.
    ─ Bazı şeylere değer vermek?
    ─ Mesela dünyaya gelmelerine sebep olduğumuz çocuklar ve onlara sunmak zorunda olduğumuz hayatlar…
    ─ Ne demek istediğinizi hala anlayamadım Bay Galiei.
    ─ Neyse, sen devam et. Bunları yeri geldiğinde açıklarım.
    Paul, ısrarın gereksiz olduğunu düşünerek,
    ─ Şans diyordum. Daha doğrusu şanslı doğmak… Siz de benzer bir his yaşadınız mı bilmiyorum. Gerçi yaşasaydınız bu kadar rahat davranamazdınız. Çocukların tutku derecesinde bağlı oldukları istekleri vardır. Önceleri bunlar için engel tanımazlar. Büyüdükçe hayat onlara engelin ne demek olduğunu yaşatarak öğretir. Çocukken paranın ne olduğu o kadar da önemli değildir, nasıl kazanıldığındansa haberimiz bile yoktur.
    Paul garsonun gelmesiyle sustu. Garson işlemeli cam tepsinin içinden beyaz desenli fincanları müşterilerinin önüne koydu ve uzaklaştı. Paul kahvesine tabağının yanındaki küçük kutu sütü boşalttı. Kahvesini karıştırırken yarım kalan sözlerine devam etti.
    ─ Sonra bir gün cebinizde birkaç ruble olmadan hiçbir şey yapamadığımızı fark ederiz. Hem insanların gözünde değersizizdir hem de toplum içindeki zavallılarızdır. Bize bu gözle bakarlar. Adım atmadıkça kendimiz için bir şeyler yapmadığımızı ya da sizin deyiminizle şu geleceği inşa edemediğimizi kavrarız. Ve ilk o zaman, anlarız ki aslında yaşamakta olduğumuz hayat pek de bize ait değildir. Başlangıcına ve ilerleyişine çok da müdahale edemediğimiz bir hayat ne kadar bizim sayılabilir ki?
    ─ Yani, yapamadıklarında senden çok başkalarının ve gelişen olayların mı sorumluluğu var?
    ─ Konunun bu kısmını pek de konuşmak istediğimi sanmıyorum Bay Galilei. Evet, ne diyordum? Benim de çocukluktan getirdiğim tutkulu isteklerim vardı. Gerçekleştirmek için elimden geleni yaptım. Ben çabaladıkça engeller şekil değiştiriyor, amaçlarım daha da ulaşılmaz oluyordu. Karşıma çıkan bu engeller beni durdurmakla kalmadı, amacıma ulaşabileceğime dair taşıdığım inancı da köreltti. Önceleri bu yenilgileri pek önemsemedim. Ancak tekrarlandıkça düştüğüm yerden kalkamaz oldum. Bir zaman sonra baktım ki, kalkmak isteyen Paul gitmiş, yerine düştüğü yeri yavaş yavaş kanıksamaya başlayan bir Paul gelmiş. Bu söylediklerimden de anlayacağınız gibi hayallerimin ne sayısı ne de ismi… Çoğunu ben bile hatırlamıyorum Engelleri aşmaya çalışırken, düştüğüm yerlerde onları yitirmiş olmalıyım. Bu açıklama yeterince tatmin edici oldu mu?
    Galilei, dikkatle dinlediği genç arkadaşına,
    ─ Açıklama demeyelim buna Paul, biz sohbet ediyoruz, bu bir sorgulama değil.
    Paul birdenbire durup yeni tanıştığı bir adama kendisi hakkında neden bu kadar çok bilgi verdiğini kestiremedi. İçini bir huzursuzluk kapladı, bu his tüm bedenini sardı. Soğumuş olan kahvesini tek yudumda başına dikerek bitirdi. Otururken sandalyesine iliştirdiği ceketini aldı ve ayağa kalktı. Bunları o kadar çabuk gerçekleştirmişti ki Galilei olanlara bir anlam veremedi. O da ayağa kalkmak için yeltenirken,
    ─ Bu kadar çabuk mu kalkıyorsun Paul? Tam da sohbetin en keyifli yerinde…
    Paul, gen ç adamın yüzüne anlamsızca bakarak,
    ─ Gitmeyelim, dedi.
    Galilei,
    ─ Görüşmek üzere o zaman.
    Paul,
    ─ Bir daha karşılaşır mıyız? Pek sanmam diye mırıldandı ve kafenin çıkışına yöneldi.


    ●●●

    Paul telefonun tiz sesiyle gözlerini araladı güne. El yordamıyla telefonunu aradı. Onu akşamdan bir köşeye ters çıkararak fırlattığı kıyafetlerinin arasında buldu. Yeni uyanmış olduğunu gizlemeye çalışarak,
     Alo! dedi.
    Telefonun diğer ucundaki ses,
     Alo Paul! Ben Katya, nasılsın kardeşim?
     Katya! İyiyim, ya sen?
     Ben de iyiyim, ancak bu aralar biraz paraya ihtiyacımız var. Bunun için aramıştım.
     Ne kadar lazım ve ne zamana tabii...
     Bin iki yüz ruble. İki haftaya kadar yollarsan iyi olur.
     Tamam, denkleştirince yollarım. Anneme sevgilerimi ilet.
     Peki, kendine iyi bak Paul, görüşürüz.
     Hoşça kal.
    Paul uykusunun en tatlı yerinde uyandırılmanın asabiyetiyle üzerini değiştirdi. Birkaç ay önce kiraladığı bu oda ne kadar da ruh daraltıcı bir yerdi. İkinci el eşyalar, badanasız duvarlar… Cebindeki bozuk paraları şıngırdatarak kendini sokağa attı. Petersburg’un serin havası bir nebze de olsa kendine getirmişti onu. Onunla beraber uyanmış şehrin diğer sakinlerinin arasına karışarak parkın yolunu tuttu. Eskimiş ayakkabılarını batan çakıl taşlarını hissederek parkın ağaçlıklı yolunda ilerledi. Uzaktan rüzgârın etkisiyle savrulan yaprakların sesini duyuyordu Paul. Bu sesler çocukluğunda kalan mutlu anları anımsattı ona. İşte yine geçmişin mutluluğuna tutunuyordu. Böyle davranmaya devam ettikçe yaşadığı anı kaçıracağını anlamıştı ama bu küçük mutluluklardan duyduğu hazzın yerini hiçbir şey tutmuyordu. İçindeki tatlı huzurun sona ermesinden korkarak gözlerini kapadı. Kendini seslerin dansına bıraktı. Katya ile zaman geçirdikleri o büyük bahçelerini anımsadı sonra. Annesinin yemeğe çağıran sesini… Tam da bu anda hayali kararmaya başladı. İri cüsseli bir gölge düştü Katya ile üzerlerine. Mutluluklarını alıp giden, arkasında gülümseten hiçbir şey bırakmayan kara bir gölge… Sonra da o bildik gürültüyle irkildi. “Siz hala dışarıda mısınız?” Ensesinden bir tokat yemiş gibi kendine geldi Paul. Bu hayalin sonunu bilse de kurmaktan kendini alamıyordu. Huzursuzca kımıldandı olduğu yerde.
     Mutlu olma hakkımın elimden alındığı yetmiyormuş gibi, hayallerim bile gölgeleniyor diye mırıldandı.
    Az önce kafasından geçenleri silip atmak istercesine başını sağa sola salladı Paul. Kendine gelmesi birkaç saniye sürdü, kendini oyalayabilecek bir şey bulmak için etrafına bakındı. Bu parka uzun zamandır gelmemişti. Farklı bir ortamda olmak her zaman heyecan vermişti ona.
    Zaten hayatının tek ayrıcalıklı noktasını “yeni yerler ve yeni insanlar” olarak tanımlamıyor muydu? Parkın girişindeki büfeden aldığı kahve ve çikolatalı çörekle gördüğü ilk boş banka oturmayı planlıyordu ki; önünden geçmekte olduğu banktan tanıdık bir ses,
    ─ Paul! Seni yeniden görmek ne güzel diye seslendi.
    Sesin sahibi Galilei, her zamanki kendinden emin tavrıyla banka kurulmuştu. Üzerinde kahve keten pantolon ve renkli çizgili bir gömlek vardı. Boyuna çizgiler onu olduğundan uzun gösteriyordu. Ama en dikkat çekici noktası kolundaki İsviçre saatiydi. Saatin çerçevesi kurşuni tırtıklarla çevrili, camı iki kat, yelkovan ve akrebin birleşim noktası ise küçük siyah bir taşla tutturulmuştu.
    ─ Galilei! Bu ne ilginç bir tesadüf böyle!
    Genç adam kibar bir el işaretiyle,
    ─ Otursana, dedi.
    Paul elindekilerle bankın serin tahtasına yerleşmeye çalışırken,
    ─ Çörek? dedi çöreğini paylaşmak istemeyen bir çocuk edasıyla.
    ─ Yok, sağ ol, kahvaltımı yaptım.
    Delikanlı, çörekten koca bir ısırık alıp, kahvesini yudumladıktan sonra, alaycı bir havayla karışık,
    ─ Eee, doktor bey! Sizin perşembeleri mesainiz yok mu?
    ─ Hayır, bu aralar çok önemli bir araştırmayla meşgul olduğum için memur gibi rutin çalışmıyorum. Çalışmama evimde devam ediyorum.
    ─ Araştırma konusu nedir?
    ─ Konu şu: rüyalar dış müdahalelere açık mıdır? Yani ikinci bir kişi rüyaya isteyerek dâhil olabilir mi?
    Paul umursamaz bir tavırla,
    ─ Peki, araştırmanın hangi aşamasındasınız?
    ─ Uygulanabilirlik aşaması…
    Genç adam, delikanlının nasıl bir tepki vereceğini kestirmeye çalışarak göz ucuyla onu süzdü ve şöyle devam etti,
    ─ Düşündüğün kadar basit bir çaba değil bu Paul! İnsanların hayatlarını dahi değiştirmek mümkün... Mesela senin gibi, işinden, hayatından memnun olmayan o kadar çok insan var ki… Onların hayatında tek bir şey eksik: küçük bir değişiklik. Yani daha önceki yanlış hamleyi lehlerine çevirmekte iş.
    Kaşlarını kaldırıp, gözlerindeki umut dolu bakışları Paul’e aşılamak istercesine,
    ─ Bu değişiklik sonradan elde edebileceklerinin yanında o kadar küçük ki… Hayal et Paul! İstediğin çoğu şeye sahip olduğunu hayal et! Hem de bu kadar çabalayıp da elde edememişken…
    Galilei sustu. Birazdan Paul’un zihninden geçeceğine emin olduğu düşüncelerden memnun keyifle arkasına yaslandı. Bacak bacak üstüne attı. Kendisini rüzgârın esintisine bırakarak bakışlarını parkın çimenlerinde gezdirdi. Son olarak, gözlerini yerde bulduğu ekmek parçasını tırtıklamaya çalışan güvercinde sabitledi. Güvercinin tüylerinin arasında esen yeli görebiliyordu Galilei. Güvercin kendisine bakıldığını hissetmişçesine yanlarından uzaklaştı. Söz sırası, şu hafif uzun saçlı, sivri burunlu iki günlük dostuna geçmişti. Paul içinde bir kıpırtı hissetti. Bu gerçek olabilir miydi? Dışlanmışlığa, hor görülmüşlüğe bir son vermek… Daha iyi şartlarda hayatın hakkını vererek yaşamak… Paul, yıllardır yapmaya çalıştıklarını gözden geçirdi, bir arpa boyu yol kat edememişti. İlerleyememesi bir yana, sahip olduğu küçük itibarı da kaybetmişti. Daha geçen gün çevirmenlik için başvurduğu yayınevinin patronu yıllarca aynı sırayı paylaştığı arkadaşı Alexisis değil miydi? Alexisis yardım etmek bir yana, onu tanımazlıktan gelmemiş miydi? Herkesin içinde rezil olmak onurunu kırmıştı. Yayınevinden çıkıp, kendini yola attığında da bunu düşünmüştü. Onun Alexisis’le arasında ne fark vardı? Alexisis iş hayatında bunca yükselmişken Paul neyle vakit öldürüyordu? İşte yine aynı noktaya takılıp kalmıştı: Paul’ün girişimci ruhunu beslemek yerine karnını doyurması gerekiyordu o yıllarda. Üstelik ailesinin ve küçük kardeşi Katya’nın sorumluluğu da onun omuzlarında değil miydi? Bunlardan bahsedip doktorun tezini çürütmeyi aklından geçirdi. Ne demişti Galilei? “Şansa inanmam, ama bazı şeylere değer verilmesi gerektiğine inanıyorum.” Peki, bu olanlar şanssızlık değil de neydi? Kelimeler dilinin ucuna geldi ama delikanlı bu konu da tartışacak gücü bile kendinde bulamadı. Sabırsızlık ve heyecanla farkında olmadan şunlar döküldü dudaklarından,
    ─ Doktor Bey, bir mahzuru olmazsa size çalışmalarınızda eşlik edebilir miyim? Bir gözlemci olarak yani…
    Galilei’nin beklediği soru tam olarak bu olmasa da zafer kazanmış bir komutan edasıyla,
    ─ Tabii ki Paul, önyargılı bir gözlemci için umut vaat edici bir adım. E hadi kalk öyleyse! Şu an itibariyle benden öğle yemeği teklifi aldın.
    Uzun bir aradan sonra boğazından nefis yemeklerin geçeceğini hayal eden Paul’ün gözleri parladı. Neşeli bir ses tonuyla,
    ─ Bu sana pahalıya mal olur, uyarmış olayım.
    ─ Buyurun, gidelim öyleyse…
    İki adam konuşarak parktan çıktılar. Yan yana yürümeye başlayınca delikanlı durumdaki ilginçliği daha fazla fark ediyordu. Üç gün geçmişti ama bu adamla üçüncü karşılaşmalarıydı. Ve onun hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. Kaldı ki, kendi hakkında çok fazla bilgi vermişti. Kimdi bu adam? Onunla niye bu kadar çok ilgileniyordu? Belki doktor bile değildi, nereden bilecekti ki? Buna inanmasını gerektiren hiçbir kanıt yoktu elinde ya da tanık olduğu herhangi bir olay… Bu şüpheciliğinden bir an kendisi bile utandı, mahcup bir tavırla kaçamak bir bakış fırlattı doktora. Adamcağızın olan bitenden haberi bile yoktu. Kuşkularını anacak soru sorarak aşabileceğini düşünen Paul,
    ─ Bay Galilei, ben kendimden yeterince söz ettim sanırım. Ama sizin hakkınızda hiçbir şey bilmiyorum. Bana biraz kendinizden bahseder misiniz? Mesela aileniz, nerde yaşıyorlar?
    ─ Benim bir ailem yok Paul, ben küçükken öldüler. Yetiştirme yurdunda büyüdüm, oradaki ailemi sorarsan, evet yaklaşık bin çocuktan oluşan dev bir ailem vardı. Doktor olmak istememin sebebi biraz da bu sanırım, benim durumumda olan çocuklara yardım etmek için bu mesleği seçtim. Bunları birebir yaşamamış biri olarak, onları en iyi ben anlayabilirim. Oradan ayrıldığımdan beri defalarca ziyarete gittim, eşim de bu ziyaretlerden çok keyif alırdı.
    ─ Bir eşin olduğunu bilmiyordum, evli olduğundan hiç bahsetmemiştin dedi Paul şaşkın bir ifadeyle.
    ─ Vardı, ama artık yok. Her neyse, ne diyordum?
    ─ Yurttan bahsediyordun dedi Paul hevesi kursağında kalarak. Eşine ne olduğunu sormak istese de doktorun keskin ses tonu onu bu düşüncesinden vazgeçirmişti.
    ─ Ha evet, yurt…
    Özlem dolu bir gülümse yayıldı yüzüne.
    ─ Yurtta biz üç arkadaş birbirimizden hiç ayrılmazdık. Pavel, Nikolay ve ben Galilei… Hikâyelerimiz birbirinden çok da farklı değildi. Pavel hariç… Onun bir ailesi vardı, en azından annesinin yaşadığını biliyorduk. Bunu bir tesadüf sonucu öğrenmiştik. Yurt müdürüne gelen postaları odasına kadar ben taşırdım, bir gün gelen mektuplardan birinin arkasında Pavel’le aynı soy isimde bir isim yazdığını gördüm. Mektubu sessizce ceketimin iç cebine yerleştirdim, kalan postaları müdürün odasına bırakıp koşarak yatakhaneye geldim. Pavel ve Nikolay benim bu telaşıma bir anlam veremeyerek bir an önce ne olduğunu anlattırmaya çalıştılar. Soluk soluğa kalmıştım, mektubu cebimden çıkarıp Pavel’e uzattım. Ne olduğunu anlamadan kaptı kâğıdı elimden. Zarfın üzerindeki ismi okuyunca şaşkınlığı daha da arttı, gözleri donuk bir hal aldı. Telaşla zarfın kenarını yırttı. İçindekini çıkardığında, ben ve Nikolay da yanına dizilmiştik. Hepimiz meraklı gözlerle mektubun üstüne eğildik. Mektup Pavel’den “torunum” diye bahseden birinden geliyordu. Muhtemelen mektubu yazan kişi büyükannesiydi, soyadları da uyuyordu. Mektupta, Pavel’in ne durumda olduğunu öğrenmek istiyor, maddi imkânları el vermediğinden onu yanına alamayacağını; ancak annesinin izini bulduklarından bahsediyordu. Bunun yanında, Pavel’in annesinin açık adresini de bildiriyordu. Pavel, mektubu titrek sesiyle tamamladıktan sonra hıçkırıklara boğuldu. Çocukluk işte, biz de arkadaşımızı o halde görünce ağlamaya başladık. Aramızda ilk sakinleşen Nikolay olmuştu. Mektubu Pavel’in elinden alarak bu duygu harbine son verdi. Daha sonra Nikolay’la bir olup Pavel’i ikna çabalarına giriştik. İknamız şu yöndeydi: Pavel’i annesiyle ya da büyükannesiyle görüştürmek, yüzleştirmek. Onu, bu andan sonra aramızdaki en şanslı kişi olarak görmeye başlamıştık. Onu merak eden, arayıp soran yakınları vardı. Bu bizim gibiler için ne büyük bir nimetti, bunu anlayamazsın Paul!
    Bu sırada kendi çocukluğunu düşündü Paul, daldığı derin düşüncelerden Galilei’nin sesi ayırdı onu.
    ─ Önce yurdun arşivinden Pavel’i buraya kimin bıraktığını öğrendik. Bırakan kişi annesinden başkası değildi. İşin ilginç kısmı annesinin yaşıyor olmasına rağmen oğlunu yanına almamasıydı. Çocuk aklımızla buna bir anlam veremiyorduk. Sorularımızın cevabını yurttan kaçıp büyükannesinin verdiği adrese gittiğimiz gün bulduk. Pavel’in annesi ve kurduğu yeni aile her şeyi açıklıyordu. Kapıyı açan adam, bizi sokak çocuğu sanıp kovmaya kalkınca Pavel var gücüyle annesinin adını bağırdı. Kapıdaki adamın arkasında bir kadın belirdi. İnce sarı yüzü adının anılmasıyla gerilmişti, dudakları titriyordu. Adam, karısına dönerek bu çocuğun kim olduğunu, adını nerden bildiğini soruyordu. Soruları yersizdi, gözleri birbirine kilitlenmiş kadın ve çocuğun yüzlerindeki benzerlik fark edilmeyecek gibi değildi. Kadın son gücüyle “Defolun buradan!” diye bağırdı. Yapacak bir şeyimiz yoktu. İşiteceğimiz azarı bile bile yurda geri döndük. Üçümüzün birden yurttan ayrılması ortalığı birbirine katmıştı. Hepimiz yıl sonuna kadar cezalıydık. Ama ne aldığımız ceza ne de yediğimiz dayak hepimizin içten içe umut bağladığı o kadının sözleri kadar üzmemişti.
    Paul, Galilei’den böyle bir hikâye dinleyeceğini hiç ummamıştı. Biraz önceki şüphelerinden bir kez daha utandı.
    ─ O günden sonra yapayalnız olduğumuza kanaat getirdik. Birbirimize daha çok kenetlendik. Bütün bu şanssızlıklara rağmen ben ve Pavel doktor olduk, Nikolay da hukukçu… İşte şansa bu yüzden inanmıyorum, biz her şeyi, herkese rağmen mücadele ederek yaptık!
    ─ Peki, hala görüşüyor musunuz?
    Galilei muzurca gülerek,
    ─ Yurttaki günlerimiz kadar değil tabii, hepimiz bir yerdeyiz. Ama görüşme fırsatını bulunca hiç affetmiyoruz.
    İki adam şehrin dar ve tarih kokan sokaklarından birine daldılar. Sokak sağlı sollu apartmanlarla çevrilmişti. Evlerin rengini kaldırımların rengini almış, yer yer çöp öbeklerine rastlanıyordu. Sokağın baştan dördüncü apartmanına girdiler. Gündüz olmasına rağmen hafif loş olan binanın ikinci katına çıktılar. Yukarıya çıktıkça hava ağırlaşmıştı. Galilei, seri bir şekilde anahtarını cebinden çıkardı, evinin kapısını açtı. Misafirine girmesi için yol verdi. Galilei’nin evi ilk bakışta küçük; ama daha dikkatli bakılınca eşyalarının yeri konumuyla genişlemiş izlenimini yaratan mütevazı bir ortamdı. Uzun koridora açılan üç kapı bulunuyordu. Giriş kapısının yanında ahşaptan yapılma bir anahtarlık, biraz ilerisinde üç dört ceketlik bir portmanto vardı. Yerdeki ince halının rengi karanlık koridoru daha da boğmuştu, tavanda asılı duran lamba bu karanlığı ortadan kaldırmak için yetersiz kalmıştı. Bu karanlık ortamın sıkıntısı Paul’e de yansımıştı. Zaten oldu olası kapalı ve ışıksız yerleri sevmezdi, barlar hariç… Birlikte koridorun sonundaki salona geçtiler. Galilei,
    ─ Anna! Anna! diye seslendi.
    Salonun kapısında elli yaşlarında tombulca, çekik gözlü hafif aklaşmış saçları beyaz örtüsünün altından çıkmak için uğraşan bir kadın belirdi. Kadın mutfak önlüğünü öylesine sıkmıştı ki nefes almakta güçlük çekiyordu. Ama bunun bu durumu yadırgamadığı her halinden belliydi. Anna genel olarak hiçbir şeyden şikâyet etmezdi. Ne bu evde yalnız kalmasından, ne hiç çocuk sahibi olamamasından, ne de aldığı parayı harcayacak bir yer bulamamasından… Şikayetçi olmamasının yanında oldukça da ketumdu. Soru sormaz, merak etmezdi. Galilei’ye katlanabilmenin yolunu bu şekilde bulmuş olmalıydı. Ve Galilei de onu bu sebeplerden ötürü yanında tutuyordu. Anna, bu evin temizliğini, yemeğini, alışverişini, bahçe ve balkon düzenini üstlenmişti. Aldığı ücret tatminkârdı ve işini en iyi şekilde yapmaya çalışıyordu.
    Galilei,
    ─ Anna bak misafirimiz var, bu bay Petroviç. Bize güzel bir sofra hazırla, diye emir verdi.
    Paul’ün daha önce hiç duymadığı bir aksanla,
    ─ Peki efendim, yarım saate hazırlarım dedi.
    Paul’e hitaben,
    ─ Hoş geldiniz Bay Petroviç.
    ─ Hoş bulduk.
    Galilei,
    ─ Anna, işin bittikten sonra gidebilirsin, dedi.
    Bunu duyan Anna, iki adamı yalnız bıraktı.
    Bulundukları salon apartmanın dışına göre çok ve temiz düzenliydi. Odanın bir köşesini tabandan tavana kadar uzanan dört bölmeli kütüphane, onun önünü pencereye yakın çalışma masası, ortayı bir doğu kilimi, kenarları ikişer kişilik koltuk ve duvarı ise imzasız tablolar süslüyordu. Paul’ün dikkatini ilk çalışma masasının üzerindeki boş çerçeve çekti. Ama daha fazla üstünde durmayarak, Galilei’ye dönerek,
    ─ Kaç yıldır yalnız yaşıyorsun?
    ─ Sekiz yıldır. Anlattığım gibi karım beni terk ettiği günden beri… Her türlü ev işini Anna yapıyor. Uzun zamandır tanıyorum kendisini. Çok güvenilir biridir.
    ─ İlginç, hem itibar sahibisin hem de zengin… Karın neden terk etti seni?
    Galilei huzursuzca kımıldandı.
    ─ Kendimizce anlaşamadığımız noktalar vardı, bunlardan bahsetmek istemiyorum, dedi oturmakta olduğu yerden doğrulmaya çalışırken.
    Galilei, kütüphanesinin hizasındaki kasaya yöneldi. Tüm vücuduyla kasanın önünü kapatarak şifreyi girdi. Açılan kapağın arkasından gri tonda bir kutu çıkardı ve çalışma masasının başına geçti. İçi lacivert kadife kaplı bu kutudan sıvı dolu birkaç tüp ve şırınga çıkardı. Tüpü sallayarak Paul’e gösterirken,
    ─ Beraber müthiş bir yolculuğa çıkmaya ne dersin?
    Paul şaşkın şaşkın,
    ─ Ne yolculuğu?
    ─ Parkta bahsettiğim yolculuk…
    ─ Nasıl yani?
    ─ Ben daha önce denedim bayım, yoksa benden mi çekiniyorsun?
    ─ Sizi daha ne kadar tanıyorum ki, o tür bir yolculuğa çıkayım?
    Galilei gizem dolu bakışlarla,
    ─ O halde burada ne işin var?
    Paul, o ana kadar gerçekten de bu eve niçin geldiğini sorgulamamıştı. Günlerdir, hasret olduğu dört dörtlük bir sofra hayali miydi onu buraya getiren, yoksa yalnızlık mı? Galilei dalgaya alıyormuş gibi görünse de ona karşı bir güven hissetmişti. Kaldı ki Paul, hayatında en çok altıncı hissine güvenirdi. Bir an bütün cesaretini toplayarak,
    ─ Yolculuğun şartları neler? Nasıl gidip geleceğiz? Böyle bir şey mümkün mü?
    ─ Şöyle ki; hem sana hem kendime bu sıvıyı enjekte edeceğim. Şu görmüş olduğun cihazdaki kabloları şakaklarımıza yerleştireceğiz. Cihaz beynimizdeki dalgaları kaydedecek ve dosya haline dönüştürecek. Daha sonra bu çıkan verileri seninle inceleyeceğiz. Sıvıyı enjekte etmemizin sebebi de az önce üzerinde durduğum sistematik dalgaların beyinden cihaza aktarılması ve uyku pozisyonunu almamız için gerekli. İşlemin gerçekleşebilmesi için yatay bir vaziyette olmak şart. Sırt ve ayaklar düz, baş vücuttan hafif yüksekte olmalı. Gerekli olan ortam sağlandıktan sonra uyku durumuna geçeceğiz. Hem sen hem de ben… Gerisini biliyorsun zaten.
    ─ Nasıl döneceğimizin cevabını vermedin henüz?
    Paul eksik bir noktayı yüze vurmanın keyfi ile oturduğu koltuğa iyice yerleşti.
    ─ Bu sıvı bir uyuşturucu değil, sakinleştirici. Kafanda soru işareti kalmaması için bunu açıklıyorum. Bilirsin rüyamızdan ani bir darbe almışçasına ya da yüksek bir yerden boşluğa düşermiş hissine kapılarak uyanırız. Biz de öyle yapacağız. Tek dikkat etmeni istediğim nokta, kendine zarar gelmesini engellemen. Aksi takdirde arafta kalabilirsin. Bu kadarını da göze alabilirsin, öyle değil mi? Tehlike yok denecek kadar az…
    Paul, kendinden emin kararlı bir sesle,
    ─ Evet, ne kadar vaktimizi alacak bu durum?
    ─ En fazla altı saniyemizi, tabii buranın saatiyle… Ama bu süre bize rüyada bir saate karşılık gelecek.
    ─ Oldukça heyecan verici geliyor kulağa!
    Sabırsızca,
    ─ Gidelim öyleyse!
    Galilei, Paul’ün bu sabırsızlığını küçük bir çocuğun şekere ulaşma çabasına benzeterek,
    ─ Zaten ben de bunu teklif edecektim. Sen şu koltuğa uzan, diyerek elindeki yastığı ona uzattı.
    ─ Ben de yanındakine…
    Galilei, bu sırada şırıngaları ayarlıyordu. Paul bordo renkli kadife koltuğa uzandı, başının altına Galilei’nin verdiği yastığı alarak gömleğinin kolunu sıvadı. Ucu yumuşak plastikten yapılmış dikdörtgen kabloların serinliği şakaklarını kaplamıştı. Sıvının içine doğru aktığını duyumsamaya başladı. Gözleri yavaş yavaş kapanırken, yan koltukta kendisine de iğne yapan doktoru gördü. Ve derinden,
    ─ Anna! Gelen olursa müsait olmadığımı söyle ve gönder, dediğini işitti.


    ●●●

    Paul ve Galilei, gözlerini tek katlı bir köy evinin meyve bahçesinde açtılar. Bu köye ilkbaharın geldiği meyve ağaçlarının çiçek açmasından belliydi. Bahçe kapısının çaprazında bir kamelya vardı, kamelyanın içinde bir masa… Masanın üzeri envai çeşit yiyeceklerle doluydu.
    Paul her zamanki alaycı tavrını takınarak,
    ─ Anna sofrayı ne de çabuk hazırlamış, hem de rüyadaki mekânda!
    ─ Ah Paul! Burada rastlayacağımız her şey aslında senin düşlediğin ya da düşündüğün mekanlar, eşyalar… Çünkü bu senin rüyan… Mesela burası neresi?
    ─ benim çocukluğumun geçtiği ev. En çok bakın en çok şu taşın üzerinde oturmayı severdim, yalnız tabii. Çünkü arkadaşlarım beni hiçbir zaman oyunlarına dâhil etmezlerdi. Bunun nedenini hala bilmiyorum. Ne garip değil mi?
    ─ İlerleyelim mi Paul?
    ─ Önce karnımızı doyurmayacak mıyız?
    ─ Bırak şimdi yemeği, hadi yürüyelim Paul.
    Galilei Paul un koluna girerek evin giriş kapısına yöneldi. Ev, 1950 yıllarında moda olan mimari yapısına uygun inşa edilmişti. Hemen girişte büyük bir oda vardı ki, muhtemelen salondu, oradan diğer odalara açılan üç ayrı kapı bulunuyordu. Burası çok az eşya ile döşenmişti. Altı üstü taş bir şömine, şöminenin karşısında uzun zamandır kullanıldığı anlaşılan sallanan bir sandalye, ortada bir yemek masası ve onun arkasında iki kişilik birer koltuk yer alıyordu. Paul, hafif tozlanmış ve eskileri anımsatan havayı sakince içine çekti.
    Galilei,
    ─ Burayı anımsadın mı?
    ─ Paul genç adamın işaret ettiği noktaya baktı ve yüzündeki rahatlık yerini birden dehşetle gerilmiş bir ifadeye bıraktı. Farkında olmadan parmaklarını birbirine geçirdi ve sıkmaya başladı.
    Dişlerinin arasından zor anlaşılır bir sesle karşılık verdi.
    ─ Evet, anımsadım.
    ─ Mesela neyi hatırladın Paul? Daha küçücük bir çocukken sebepsiz yere defalarca yediğin dayakları mı? Hem de kuzenlerinin ve çoğu zaman arkadaşlarının gözü önünde…
    Acaba arkadaşların seni bu yüzden oyuna almıyor olabilirler miydi? Yani babandan korktukları için.
    Paul donup kalmıştı yüzünde bir uyuşma hissetti karıncalanma hissi boynundan aşağı inerek tüm vücudunu sarmaya başlamıştı. Kendi zihni içinde bir savaş veriyordu. Doktorun anlattıklarının zihninde belirmesini engellemeye çalışırken, aynı zamanda içinde bulunduğu durumun acayipliğini kavramaya çalışıyordu. Hayallerin üzerine düşen gölge gözlerini karartmaya başlamıştı. Bir an bayılacağını sanarak, tutunacak bir yer aradı. Galilei, Paul ün bu halini sakince izliyordu. Bir zaman sonra delikanlı, üzerindeki şaşkınlığı atmak isteyerek adeta silkelendi,
    ─ Ben… Hiçbir şey anlayamıyorum. Sen bunları nereden biliyorsun?
    ─ Hakkındaki bilgilere ulaşmak hiç de zor olmadı Paul. Seninle tanışmam, karşılaşmam… Bütün bunların bir tesadüf olduğunu mu zannediyordun? Ben seni uzun süredir izliyordum.
    Paul kalbinin yerinden fırlarcasına çarptığını hissetti. Buna neden olan şey, şuanda hakkında bir sürü şey bilen bu garip adamla aslında var olmayan bu belirsiz ortamda bulunmasıydı. Bu durumdan kurtulamama ihtimali tedirginliğini artırdı. Kafasındaki korkulu düşüncelerden kurtulmaya çalışarak,
    ─ Neden benim hakkımda bilgi topladın?
    Galilei, her şeyi anlatmanın zamanın geldiğini düşünüyordu. Paul ün bu olanlara anlam vermesi ne kadar güçse Galilei’nin amacını açıklayabilmesi o denli güçtü. Paul, elbette yaşantısının bu hale gelmesinin sebebini biliyordu ama doktorun bunca kötü yaşam arasından neden onun yaşamını seçtiğini anlaması pek de mümkün değildi. Galilei her zamanki düz mantık anlayışıyla açık açık konuşmayı daha uygun buldu.
    ─ Paul senin bugünkü konumda olmanın sebebi ne biliyor musun? İstersen söyleyeyim, zaman zaman kendine aşırı güvenmen ya da hiç güvenmemen. Bu karmaşanın çocukluğundan kaynaklandığını tahmin ediyorum. Eminim sen de bunun farkındasın. Ve ikimizde biliyoruz ki bunların hiçbiri senin suçun değil. Yani senin de dediğin gibi başarısızlıklarının sebebi yalnızca sen değilsin. Bak delikanlı, şimdi sana tüm hayatını değiştirecek bir öneride bulunacağım. Bir hayat sunuyorum önüne, herkesinkinden farklı bir hayat… Zorlukları aşılmış, herkesin sahip olmak isteyip de elde edemediği, içinde gerçek itibarın ve saygınlığın olduğu bir hayat bu sözlerimden sana sonsuz bir rahatlık vaat ettiğimi çıkarma ama yine de geride bıraktığım bütün birikimi senin önüne sunuyorum. Karar senin.
    ─ Peki, neden ben?
    ─ Hatırlıyor musun Paul? Sana yurttaki çocuklardan ve onlar için yapmaya çalıştıklarımdan bahsetmiştim. Bu yaptığımı da bir nevi buna benzetebilirsin. Sen de o çocuklar gibisin, tek fark onlar gerçekten yalnız sense kalabalıkta tek başınasın. Gelelim seni seçmemin asıl sebebine senin de tahmin edeceğin gibi bu herkese sunulabilecek bir öneri değil ama ben senin gözlerinde aradığım kararlığı ve zeki bakışları gördüm. Her neyse, bütün bunlar teferruat… Şimdi seçim zamanı iki seçenek var eski hayatına geri dönüp o berbat sefaleti sürdürmek mi yoksa sana sunduğum olanaklarla hayatının geri kalanını rahatça sürdürmek mi? Bu bir rüya, biliyorum şimdi söyle Paul bu rüyanın gerçek olmasını istemez misin?



    ●●●

    Paul, yanağına yediği tokadın etkisiyle kendisine geldi. Yarı aralık gözleriyle yan koltuğa baktı. Doktoru göremeyince doğrulmaya çalıştı. O an karşısında dikilmekte olan Anna’yı fark etti.
    Soru dolu bakışlarını şu sözleri takip etti,
    ─ Bay Galilei nerede, Anna?
    ─ Bay Galilei gitti. Size on saniye sonra tokat atarak, sizi uyandırmamı istedi.
    ─ Nasıl yani? Beni böylece bırakıp gitti mi?
    ─ Evet Bay Petroviç. Bu kadar şaşırmakta haklısınız ama bilmediğiniz şeyler var. Bay Galilei zaten uzun zamandır sıra dışı davranışlar sergiliyordu. Daha doğrusu kendisine şizofreni teşhisi konulduğundan beri… Uzun zaman hastalığını fark edemedik, ta ki kendisini terk eden bir karısının varlığına bize inandırmaya çalışana kadar. O kadar gerçekçi anlatıyordu ki bir ara biz bile şüpheye düştük. Hastalığını öğrendikten sonra daha da garipleşti. Buraya sizin gibi kaç kişi getirdiğini duysanız eminim siz de çok şaşırırsınız Bay Petroviç. Bu durum sizi telaşlandırmasın, kimseye zararı dokunmaz. Doktor bey giderken size şu anahtarı vermemi tembihledi.
    Anna, iki parmağıyla tuttuğu anahtarı Paul e uzattı. Paul gülümseyerek anahtarı aldı ve ilk olarak barda karşılaştıkları günkü gibi ceketinin cebine bırakıverdi. Anna’nın odadan çıkmasının ardından doktorun koltuğuna yerleşti. Başlangıcını kendisinin belirlemediği ama sonu ellerinde olan hayatını düşünmeye başladı.


    ●●●


      Forum Saati Cuma Nis. 19, 2024 6:12 pm