Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    YOKLUĞUN YANIMDA

    avatar
    01001110029


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 17/12/10

    YOKLUĞUN YANIMDA Empty YOKLUĞUN YANIMDA

    Mesaj  01001110029 Cuma Ara. 24, 2010 11:57 pm

    YOKLUĞUN YANIMDA

    “Bir yanlışlık olmalı. Durun durun!Bir saniye! Ben suçlu değilim, aradığınız suçlu ben değilim. Daha önce de söyledim size. B bb be ben karıncayı bile incitemem ki!” Böyle diyordu soğuk parmaklıkların ardına yeni atılmış, ancak o küçük kare pencereden gökyüzünü görebilen delikanlı. Koridorun boğucu ve derin karanlığında sesi kaybolurken delikanlının, karanlığı yırtıp geçen bir ses daha yükseldi. Bu ses… Filmi pek çok defa izlemiş olmama rağmen böyle bir sahne hatırlamıyordum. Ve bu ses artarak, ısrarla devam ediyordu. Bitiyor, yeniden başlıyor. Duruyor ve işte yeniden… Hayır hayır, filmden gelmiyor, bu ses, her neyse, evimin içinde. Yeter bu kadar saçmalık! Korkudan çok merakla kımıldadım yerimden, boynumun tutulmuş olduğunu fark ettim. Ne kadardır böylece uzanmış bu filmi izliyordum, Selim ne zaman gitmişti ya da burada mıydı, hiç gelmemiş miydi? İşte yine aynı ses. Yürürken beynim değil ayaklarım yol gösteriyor gibi. Bilmediğim bir şekilde sese doğru ilerliyorum… Tabi ya Selim’in telefonu bu. Unutmuş olmalı. O halde buradaydı. Açmalı mıyım acaba? İşte aynı numara yeniden arıyor. Bu kadar aradığına göre önemli bir şey olmalı. Alo(?)…(Telefondaki ses duraksar, bir süre sonra zorla işitilen bir hal alır.)

    “Selimi aramıştım, o nerede?”

    “Siz kimsiniz? Sesinizi alamadım doğrusu, bu saatte ve bu kadar ısrarla aradığınıza bakılırsa hem Selim’i iyi tanıyor hem de çok önemli bir sorun için arıyor olmalısınız.”

    “Evet, ona acilen danışmam gereken bir konu var ve bu akşam.”

    “Hakan sen misin?”

    “O da kim, benzetmiş olmalısın sesimi. Selim’in nerede olduğunu biliyor musun?”

    “Hadi ama Hakan, biz küçükken de çok kandırırdın beni. Senin ne derece usta bir oyuncu olduğunu biliyorum artık.”

    “Tamam, teslim oluyorum. Seni endişelendirmek istememiştim sadece. Gördüğünde ona beni aramasını söyler misin?”

    “Şu sorun benden gizlenmeye devam edilecek yani, öyle mi?”

    “Dedim ya çok da büyütülecek bir konu değil aslında.”

    “Peki, istediğiniz gibi olsun Bay Gizem! Selim geldiğinde aradığını söylerim. Tabi, gecenin bu saatinde ve bıkmadan defalarca aradığını, ama pek önemli bir şey olmadığını da eklerim.”

    “Alınganlığın üzerinde yine anlaşılan. Tamam, onları da ekle bakalım. İyi geceler.”

    “İyi geceler.”

    ***
    (1 YIL SONRA )

    Bu sabah da diğer günlerde olduğu gibi geç uyandım. Masamın üzerinde duran çalar saate kaydı gözlerim, saatte fazla oyalanmadan arkasındaki fotoğrafa. Gülüşlerimiz dolduruyordu koca bir kareyi. Selim ve ben… Ne kadar da mutluyduk bu şehre ,İstanbul’a, geldiğimiz ilk gün.


    Yüzümü yıkamak için banyoya gittiğimde musluğu açmaya çalışırken fark ettim ellerimin daha da yaşlandığını. Aynaya baktım dikkatlice. Derinleşen göz çukurlarım, gözlerimin altındaki mor halkalar ve ortaya çıkan elmacık kemiklerim… Hepsini bu sabah fark ettim. Hayır! Fark ettiğim bu değildi aslında. Pek çok şey gibi güzelliğim de beni terk ediyordu. Zamanı ne çabuk da tüketiyordum. Yaşadıklarımın izi silinmiyordu. Gözlerimin içine baktığımda görebiliyordum hepsini. Banyodan çıkarken kedim Sultan ayaklarıma dolandı. Bu şehir Selim’i aldığı gün vermişti bana Sultan’ı. Bu yüzden bu kadar bağlandım sanırım ona. Islak kaldırımlar, rüzgarla inatlaşan, adeta sarsılan ağaçlar... Sokakta tek bir hareket yok. Ne bir insan kalabalığı, ne arabalar, ne sesler… Apartmandan içeri girmek üzereydim ki duvarın dibindeki karton kutunun içinde bir şey çekiverdi dikkatimi. Ufak bir kediydi bu. Simsiyah ufak bir kedi. Yavaşça yaklaştım. Beni fark edip kaçar, bulduğu bu ufak sığınağından da olur diye korkuyordum. Ona yaklaştığımda benim gelmemi bekliyormuşçasına kucağıma atladı. Islak patileri kazağımda şirin lekeler bıraktı ama pek şikayetçi değildim bundan. Kucağımdan yere indirdim. Burada böylece donmak istemiyorsak içeri girmeliydik. Çantamdan çıkardığım anahtarı apartman kapısının deliğine sokup çevirirken bu küçük kedinin gözlerinden sabırsızlık fışkırıyordu. Kapıyı araladığımda benden önce, hızlı bir şekilde içeri daldı. Gözlerindeki anlamı çok doğru tahmin etmişim demek. Her hareketini, sesini, mırıldanışını öylesine biliyorum ki; bazen konuşsaydı bu kadar iyi anlayamazdım onu diyorum. O gün eve geldiğimizde, karnını doyurduktan sonra baş köşeye çekilip uyuklamaya başladı benim küçük siyah kedim. Bende karşısındaki koltuğa uzanıp onu seyrettim. Ondaki sakinlik, huzur öylesine iyi geliyordu ki. Sanki ona baktıkça bir dinginlik kaplıyordu bedenimi. Tesadüf olmamalıydı onu bulmam ya da onun beni bekliyor olması.

    Dışarıda tipi var bugün. Rüzgar hoyratlaştıkça birbirinden kopan kar taneleri vuruyor cama. Sokaktan geçen insanları seyrediyorum. Hepsi bir yana kaçışıyor. Arka sokaktaki korna seslerini duyuyorum. Sıkışan trafiği hayal edebiliyorum. Bugün çıkmamalı diye geçiriyorum içimden. Oda soğuk, titrediğimi hissettim bir an. Evet, henüz yanmamış kaloriferler. Derken kapı çalıyor. Gelen kapıcı Ramis’tir. Gazete, bir ekmek ve bir süt… Her gün olduğu gibi, “İstediğiniz herhangi bir şey var mıydı Saliha Hanım.” diyecek , ben teşekkür edeceğim ve iyi günler dileyerek işine devam edecek. Şaşırıyorum bazen. Nasıl da her gün aynı neşeyle işine koyuluyor bu adam? Nasıl her güne gülerek başlıyor? Yorulmuyor mu, sıkılmıyor mu? Ama beni tanıyıp her gün öğleden sonra geldiğine bakılırsa çok işi olmalı, tanıyacak çok kişisi. Kapıyı açtığımda Ramis’in eşiyle karşılaşıyorum. Ramis üşüttü biraz, bugün ben bakıyorum işlere diyor. Yüzünde aynı gülümseme. “Geçmiş olsun.” diyorum. “Çok fena değildir inşallah.” “Atlatır bir iki güne.” diyor. “İstediğiniz başka bir şey var mıydı?” “Yok, teşekkür ederim. Ramis’in durumu kötüye gidecek olursa haberim olsun.” “Tamam.” diyerek gidiyor. Kapıyı kapatmak üzereyken Ayşen’le karşılaşıyorum.

    “Merhaba Saliha Abla. Bu akşam annemle sinemaya gideceğiz, sen de gelir misin bizimle?”

    Gülümsüyorum.

    “En son ne zaman sinemaya gittiğimi bile çoktan unuttum.”

    Heyecanla “Tamam, ne güzel işte bugün eğleniriz hep birlikte.” diyor.

    “Teşekkür ederim; ama başka bir gün belki.” diyerek reddediyorum nazikçe.

    Belli ki bugün dışarı çıkmamakta kararlıyım. Bir şeyler yeme rutini geliyor aklıma ama gerçekten canım bir şey istemiyor bu sabah. Tıka basa yemek yediğim bir masadan yeni kalkmış gibi hissediyorum. Odamdaki masada dosyalar, birkaç kitap karışık bir şekilde duruyor. Onlara karşı da ilgisizim. Bir an evin sessizliği çekiyor dikkatimi. Oturma odasına geçip televizyonu açıyorum. Tartışma programları, yemek programları, çizgi filmler… Bu aralar aklımı kurcalayan en önemli şey ikinci döneminde öğrencilerimi nasıl bırakacağım konusu. Elbette birbirimize alışmışken onların bir alışma dönemi daha geçirmelerini istemiyorum, bu onları her ne olursa olsun zorlayacaktır. Ama daha önemli bir şey var ki şu, bundan sonraki dört yıl onlara yetebilecek, her biriyle yeterince ilgilenebilecek miyim? Her gün biraz daha eksildiğimi hissederken bunları düşünmemek elde değil. Birbirinden parlak zekalara sahip, pırıl pırıl, okula yeni başlıyor olmanın heyecanında otuz küçük öğrenci… İçimde bunca sıkıntıyla başa çıkmaya çalışırken onların heyecanlarını yüksek tutabilecek, küçük sevinçlerini paylaşabilecek miyim? İşte bunları bilmiyorum ve bu kadar bilinmeyen tek noktada birleşiyor: Öğretmenlik hayatıma bir müddet ara vermeliyim. Bu sırada kapı çalınıyor. Düşüncelere öyle kaptırmışım ki kendimi, kapıyı açtığımda Hakan’ın bıkkınlıkla dolu ifadesiyle karşılaşıyorum.

    “Merak etmeye başlamıştım, bir sorun yok değil mi?”

    “Hayır, biraz dalgınım sadece. Geçsene içeri.”
    Tereddütsüzce içeri giriyor, yüzünde garip bir ifade var. Ama sorsam da kolay kolay anlatmaz Hakan. Biliyorum ve anlamaya çalışıyorum sadece.

    “Ben gelmesem hiç arayıp soracağın yok. Arkadaşlara soruyorum hiçbiriyle görüşmüyorsun. Erkan seni aradığını söyledi, sen cevap vermeyince merak etmiş o da. Dükkanı bırakıp gelememiş de...”

    “Nasıl unuttum? Aklımdaydı halbuki, arayacaktım onu.”

    “Neyse bakalım. Hep evde değilsin ya tatilin başından beri. Neler yapıyorsun?”

    Hakan’ın içindeki sıkıntıyı hissedebiliyordum ama neden böyle canlı olmaya çalışıyordu? Bir türlü anlam veremiyordum.

    “Öyle de denilebilir aslında. Minik dostumla evdeydim genelde.”

    “Hıı. Minik dostun demek!” diyerek gülmeye başladı.“Sultan nerelerde, benden mi saklanıyor yoksa?”

    “Tabi, tembihledim onu da. Sen geldiğinde dolaşmayacak ortalarda.” Pek memnun değildi sözlerimden. Şaka yaptığımı anlamamış gibi daha doğrusu alınganlık yapmak istermiş gibi bir hali vardı. Aynı canlılıkla:

    “Bu kadar yeter. Gelelim esas konuyaaa...” “Evet!” dedim içimden, “Dökül bakalım Hakan Bey. Neymiş derdin öğrenelim.” “Seni dinliyorum.” dedim gözlerinin içine bakarak.

    “Ben susuyorum, şimdi sen konuşuyorsun. Dalgınlığınızın sebebi nedir hanımefendi?”

    Bulamamıştım beklediğimi. Anlaşılan bir şey anlatmaya niyeti yoktu Hakan’ın.

    “Okulu düşünüyorum. Devam etmemem gerektiğini hissediyorum. Yaşayacağım her gün kollarıma yükler yükleyecek ve eninde sonunda yarı yolda bırakacağım çocuklarımı. En iyisi biraz dinlenip kendime gelmek. Yani ara vermek istiyorum birkaç yıl.”

    “Evde, öğlenleri sabah yerine geçirip, zaman öldüreceğim diyorsun yani. Dışarı çıkmama sebep kalmasın, mücadele etmek, iyi olmak için sebebim kalmasın; evde ,sindireyim iyice yaşadıklarımı, kötü anılarımı yaşatayım aklımda biraz daha, sonra vedalaşırım hepsiyle diyorsun. Bunu mu istiyorsun yani?”

    “Yapma Hakan. Tek istediğim biraz dinlenmek. Bu hakkım olmalı, öyle değil mi?”

    “Seninki hayata kapılarını tamamen kapatmak. Hiçbir aralık kalmasın istiyorsun. Dinlenmek değil. Nasıl planların var söyler misin, neler yapacaksın şu birkaç yıllık boş gününde? Bunları düşünerek karar vermiş olmalısın okula ara vermeye, bu durumda haksızlığımı, üzerine gereğinden fazla geldiğimi kabul ederim işte.”

    “ Hiçbir şey bilmiyorum. Düşünmedim. Ama gerçekten sandığın gibi değil. Benim için iyi olacak bu ara.”

    “Sen nasıl diyorsan öyle olsun. Ama benim hatırım için lütfen iki kez düşün. Hoş, ben olduğum sürece ,ki hep varım, istesen de evde böyle günlerce pinekleyemezsin. Bunu da hesaba katarak bir kez daha düşün, hı? Belki değişir fikirlerin.”

    Gülümsedi Hakan bu sözlerden sonra. Samimi bir gülümseyişti bu. Yılların verdiği dostluğa güvenerek konuşuyor, ben bu müdahaleye izin verdiğim için de emin bir şekilde sürdürüyordu konuşmasını. Açıkça eleştiriyor, ne düşünüyorsa o an dökülüveriyordu ağzından. Eskiden de böyleydi Hakan. Aramızda ufak bir gerginlik olsa rahat etmezdi içi, ne var ne yoksa dökerdi ortaya. Beş dakikadan fazla dargın kalamazdı bizimle. Selim’le ayrılmaz ikiliydiler. Çoğu kez Hakan Selimlerde kalır, bugün bana kızdığı gibi öğlenleri sabah niyetine geçirirlerdi birlikte. Ne zaman görsem hep bir yerlere yetişme çabası içindeydiler. Selim önden koşar “Hadi amaaa geciktik.” diyerek geride bıraktığı Hakan’a seslenirdi. Selim ailesini o trafik kazasında kaybedene kadar hep böyleydi. Zaten anne babası ve küçük kız kardeşinden başka kimsesi yoktu. Bu küçük aileyi de kaybetmiş, yapayalnız kalmıştı. Bundan sonrası Selim için dayanılmaz günlerin başlangıcıydı. Ama yalnız değildi. Hakan hep onunlaydı. Sonraları Selim günlerini Hakanlarda geçirir olmuştu. Hakan evin tek çocuğuydu. Babası psikiyatr annesiyse psikolog idi. Bu aile ve Hakan kendine getirmişti Selim’i. Ben onları tanıdığımda henüz lise çağlarındaydık. Üçümüz de aynı okulda, aynı sınıftaydık. Birdenbire kuvvetlenmişti aramızdaki bağ. Yapbozun eksik parçasıymışım gibi benimle tamam olmuşlardı. Neredeyse tüm zamanı birlikte geçiriyorduk. Çoğu kez okulun öğle aralarında boğaza gidip kahvaltı yapar, sonra da derse yetişmek için bir telaşa kapılırdık. Anlaşıldığı gibi ben de eklenmiştim Selim ve Hakan’ın yetişme koşusunun son halkalarına.

    “Bir şey içer misin?” diye sordum. Beni bekliyormuş gibi ayağa kalktı.

    “Su alacağım kendime. Sen de ister misin?”

    Gülümsedim. “Teşekkür ederim, sen al.”

    Hakan mutfağa gittiğinde, masanın üzerinde duran çerçeveyi aldım elime. Selim ve ben önde, kol kola girmiş duruyoruz; Hakan da omuzlarımıza kollarını atmış, arkamızda duruyordu. Belli ki neşeli bir günde verilmiş bir poz. Belki en hayat dolu günlerden biri. Dostlukların güzel anlarından biri dondurulmuş.

    Hakan içeri geldiğinde oturmadı. “Ben gitsem iyi olacak, sonra bir ara tekrar uğrarım. Belki birlikte bir şeyler yaparız. Önceden takıldığımız kafelere, pek de anlamlandıramadığımız ama hayranlıkla teker teker her resmi incelediğimiz resim sergilerine, konserlere, Çamlıca’ya gideriz bir gün de …” Hakan duraksadı. Etrafına bakındı, yutkundu. Gözlerini ovaladı. Canı sıkılmıştı bir anda.
    Onun değişen ifadesiyle fark ettim cevap vermem gerektiğini. Onu dinlemiyordum. Yine de

    “Tamam, yaparız elbet bir şeyler.” dedim. Ama bu da tatmin etmemiş olacak ki yüzündeki ifade değişmedi.

    “Hoşça kal, kendine iyi bak. Sözde değil ama gerçekten iyi bakacaksın, tamam mı?” diyerek onay bekler gibi yüzüme baktı.

    “Tamam.” dedim “Söz, gerçekten iyi bakacağım kendime.”

    Merdivenlerden inişini izledim, her adımındaki ayak seslerini dinledim bir süre. Kapıyı kapatıp içeriye geçtim. Televizyonun karşısındaki koltuğa uzandım.

    Camda bir siluet belirdi. Yavaş yavaş yaklaşıyor. Bana doğru geldiğinin farkındayım ama yerimden kımıldayamıyorum. Kapı kolunun sesini duyuyorum, sonra aralanan kapının gıcırtısını. Bana doğru yaklaşan şeyin gölgesini görüyorum yalnızca. Gözlerim her yerde yüzünü arıyor. Bulamıyorum. Selim’in sesi bu. “Korkma.” diyor. “Korkma! Ben geldim.” “Ama nerdesin, neden yoksun, neden yok yüzün?” Gittikçe yaklaşıyor. Soluk alıp verişlerini duyuyorum. Nefesini hissediyorum. Kararmaya başlıyor her yer, her yeri kaplıyor gölge.

    Sultan’ın üzerime atlamasıyla farkına varıyorum rüyada olduğumun. Yüzüm ter içinde kalmış. Kalbim yerinden fırlayacak gibi atmaya devam ediyor. Yatıştırmaya çalışıyorum kendimi. “Bitti, sadece bir rüyaydı, geçti, kendine gel artık.” Banyoya doğru gidiyorum yüzümü yıkamak için. Hala içimde bir ürperti var. Koridorun ışığını yakıyorum. Ellerim titriyor. Yüzüme birkaç kez su çarpıp kurulamadan çıkıyorum banyodan. Bir sonraki ışığı açtıktan sonra dönüp gerideki ışığı kapatıyorum. Tıpkı çocukluğumda yaptığım gibi.

    Saat 21.00’e gelmiş bile. Bu kadar uyumuş olmama rağmen hala uyku akıyor gözlerimden. Tereddüt etmeden odama gidiyorum. Düşüncelerimle savaşmak yerine uyumalıyım. Dinlenmeli ruhum artık.

    ***
    Gün ışığı çok erken uğradı bugün odama. Perdeleri açık bırakmışım gece, o da bulduğu aralıktan sızmış içeri. Güneşin uğramaya pek niyeti yok gibi bu günlerde, hava kapalı ama her nasılsa ortalık gözleri kamaştıracak derecede aydınlık. Yüzümü yıkayıp mutfağa giriyorum. Kahvaltımı yapmalıyım, kurt gibi açım bu sabah. Tam bu sırada kapı çalınıyor. Açtığımda Ayşen’i buluyorum karşımda. Mahcup yüz ifadesiyle

    “Uyandırmadım ya inşallah.” diyor.

    “Uyandırmadın, ben erkenciyim bu gün.” diyorum. Rahatladığı her halinden belli bir şekilde başlıyor cıvıl cıvıl konuşmaya.

    “Ne güzel öyleyse, kahvaltı yapmamışsındır. Davet etmek için gelmiştim aslında. Annem senin şu bayıldığın puf böreklerden yaptı. Aklımıza geldin, uyuyordur ama yine de şansımı bir deneyeyim dedim.”

    Ayşen’in bu hevesli tavrı “Gitsem mi?” diye aklımdan geçirmeme bile izin vermiyor.

    “Ne güzel olur. Bir on dakika içinde geliyorum.” diyorum. “Tamam.” diyerek koşar adım yukarı çıkıyor Ayşen. Sultan’ın mamasını tabağına koyup, suyunu değiştiriyorum. Miskinliğine ara verip gözlerini aralayabilirse görür elbet.

    Yukarıya çıktığımda Ayşen’in annesi karşılıyor beni. Bu Şengül Hanım. Adeta çocukları için yaşayan biri. Evde sürekli bir işi olur, hiç boş durmaz. Eşini kaybedeli yaklaşık 4 yıl olmuş, ama nihayet her şeyi rayına oturtmuş, düzenini yeniden kurmayı başarabilmiş. Büyük kızı Ayşen ve bir de 6 yaşındaki Özlem’iyle birlikte yaşıyor. Anne ve babası İstanbul dışında oturuyor olmalı. Ben buraya taşındığımdan beri sadece bir ya da iki kez gördüm onları. Şengül Hanım’ın gayretine imrenmiyor değildim aslında. Hem çalışıyor hem de iki çocuğuyla her şeye bir başına göğüs geriyordu. Bense Selim’i kaybettiğimden bu yana kendimi bile toparlayamamıştım. Çocuklarım olsaydı diye düşündüm. Onlara sarılıp, onlar için ayakta kalmaya mı çalışırdım, yoksa… Özlem’in sesi adeta uyandırıyor beni.

    “Börek isterim, börek isterim, isterim.”

    Mutfakta çok güzel bir masa hazırlanmış, ben bekleniliyordum. Şengül, Özlemin tabağına peynir, domates, birkaç zeytin koyarken ben de hepimizin çaylarını doldurup benim için ayrılan yerime oturdum. Kahvaltı boyunca gülüşmeler hiç eksik olmadı masamızdan. Özlem, tabağına ablasının kızarttığı patateslerden koyarken “Ben yaptım hepsini. Size peynir, zeytin ve reçel yaptıııım. Hepsini ben yaptım.” diye bağırmaya devam ediyor, masadan tekrar gülüşmeler yükseliyordu. Anlaşılan bugün keyfi pek bir yerindeydi Özlem’in. Kahvaltıdan sonra içeriye geçtik, koyu bir sohbete başladık Şengül’le. Ayşen sohbet arasında kahvelerimizi getirdi. Uzun zamandır Şengül’le konuşmadığımızın farkına vardım bugün.

    ***
    Dünün aksine güne yorgun başlıyorum sanki bugün. Hava kötü görünüyor ama öğlene doğru durgunlaşıyor biraz. Çoktandır çıkmıyorum dışarı aslında. Dolaşmalı şöyle bir. Bakmalı bıraktıklarım hala yerli yerinde mi diye. Birde Erkan’ın dükkanına uğrasam iyi olacak. Cevapsız aramayı gördükten sonra dönmedim tekrar, alınmış olmalı ama önce eve uğrayıp üzerime bir palto almalıyım.

    Dışarıya çıktığımda hafif bir rüzgar vurdu yüzüme. Bulutlara bakılırsa hava bozacak. Ama o zamana kadar ben çoktan evimde olurum. Sahilden yürümek ne iyi olurdu şimdi. Ama Erkan’ın dükkanına gitmek için ara sokakları kullanmam gerekecek. Köşeyi döndükten sonra küçük bir bakkal, hemen ilerisinde bir market var. Yanında bir manav ve bir de mutfak eşyaları satan küçük bir dükkan. Yolun karşısına geçiyorum. Kocaman bir çocuk parkı var ileride. Oradan sola, eczaneyi geçtikten sonra sağa, biraz ilerleyip… Bu da ne? Uzakta bir karaltı görünüyor. Telaş içinde oraya doğru yürüyorum. Yanına biraz yaklaştığımda yerde yatanın yaralı bir insan olduğunu fark ediyorum. Başından sızan kan, yüzüne ince ince yollar halinde süzülmüş. Yanına çöküp nabzını dinliyorum. Çok hafif de olsa henüz atıyor ama ölmesine az bir süre kaldığı anlaşılıyordu. Öyle telaşa kapılmışım ki çevremde oluşan insan topluluğunu ancak fark ediyorum. Her kafadan bir ses çıkıyor.

    “Yolun kenarına çekelim biraz.”

    “Açılın arkadaşlar, açılın!”

    “Nefes alıyor mu?”

    “Acil servisi aradınız mı, arayan var mı?” diyorum arkamdaki adama. “Aradık birazdan gelirler.” diyor. Gittikçe kalabalıklaşıyor burası. Ayağa kalkıp çevremizi saran insanlara “Lütfen geri çekilin, lütfen biraz.” diye bağırıyorum. Ama yok üzerine alınan. Sonunda ambulans sesleri yükseliyor arka sokaktan. Ve nihayet buraya gelen araçtan sedyeyle iki kişi iniyor. Biri de arkada ambulans kapılarını tutuyor. Yaralıyı sedyeyle alıp, hızla hastaneye doğru yol alıyor araç. Kalabalık da yavaş yavaş dağılıyor. Geriye yalnızca yerde birkaç damla kan izi kalıyor. Ve faili meçhul bir kaza...

    Akşamüstünü buluyor Erkan’ın dükkanına gitmem. Sonunda giriyorum bu loş ışıklı, şirin kitapçıdan içeri. Fazlasıyla yorgunum. Erkan okuduğu kitabın üzerinden bana bakıyor hoş geldin dercesine. İlk sözü ben ediyorum:

    “Geçiyordum, bir uğrayayım niyetiyle değil bugünkü gelişim. Seni görmek, yanına uğramak için çıktım evden. Daha erken gelecektim aslında ama yolda kadının biri yaralı bir şekilde yatıyordu. Arabanın biri çarpıp kaçmış olmalı. Hiç vicdan yok bu insanlarda. Hadi çarptın, oldu bir şekilde. Görüyorsun durumunu, nasıl umarsızca gidebiliyorsun? Anlamıyorum ki!”
    Elindeki kitabı masaya bırakıyor Erkan ve başlıyor söze:

    “Sevindim uğramana. Anlattığın meseleye gelince, duyarsızlaşıyoruz günden güne. Bu kaçınılmaz bir hal aldı artık. Şiddetle karşı çıktıklarımıza alışıyoruz bir müddet sonra, hatta benimseyiveriyoruz onları. Bu gidişata şaşırmamak gerek.”

    Erkan’la sohbet etmeyi seviyorum. Her sözünde ayrı bir anlam, her söylediğinde edinilecek bir bilgi var. Düşünmeyi öğreniyorum sanki ondan. Onunla konuştukça daha fazla ilgileniyorum çevremde olup bitenlerle ve bir şeyleri sorgular halde buluyorum çoğu kez kendimi. Erkan her zaman öğrenmeye hazır vaziyette. Onun için okuyabileceği, bir şeyler öğrenebileceği her an altın değerinde. Nerede olursa olsun mutlaka yanında bir kitabı oluyor ve kimse kitapları kadar yakın değil asla ona. Kim bilir belki ne kendini anlayan kimseyi bulabiliyor, ne de kendini anlatabileceği birini. Bu yüzden de kitaplarla baş başa kalıyor. Yalnızlığı seçiyor, ama aklını yine de bileyebildiği kadar biliyor, okuyor, düşünüyor.
    “Doğru.” diyorum. “Ne yazık ki haklısın.” Ona hiç fırsat vermeden devam ediyorum.
    “Nasıl gidiyor işler. Her şey yolundadır umarım.”
    “İyi.” diyor. “Nasıl olsun. Sinek avlıyoruz her zaman olduğu gibi. Ama birkaç müşterim var ki gelecek kitaplardan benden önce haberdar oluyor, her gün arayıp soruyorlar neredeyse. Onların varlıkları mutlu ediyor beni. Yalnız hissetmiyorum kendimi. Var diyorum hala kitap meraklıları. Bu ara yeni bir kitap bekliyorum ben de, birkaç güne gelecek. Geldiğinde sana da gönderirim. Kitapta bir kızın hayatı anlatılıyor ama bu bizim bildiğimiz gibi değil, başka bir yaşamak onunki. Eğer özgürse o kız, bizler esirlerden başka bir şey değiliz bu şehirde.”
    “Merak ettim doğrusu. Çok da vaktim olacak bundan sonra. Bir çırpıda okurum ben onu.”
    “Neden bundan sonra çok vaktin oluyormuş. Bir hafta sonra okullar açılıyor. Tatilin sonuna geldiniz Saliha Öğretmenim.”
    “Tabi. Senin haberin yok. Ben bir süre ara veriyorum okula. Çalışmayacağım yani.”
    “Nasıl olur? Tam da dönem arası neden böyle bir karar aldın? Çok güzel gidiyordu her şey. Yanılıyor muyum?”
    “Öyle, iyi gidiyordu ama sonrası beni korkutuyor. Her neyse işte. Büyütme bu kadar canım. Bu, daha fazla görüşüyoruz, buraya daha çok uğruyorum demek.”
    “Hiç beğenmedim bu kararını. Ortamlıca düşündüğüne inanmıyorum. Nihayetinde senin hayatın ama. Pişman olma da sonra.”
    “Hava kötüleşiyor gittikçe. Eve dönsem iyi olacak. Olmadı bu böyle, yine görüşelim bu yakınlarda. Özlemişim seninle konuşmayı.”
    Gülümsüyor. “Daha çok vaktin olacakmış ya, görüşürüz.” diyor memnuniyetsiz bir ifadeyle. Aldırış etmiyorum bu imaya. Gülümsüyorum ben de. Araladığım kapıdan “Hoşça kal.” diyerek çıkıyorum.
    Hava kararmak üzere. Hızlı adımlarla eve doğru yürüyorum. Rüzgar sertçe çarpıyor artık yüzüme. Sokak lambaları yanmaya başlamış. Bacalar tütüyor. Bulutların griliğine bir de bu dumanlar ekleniyor. Bizim apartman görünüyor. Kapıda bekleyen Şengül galiba. Beni görmüş olmalı. Hızlandırıyorum adımlarımı fazla bekletmemek için onu.
    “Merhaba Şengül’cüm. Nasılsın?”
    “İşten dönüyorum. Mesai vardı bugün. Sen nereden böyle?”
    “Arkadaşımın yanındaydım bende, hem yürüyüş oldu benim için hem de ne zamandır görmüyordum onu, iyi oldu.”
    Dışarıdan yağmur sesleri gelmeye başlıyor.
    “Gördün mü kız, az daha yağmura yakalanıyorduk. Tam zamanında gelmişiz.”
    Bizim kapının önüne geliyoruz, ayrılma vakti. Hoşça kal, selam söyle, akşam gelin, çocuklar… derken bir anda içeride buluyorum kendimi. Odama gidip üzerimi değiştiriyorum. Kendime bir kahve hazırlayıp içeriye geçiyorum sonra. Perdeleri aralıyorum. Yağmur damlaları cama birbirleriyle yarışırcasına çarpıyor. Sokaktaki insanlara bakıyorum tek tek. Genç bir kadın başındaki beresini kulaklarına kadar çekiyor, orta yaşlı bir adam paltosunun yakasını kaldırıyor, yaşlı bir kadın elindeki şemsiyeyi açıyor. Adımlar daha bir hızlanıyor. Derken yağmur gürültülü bir hal alıyor. Bir süre öylece kaldırımda şiddetli yağmurdan kaçmaya çalışan insanları izliyorum. Ağızlardan çıkan buharları gördükçe, bu soğukta ve yağmurda, evimde sıcacık kahvemi yudumlarken sokakta olmadığıma şükrediyorum.
    (SELİM)
    Düşünmekten başka bir şey yapamadığımı kabullendim ilk birkaç dakikadan sonra. Parmaklarımı, ellerimi, kollarımı, bedenimi hareket ettiremiyorum. Yalnızca göz kırpabildiğimi hissediyorum ve bir de soluk alıp verişlerimi duyuyorum. Bir ağırlık var üzerimde. Görebildiğim, rutubetlenmiş dalga dalga bir tavan. Yağmur sesleri geliyor kulağıma. Cama vuruşlarını duyuyorum. Bir evde olmalıyım. Ama nerdeyim ben? Bir düşünceden mi ibaretim yoksa?
    (SALİHA)
    Telefon çalıyor. Arayan Hakan. ”Müsaitsen geliyorum bir beş dakika.” diyor. “Tabi, bekliyorum, gel” diyorum. Birkaç dakika sonra kapı çalınıyor. Hakan değildir diye düşünüp kapı deliğinden bakıyorum. Bu Hakan. “Ne kadar da çabuk geldi böyle.” diye geçiriyorum içimden. Kapıyı açar açmaz giriyor içeri. Kapıyı kapatıp arkasından gidiyorum bende. Korkmaya başlıyorum ama alıştım Hakan’ın bu tavırlarına. “Otursana.” diyorum. Neden sonra aklına geliyor.
    “Neler yaptın bugün nasıl geçti günün?” diyor. Yüzüne bakıyorum yalnızca. Anlıyor. Açıklama gereği hissediyor durumu.
    “Bakma böyle aceleci olduğuma, gelmesin aklına kötü bir şey. Ben bir karar verdim. Nedense telefonda söylemek gelmedi içimden.”
    Sorarcasına iki yana sallıyorum başımı. Devam ediyor.
    “Senin şu karşıdaki boş daireye taşınmayı düşünüyorum. Ne dersin?”
    Şaşırıyorum. Durduk yere neden böyle bir şey yapsın ki.
    “Bir problem yok değil mi oturduğun evde?”
    “Yok tabi. Yalnızca sevinirsin diye düşünmüştüm.”
    Yüzümdeki şaşkın ifadeyi gizleyebildiğimi sanmıyorum. Gizleme gereği de duymuyorum.
    “Doğru düşünmüşsün, sevindim; ama nerden çıktı bu şimdi?”
    “Beni o eve bağlayan bir şey yok biliyorsun. Tek başıma yaşıyorum. Mahalledekileri de pek tanıdığım söylenemez. Sabah çıkıyorum evden, akşam neden sonra geliyorum eve. Kimseyle görüştüğüm yok. Evlerimiz çok uzak sayılmaz aslında ama hazır boşken bu daire neden orada oturuyorum ki?”
    “Komşum oluyorsun demek, öyle mi?”
    Rahatlamış gözüküyor Hakan.
    “Komşuyuz artık birde. Sıfat üstüne sıfat desene.” diyerek ayaklanıveriyor birden. “Otursana biraz daha, yeni geldin.” demeye fırsat bulmadan bitiveriyor dış kapının yanında. “Hoşça kal, dikkatli git.” diyebiliyorum yalnızca. Hakan’ın az önceki tez canlılığından mıdır bilinmez bir korku duyuyorum içimde. Pencereye koşuyorum hemen. Açıp, sesleniyorum tekrar.
    “Dikkatli git, olur muu? Eve gittiğinde çağrı at mutlakaaa.”
    Arabanın içinden “Tamaam.” diye bir ses geliyor, yarım saat sonra da telefonuma bir çağrı. Anlıyorum ki bizimki girmiş evinden içeri.
    (SELİM)
    Nefes alış verişlerim yavaşlıyor sanki. Engel olamıyorum. Görüntüler netliğini yitiriyor. Üzerimdeki ağırlık kalkıyor yavaş yavaş. Onu da hissetmiyorum artık. Zihnim bulanık. Ben var mıyım? Neredeyim? Hala bilmiyorum. Göz kapaklarımı açık tutmakta zorlanıyorum. Ve işte yine…
    (SALİHA)
    Karnımın acıktığını yeni fark ediyorum. İçtiğim kahveden olacak ki canım pek de bir şey istemiyor. Az da olsa atıştırmalıyım. Buzdolabını açıyorum. Tabakta kalan son bir dilim peyniri ekmeğin arasına koyup geçiyorum içeri. Ortalarda görünmeyen Sultan bitiveriyor kucağımda. Okşuyorum başını. Ama gözü elimdeki ekmekte. Sanırım o da acıkmış ve benim gibi yalnızca atıştırmak da istemiyor. Gidip mamasından koysam tabağına iyi olacak. Minik dostumu bekletmek istemiyorum.
    On beş dakika sonra karnını şişirmiş, kapının arkasından görünüyor Sultan. Koltukta uzandığımı görünce, gelip karnımın dibine ilişiveriyor. Mırıltılarını duyuyorum. İlk gün olduğu gibi aynı sakinlik, aynı huzur var onda. Her şeyden bihaber gibi yaşıyor. Kedi olmak vardı diye geçiriyorum aklımdan, sonra gülüyorum halime. Simsiyah kedim Sultan’ın patisindeki beyaz lekelere bakıyorum. Her patisinde var. Birer ayakkabı gibi duran bu lekeler…
    ***
    Gözümü hafif aralıyorum. Her yer aydınlık. Koltukta uyuyakalmışım yine. Sultan uyandırmak istercesine ayağımla oynuyor. Ben kıpırdattıkça geri çekilip tekrar atlıyor ayağımın üzerine. Parmaklarımı ısırıp haylaz bir çocuk gibi kaçıyor. Sonra gelip bir daha… Anlıyorum kaçış yok bu sabah. Saat on ikiye gelmiş. Markete gitsem iyi olacak bugün. Evde bir şey de kalmamış. Belki manava da uğrarım. Üzerimi değiştirip kendimi dışarı atarcasına çıkıyorum evden. Bir sıkıntı var içimde anlam veremediğim. Biraz hava almak iyi gelecek sanırım.
    Temizlik, kozmetik reyonu, meyve ve sebzeler, ev elektroniği, kitap… Hıh! İşte burada. Önce Sultan için birkaç şey bakmam gerekiyor. Oyuncaklar, ödül mamaları… işte Sultan’ın sevdiği konserveler. Bunlardan iki tane alıp yiyecek reyonuna giriyorum. Bezelye ve mısır konserveleri, iki paket makarna, birkaç makarna sosu, kahvaltılık birkaç şey ekliyorum sepete. Tek yaşamak zamanla bu hale getiriyor olmalı. Hazır, yapımı kolay, geçiştirmelik ne varsa alıyorum. Kasada çok sıra var. Beklerken birkaç şey daha geliyor aklıma. “Olmasa da olur.” diyorum. Sıra geldiğinde şaşırıyorum. “Bu kadar şeyi ben mi aldım?” Kasiyer aldıklarımı torbalara yerleştirmeme yardım ediyor. “İyi günler.” diyerek çıkıyorum marketten. Ardında ne var, kestiremesem de, hava şimdilik çok yumuşak. Ilık bir rüzgar esiyor. Eve dönmek istemiyorum. Evet, evet… İstemiyorum bunu. Elimdeki torbaları marketin hemen yanındaki manava bırakıyorum. Deniz kenarında yürüsem biraz iyi olacak. Bugün, havayı fırsat bilen herkes dışarıda. Bankların hepsi dolup taşıyor. İki çocuk koşarak bu tarafa doğru geliyor. Biri diğerini ebeliyor sonra rolleri değişiyorlar. Kaçan başlıyor kovalamaya. Hemen arkalarında anne ve babası olduğunu tahmin ettiğim iki kişi… Adamda ailesiyle birlikte olmanın verdiği huzur, kadının yüzünde ise güven var. Halinden memnun kadın. İlerideki rengarenk balonları seçebiliyorum buradan. Ve çevresini saran bir sürü çocuk. “Durun!” diyor “Sırayla. Hepinize var balonum.”. İhtiyar bir adam, bastonundan destek alıyor yürürken. Diğer kolunda da karısı var. Destek veriyor ona. Bırakmıyor. “Sen de kullanmalısın bu şeyden, yürümemde epey yardımcı.” demiyor. “Ben varım hanım.” diyor. “Bastona mı kaldın?” Bir bebek arabası geliyor ilerden. Kimse yok ardında, süren yok bu arabayı. Bebek arabasının üzerinde iki el var. Sonradan görünüyor bizim kahraman. O kadar şirin ki dayanamıyorum. Yanımdan geçerken yaklaşıp çocukça bir ses tonuyla başlıyorum konuşmaya.
    “Sen nasıl sürüyorsun bu bebek arabasını? Senin boyundan bile büyük bu araba. Zor olmuyor mu?”
    Dönüp, biraz geriden gelen annesine bakıyor. Annesinin gülümsemesiyle alınıyor onay ve başlıyor benimle konuşmaya.
    “Onun adı Yağmur. Biliyor musun o çok küçüktü ama annem alma kucağına düşürürsün dedi. Ama şimdi büyüdü biraz, ben gezdiriyorum onu yaaaa.”
    “Öyle mi? Ne güzel bir abisin sen. Eminim büyüyünce Yağmur abisini çok sevecek.”
    “Benim sevdiğim kadar o da beni sever değil miiiii?”
    “Sever tabi. Daha çok sever hatta.”
    “Nasıl daha çok?” Kollarını iki yana açıyor var gücüyle. “Bu kadar mı sever yani?”
    “O kadar çok sever.” Bebek arabasına doğru eğiliyorum. Öyle güzel uyuyor ki…
    “Şşşt. Sessiz ol.” diyor bizim kahraman. Açıklamayı ekliyor arkasından:
    "O uyuyor. Ona yalnızca “incelek” diyebilirsin. Çünkü o uyuyor.”
    Fısıldamaya başlıyorum. “Tamam. İncelek (iyi geceler) küçük bayaaan.
    Kıkır kıkır gülüyor bizim kahraman.
    “Sana bir şey sorabilir miyim? Az önce annem cevap vermedi.”
    “Peki, neyi merak ettiniz bakalım küçük bey?”
    “Yağmurda kalan kuzular çeker mi?”
    “Hmm..”
    “Peki ya tavus kuşunun tüyleri diken diken olur mu? Ben çizgi filmde gördüm. Korktuklarında tüm tüyleri fırlıyor böyle havaya doğru. Sonra geri geliyor.”
    Gülümsüyorum. Hem küçük kahramanımın sorularına hem de kendi halime. Annesi geliyor bu sırada yanımıza. “Allah bağışlasın, çocukların çok tatlı.” diyorum. Yüzünde minnettar bir gülümsemeyle “Sağol.” diyor. Devam ediyorlar yollarına, bense yoluma…
    Bir kalabalık var ilerde. Yerde bir adam yatıyor. Ayakta duran iki adamın ıslak olduğu fark ediliyor buradan. Birkaç çocuğu geriye çekiyor annesi. Uzaklaştırıyorlar ufaklıkları. İnsanlar şaşkın. Biraz geriden izliyor bir adam olan biteni. Takım elbisesi, ayakkabıları ve elindeki siyah çantayla hiç bu olayın bir parçası gibi durmuyor. Nedenini anlamadan yanında bitiyorum bu adamın. “Neler oldu burada, nesi var?” diye soruyorum. Halbuki boğulmak üzere olduğu, şu iki adam tarafından çıkarıldığı açıkça ortada. Yüzüme bile bakmadan “Dur bir dakika, dur.” diyor. Şaşırıp kalıyorum. Birkaç dakika anlam vermeye çalışıyorum burada olan bitene. İnsanlar hiçbir şey yapmıyorlar. Önümdeki bayana soruyorum. “Neden kimse bir şey yapmıyor? Ambulans mı çağırıldı, onu mu bekliyorlar?” Yüzüme garip bir ifadeyle uzunca bakıyor bu kadın. Düşünüyorum “Yanlış bir şey mi söyledim, yanlış bir soru mu sordum ben?” Yüzümdeki ifadeden samimi olduğumu anlamış olacak ki “Adam çıkarıldığında çoktan boğulmuştu. Hatta şuradaki adamlar gece denize atlayarak intihar etmiş olabileceğini söylüyor.” diyor. Bulutlanıyor gözlerim. “Tanımıyorsun etmiyorsun kendine gel Saliha!” diyorum içimden. Arkamı dönüp yoluma devam edecekken, yanımda duran takım elbiseli adam başlıyor konuşmaya. “Ahh!” diyor “Şimdi elimde bir kamera olsaydı, şu senin sorduğun soruları insanlara yöneltiyor olsaydım ne olurdu? Siyah çanta yerine bir kamera olsaydı elimde. Kare kare kaydetseydim her anı.” Kendi kendine konuşuyor gibi bu adam. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Kızıyorum kendime. “Ne diye gelip durdum ki yanında? Neyini merak ettim ki?” Birden bana dönüyor.
    “Ne dersin birlikte yiyelim mi bugün öğle yemeğini?”
    Donup kalıyorum. Cevap alamayınca devam ediyor konuşmaya.
    “Tamam, tamaaaaam. Biliyorum. Tanımadığın bir adamla yemek yiyemezsin. Hem ben ne cüretle sana bunu sorabiliyorum ki? Ne bekliyorum, benimle yemek yemeni mi? Henüz adımı bile bilmiyorsun. Biliyor musun? Hayır. Bilmiyorsun işte.”
    Bu adam susacağa benzemiyor. Konuşmasını bölüp
    “Tamam.” diyorum. Duraklıyor bir an. Açıklama beklercesine bir yüz ifadesiyle dik dik bakıyor gözlerimin içine. “Tamam. Nereye gidiyoruz?” diyorum.
    Şimdi de hiçbir şey olmamış gibi gidilebilecek bir yer düşünüyor bu adam. “Kahvaltı yaptın mı?” diyor. “Hayır, yapmadım.” diyorum. Başlıyor gülmeye. Sinir de olmuyor değilim aslında. Anlayamıyorum bir türlü. Aklımdaki şemaların hiç birine uymuyor bu adam. Sığdıramıyorum bu adamı hiçbir kalıba. “Sen de benim gibisin.” diyor. “Öğleni gündüz gibi, akşamı da öğlen gibi yaşarsın. Ve akşam yoktur bizim hayatlarımızda. Yoktur gece, yoktur karanlık.” diyor. “Ben sabahı atlıyorum ama akşam ve geceden kurtulamıyorum.” diye geçiriyorum içimden. Bu adamın yanında karamsar olduğumu fark ediyorum.
    Yürüyoruz sahil boyu. Sonunda bahsettiği yere geldik. Yol boyunca burayı anlattı durdu.
    “Bakalım övdüğün kadar güzel miymiş buranın omleti!”
    “Bak bakalım. Dışarıda oturalım istersen, şuradaki masaya. Olur mu?”
    “Nasıl istersen.”
    Menülerimiz geliyor önümüze. Seçim bana bırakılıyor. Mantarlı omlet istiyorum kahvaltı tabağının yanında ve bir de taze sıkılmış portakal suyu.
    “Ben de aynından istiyorum.” diyor. Siparişler verildikten sonra gülerek “Ben Tolga.” diyor,
    “Hiç birbirimize isimleri söyleme fırsatımız olmadı. Hoş buna gerek de yok ya, olsun, yine de söyl-”
    “Ben de Saliha.” diyorum sözünü keserek. Gülümsüyorum ama onun kadar rahat olamadığım her halimden belli oluyor.
    “Memnun olacağım.” diyerek başlıyor söze. İlgimi çekiyor bu sözü. Memnun olacağım da ne demek? Ne demeye çalışıyor bu adam?
    Konuşmasına fırsat vermeden atıyorum ortaya bir şey:
    “Anlat bakalım kendini. Dikkatimi çektiğin kadar farklı mısın?”
    “Sanmıyorum. Bunu beklersen hayal kırıklığına uğrarsın.”
    “Bu cevap yeterli oldu sorduğum soru için. Farklı olduğuna dair bir şüphem yok artık.”
    İkimiz de birbirimize bakıp gülümsüyoruz son söylediklerimden sonra. Devam ediyorum:
    “Ne yapıyordun o kalabalığın içinde? Yani daha doğrusu neden orada duruyordun öylece?”
    “Çevrede olayı fotoğraflamaya çalışan birkaç kişi vardı ya. Onlara bakıyordum.”
    “Nasıl yani?”
    “Gözlerimi kapattığımda onlardan biri gibi hissediyordum kendimi. Elimde bir fotoğraf makinesi, çaprazlamasına taktığım bir çanta, içinde bir not defteri… Kapattığımda gözlerimi, ben buydum işte. Çevredeki sesler, insan kalabalığı… Her şey tamamlıyordu hayalimi. Ve duruyordum orada öylece.”
    “Peki şimdi ne yapıyorsun? Yani gazeteci değilsin anladığım kadarıyla.”
    “Davadan davaya koşan, birilerini savunan, bazen onca haksızlığın içinde müvekkili için haklı bir yan arayan, bir katilin içeride 3 yıl değil de 2 yıl yatması için araştıran, çalışan bir mahkeme avukatıyım. Ama hiçbir zaman benimseyemedim bu kimliğimi.”
    “Bu yüzden takım elbise ve elindeki çanta sana ait gibi durmuyor demek. “
    “Ailemin isteği olacak, benim güzel ailemin geleneği devam edecek diye başladım hukuk fakültesine. Okurken de ait değildim, yıllardır çalışıyorum hala bu mesleğe ait değilim. İşimin bittiği anda , davanın kapandığı mahkeme kapısından çıktığım anda bitiyor benim için mesleğim. ”
    Her ne kadar anlamış olsam da onu, daha fazla anlatmasını istiyorum. Karşımdaki yeni tanıştığım biri, bana yabancı biri değil kesinlikle. Çok eskilerden, yalnızca uzun süre görüşmemenin verdiği yabancılığı atmaya çalıştığım eski bir arkadaşım sanki. Uzun zaman sonra oturmuş, dertleşiyoruz. Öyle bir samimiyet var ki onda, o kadar yalın geliyor ki bana. Bende hiçbir olumsuz duyguya izin vermiyor onun bu hali.
    “Her gün başka bir yerde, bir araştırmanın peşinde ya da halkın içinde olmak istiyorum. Halkın duygularının tercümanı olmak… Olayla ilgilenmek değil, bu olay kimde ne iz bıraktı, kim ne düşünüyor bunları sormak istiyorum. Yazılar yazmak istiyorum. Fotoğraflar çekmek, belgelemek. Küçük bir paragraf, iki cümleden ibaret küçük bir paragraf yazmak için ya da yalnızca bir başlık için saatlerce çalışmak istiyorum.”
    “Geç değil bunun için. Hala bir şeyler yapabilirsin.”
    “Öyle sanıyorsun. Bende öyle düşünüyordum. Bunu hukuk fakültesine gitmeden önce de yapabilirdim. O zaman neden yapamadıysam, şimdi de aynı sebepten devam etmek zorundayım bu mesleğe.” Durgunlaşıyor birden. Sonra :
    “Çok mu sıkıyorum seni?” diyor. Mahcup bir ifadesi var. Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Onu kırmamak için uğraşıyorum adeta, kırmamak için düşünüyorum. Şimdi ne cevap vermeliyim? Toparlamaya çalışıyorum aklımdaki düşünceleri. Bir şeyler söylemeli artık, dinlemeye bir son vermeli.
    “Onu da nerden çıkardın?”
    “Bugüne kadar yaptığım her şeyi birer birer sorguluyorum bugünlerde. Aklımda hep “Öyle mi olmalıydı, şöyle yapsam daha mı iyi olurdu?” soruları var. Çıkamıyorum hiçbirinin içinden. Bu anlattıklarım düşüncelerimin çok küçük bir parçası. Bunlarla dolup taşarken aklım, birden, kendimi sana dert yanarken buldum işte. Hem nerden girdik biz bu konuya?”
    “Hayır, aksine ilgiyle dinliyordum seni. Bugüne kadar hayatını hep başkaları yönlendirmiş ve hep bir kalıba sokulmaya çalışılmışsın. Bu zor bir durum. Olmadığını, yapamadığını görmek daha da zor. Ama belki hobi olarak ilgilensen, fotoğrafçılık kulübüne üye olsan mesela, az da olsa değiştirebilirsin bu durumu. Ne dersin?"
    “Olabilir aslında. Sorunu o kadar çok büyütüyorum ki çözüm aramak gelmiyor aklıma. Bunu hiç düşünmemiştim. Belki fotoğraf yarışmalarına da katılırım.”
    Omletlerimiz geliyor bu sırada. Garson masayı siliyor ve tepsidekileri birer birer koymaya başlıyor masanın üzerine. İnce ince dilimlenmiş domatesler, küp şeklindeki küçük peynirler, limon kabuklarıyla süslenmiş, yağ ve kekikle harmanlanmış zeytin, bal, reçel… Bugün hiçbir şey yemediğimi hatırlıyorum. Diğer gelişinde içi ekmek dolu sepeti masanın kenarına bırakıyor garson ve diğer elinde taşıdığı tepsideki portakal sularını servis ediyor. Masaya koyduğu bir sürahi ve bir bardak, peçetelere sarılı çatallar ve bıçaklarla tamamlıyor servisini. Bir ağızdan teşekkür ediyoruz Tolga’yla ve gidiyor.
    “Bakalım nasıl bulacaksın omleti.” diyor Tolga. Bir parça ekmek atıp ağzıma, tadına bakıyorum.
    “Doğrusu uzun zamandır böyle güzel kahvaltı yapmamıştım. Omlet de bir harika.” diyorum.
    “Beğenmene sevindim.” diyor normal konuşmasının altında bir sesle.
    Kahvaltı boyunca pek de konuşmuyoruz aslında. Onun aklından sürekli fikirler geçtiğini sezebiliyorum. Neyse ki buraya ilk oturduğumuz ana göre daha iyi şimdi. Göz göze geldiğimiz küçük anlarda gülümsüyor. Sessizlik hoşuna gidiyor. Yüz ifadelerimi takip ediyor. "Boşuna bakmayın Tolga Bey. Sıkıntıya dair bir his bulamazsınız yüzümde. Zira meraktan çıldırıyorum konuşmadığınız her dakika. Nedir sizi böyle kılan şey?"
    Az sonra hesabı istiyoruz. Ve kalkıyoruz. Geldiğimiz yoldan geriye doğru yürümeye başlıyoruz. Sessizliği Tolga bozuyor.
    “Bu akşam yola çıkıyorum. Burada olmayacağım bundan sonra.”
    “Nasıl yani? Sen İstanbul’da oturmuyor musun?”
    “Bir dava için buradaydım. Bugün bitti. Ve İzmir’e dönüyorum.”
    Yaşadığım bu anın başka bir tanımı yok: hayal kırıklığı. Neden, bilmiyorum. Üzülüyorum. Evet. Tanımıyorum. Tolga’nın kariyer hayatından başka ona dair hiçbir şey de bilmiyorum. Ama onu sevmiştim. Hayatımda nereye koyduğumu bilmiyorum ama bunu söyleyebiliyorum. Sevmiştim onu. En azından tanımayı isteyecek kadar sevmiştim. Hem bana o öğretti: İnsan tanımadığı birini de sevemez mi? Kendi kendime gülümsediğimde henüz Tolga’ya bir cevap vermediğimi fark ediyorum.
    “İyi yolculuklar dilerim sana. Sen memnun olacağım demiştin. Ben şimdiden memnun oldum.”
    “Ne yapıyoruz? Veda mı bu?”
    “Gidiyorum dedin. Büyük ihtimalle görüşemeyeceğiz bir daha. Hoş vakit geçirdik. Ama bitti.”
    “Böyle düşünüyorsun demek.”
    Evimin önüne kadar geliyor benimle. Ayrılmamız gerektiğini anlıyor burada. Ona kızgınlık duyuyorum. Nedeni yok. Soğuk bir ifadeyle tekrarlıyorum aynı cümleleri.
    “Tanıştığıma memnun oldum. İyi yolculuklar dilerim sana.”
    “Teşekkür ederim. Hoşça kal.” diyor. El sıkışıyoruz ve gidiyor.
    Apartmana doğru yürüyorum. Neydi bu şimdi? Anlamadı mı bilerek soğuk davrandığımı. Bir an önce gitmesini ister gibi davrandığımı fark etmedi mi? Aslında onu tanımak istediğimi anlamadı, ‘gitme’ dediğimi duymadı mı? Merdivenlerden yukarı çıkarken, manava bıraktığım poşetler geliyor aklıma. Apartmanın dışında bir kamyon duruyor. Manavdan döndüğümde de aynı yerde oluğunu görüyorum. “Neden burada duruyor ki?” diye geçirsem de içimden çok durmuyorum üzerinde. Evimin kapısını açmaya çalışırken omzuma dokunan bir elle irkilip düşürüveriyorum anahtarı elimden. Neyse ki bu Hakan. Hiçbir şey söylemeden başlıyor sorularına.
    “Gelirken yanında biri vardı. Pencereden gördüm sizi. Nereden tanışıyorsunuz.”
    “Tanışmıyoruz!”
    “Ne demek tanışmıyoruz? Yanında olduğuna göre tanıyorsun.”
    “Tanışmıyoruz dedim Hakan! Evet yanımdaydı. Hatta kahvaltı yaptık birlikte ama tanışmıyoruz. Tanımıyorum onu. O yalnızca bugün içindeki belirli bir zamana ait, o anda kalacak olan biri.”
    Bir anlam veremiyor söylediklerime. Ciddiyetim aklındaki soruları bana sormasını da engelliyor. Bakakalıyor öylece. Sinirimi ona yansıtmak istemiyorum. Devam ediyorum söze:
    “Bugün mü taşınıyorsun yoksa? Aşağıdaki kamyon senin dairen için mi geldi?”
    “Evet. Birkaç kişiyi daha bekliyorlar. Onlar gelince eşyaları taşımaya başlayacaklarmış. Bende dolanıp duruyorum buralarda işte. Sen ne yapacaksın şimdi?”
    “Bilmiyorum. Gelsene geçelim bana. Nasıl olsa sana geldiğinde haber verirler.”
    “Yok. Bekleyeceğim ben. Az sonra gelirler zaten.”
    “Tamam o zaman. Bir şeye ihtiyacın olursa buradayım. Unutma.”
    “Unutur muyum hiç? Sağ ol, geç sen içeri.”
    Hakan’ın beni kendinden uzaklaştırmak ister gibi bir hali var. Çok endişeli görünüyor. Halbuki benim bildiğim Hakan buraya taşınıyor olmanın heyecanıyla dolup taşmalı, yerinde duramıyor olmalıydı. Neyse işlerin fazla olmasından gergindir bugün belki. Belki de az önceki sert çıkışım için özür dilesem iyi olacak. Açıyorum dış kapıyı ama az önce ardına kadar açık olan karşı dairenin kapısı bu kez kapalı. İçeriye geçip pencereden aşağıya bakıyorum. Kamyonun yanında birkaç adam duruyor. Birinin kulağında bir telefon öylece bekliyor. Bir tuşuna basıyor, telefonu indiriyor, bakıyor ve yine kulağına götürüyor. Bir on dakika sonra pencereden tekrar bakıyorum. Adamlar beklemekten sıkılmış gibi görünüyor. Hakan ortalarda yok. Ve sanırım bu adamlar onu bekliyorlar. Merak edip arıyorum Hakan’ı ama telefonu cevap vermiyor.
    (SELİM)
    Tavanı üzerime düşecekmiş gibi hissediyorum. Zaten üzerimde en az onun kadar büyük bir ağırlık var. Yavaş yavaş vücudumun farklı yerlerinde ağrılar hissediyorum. Ellerim, ayak parmaklarım sızlıyor. Boynumu hareket ettiremiyorum hala. Bacaklarımı hissetmiyorum. Üşüyorum bugün. Evet hissediyorum bunu. İçeride tıkırtılar var duyuyorum. Ses gittikçe yaklaşıyor ve nihayet kulağımın dibinde. Birkaç tıkırtıdan sonra uzaklaşıyor yine. Ben kalıyorum kendimle.
    (SALİHA)
    Apartmandan tıkırtılar duyuyorum. Hakan gelmiş olmalı. Kapıyı açtığımda Hakan’ın telaşlı yüzüyle karşılaşıyorum. Ne yapacağını şaşırmış gibi bir hali var. “Neredeydin?” diyorum sesimi yükselterek.
    “Diğer eve gitmiştim. Orada son kalan birkaç parça eşyam vardı onları getirdim.”
    “Merak ettim seni, telefonunu da açmadın.”
    “Duymadım aradığını.”
    Bu sırada eşyalar eve taşınmış, çalışanların işi bitmişti. Hakan, elindeki ceketi kapının önünde duran kolilerin üzerine atarak, aşağı inmekte olan işçilerin yanına gitti. Bu sırada cebinden birkaç küçük kutu düştü. Bunlar ilaçtı. Eğilip düşen ilaçları aldım yerden. Hakan’ın cebine koymak üzereyken merakıma yenik düştüm. Üzerinde açıklayıcı bir yazı bulamayınca prospektüsünü çıkardım içinden. Ne olabilirdi ki bu haplar? Hızla göz gezdirirken, bir hışımla elimdekini çekti Hakan.
    “Neden karıştırıyorsun ceketimi, ne bu merak Saliha?” diyerek bağırdı. Utancımdan kıpkırmızı olduğumu tahmin edebiliyordum. Ne diyeceğimi şaşırdım. Hiç düşünmeden hareket etmiştim.
    “Şeyy… Ben… Yani onlar yere düşünce… Koymak için cebine…”
    “Lütfen Saliha. Olmasın bir daha.” diyerek içeri geçti. Bense kalakaldım orada öylece. Neydi bu şimdi ,neden önemliydi bu kadar, ne gizliyordu ki benden? Üstelik birbirimizin her şeyini biliriz biz. Öğrenmemi istemeyeceği ne olabilirdi ki?
    Hala apartmanda olduğumu fark ettim bir süre sonra. Eve girdim. Karnım çok aç, ama zihnim de bir o kadar yoğundu. Üzerimi bile değiştirmeden odamdaki yatağın üzerine attım kendimi.
    Soğuk iliklerime işliyor sanki. Ayaklarımda bir sızı... Hangi taraftan gitmişti? Hangi sokaktı o? Hızlı olmalıyım. Koşuyorum, koşuyorum ama yok, ilerleyemiyorum. Gözlerimin önündeki manzara değişmiyor. Aynı yerde dönüp duruyor gibiyim. Bardaktan boşanırcasına yağıyor yağmur. Arabaların farları gözümü alıyor. Korna sesleri var. Sağımdan, solumdan, her yerden korna sesleri geliyor. Ne işi var bu kadar çok arabanın bu sokakta? Bana doğru koşuyor birkaç adam. “Hayırrrr! Diğer tarafa koşun. O kaçıyor. Yanımdaydı. Az önce yanımdaydı. Onu yakalayın. Selim’di o!” Adamlardan biri kolumdan tutuyor. Geri çekmeye çalışıyor beni. Kurtulmaya çalışıyorum elinden.
    “Az kalmıştı, yakalayacaktım. Bırak, bırak beni! Az kaldı diyorum sana!”
    “Ne yapmaya çalışıyorsun sen Saliha? Kendine gel! Ortada kaçan biri yok. Ne diyorsun sen?”
    “Selim! Selim gitti. Buradaydı. Az kalmıştı. Az!” Ağlıyorum bağıra çağıra. Gözyaşlarım yağmura karışıyor. Karıştıkça daha bir ağlıyorum. Neden anlamıyor bu insanlar?
    “Saliha!” sesiyle irkiliyorum tekrar. Beni tanıyor olmalı ama kim bu? Sürekli yanımda, bir şeyler söyleyip duruyor. Kolumdan tutuyor. Etrafımda bir insan kalabalığı. Neden toplanıyor bunlar başımda? Selim diğer taraftan gitti. Yanımdaki adam kolumdan çekiyor, kalabalığa dönerek: “Ben tanıyorum. Tamam. Sorun yok.” diyor. Çıkıyoruz kalabalığın içinden. Karanlık ıslak sokaklarda yürüyoruz sonra.
    ***

      Similar topics

      -

      Forum Saati Cuma Nis. 26, 2024 8:18 pm