Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    SERÜVENLERİM..

    avatar
    01001060044


    Mesaj Sayısı : 1
    Kayıt tarihi : 07/10/10

    SERÜVENLERİM.. Empty SERÜVENLERİM..

    Mesaj  01001060044 Salı Ara. 21, 2010 7:37 pm

    SERÜVEN
    6. yaşlarımdaydım. Okula henüz başlamamıştım. Ailemle Konya’da Selçuklu ilçesinde ikamet etmekteydik. Evimiz kiraydı. Babam ben 20 günlükken Arabistan’a gitmişti ve evde sadece Annem, ben ve benden iki buçuk yaş büyük olan ablamla kalıyorduk. Ara sıra anneannem gelirdi ama bir iki hafta kalır giderdi tekrar dayımların evine. Komşularımızla aramız iyiydi. Oturmaya gider gelirdik. Komşumuzun çocukları Cevdet ve Beram çok iyi çocuklardı ve biz onlarla güzel oyunlar oynardık. Ha bir de delimiz vardı, mahallemizin delisi deli yaşar. Bizi sürekli kovalardı bizde çocuktuk ya çok dalga geçerdik. O zamanlar okula gitmediğim için zamanım çok olurdu oynamak için. Biz de zamanımızı çok iyi değerlendirir sürekli bir şeyler oynardık. Bir de bizim akşam oturmalarımız vardı balkon da. Alırdık yarım kilo çekirdek başlardık sohbete, ben evimizin önünden geçen arabaları sayardım. Bazen ablamla evin içinde bir şeyler oynardık. Genellikle de oyunun sonunda kavga ederdik. Babam gurbette olduğu için bütün yük annemin omuzlarındaymış ama tabi biz hiçbir şeyin farkında değildik. Sadece oyun oynar yaramazlık yapardık. Anneannem bizim kirada oturmamıza hiç razı değildi. Bizim haberimiz yokken dayıma “Bu Seray kızımı bir eve çıkartmamız lazım. Bir ev sahibi yapmamız lazım” demiş. Dayımı da anneannemi hiç kırmaz bir dediğini iki etmez. Dayımın Konya’nın Sille Parsana mahallesinde kooperatiften çıkma bir evi varmış. Parsona Mahallesi de o zamanlar Konya’nın dışında bir köy sanki. Neyse dayım anneme anlatmış durumu, annem de babama anlatmış. Babam para yollamış ve biz dayımın evini normal fiyatından çok ucuza dayımdan almışız ve dayıma paranın yarısını vermişiz. Bir kamyonet tuttuk ve eşyalarımızı yeni evimize taşıdık. Zaten ilk hafta temizlik, düzen oturtma gibi durumlarla geçti ama ben evin dışarısıyla ilgileniyordum tabi. Yeni arkadaşlar, edinmeye çalışıyordum bu arada taşındıktan 5-6 ay sonra artık okula başlama zamanım gelmişti. Okul için alışverişe çıktık. Ben yeni aldığım bir ayakkabıyı o kadar çok severdim ki gece onu giyerek yatardım. Pazartesi sabahı saat: 6.15’de annem kaldırdı, “Hadi okula gidiyoruz” dedi. Sabahın köründe okul kıyafetlerimi giyip annemle beraber okula gittik. Bir de baktım bir sürü çocuk okulun bahçesinde sırada durmuş aileleri de uzaktan onlara bakıyordu. Annem beni de sıraya bıraktı ve uzaklaştı. Bir adam kürsüye çıkmış bize “hoş geldiniz” diyordu. Sonra sıra halinde sınıflara girdik. Beyaz saçlı bir öğretmen, sınıf öğretmenimizmiş, sınıfa girdi. “Günaydın çocuklar” dedi. Kimseden ses çıkmadı. Sonra çocuğun biri ağlamaya bir başladı ki ardından bir başkası “Annemi istiyorum, anneee…” diye bağırıyordu, ağlıyordu. Öğretmen susturmaya çalıştı ama çocuklar susmuyordu. Neyse ki zil çaldı da çocuklar öğretmenle birlikte bahçeye çıktılar, annelerine koştular. Ben etrafıma bakıp olup biteni anlamaya çalışıyordum. İlk gün böle geçti. Okuldan çıktığımda annem beni aldı eve gittik. Sonra 2. gün de böle geçti ama bu kez ağlayan pek yoktu. Ben yavaş yavaş olup biteni anlıyordum. Mavi önlükten başka kıyafeti olan büyük adamlar öğretmen, tüm mavi önlüklüler benim gibi öğrenciydi. 3. gün 4. gün derken ilk hafta bitti. Artık ben de okullu olmuştum. Sorumluluklarım artmıştı. Artık okula kendim gidip gelmeliydim e öyle de oldu. Sabah kalkıp kahvaltımı yapıp otobüse biniyordum ve okuluma gidiyordum. Bir süre sonra arkadaşlar edindim. Mevlüt, Yasin, Şevket, Şeyma, Seher…… Artık derslere de başlamıştık. Düz çizgi yan çizgi çiziyor, sayı saymayı öğreniyorduk. Tenefüslerde arkadaşlarımla top oynuyorduk. Beden derslerimizde hocamızla birlikte yakartop oynuyorduk. Celal ve ben sınıfın en iyi yakartop ve futbol oynayanlarıydık. Genelde arkadaşlar bizim çevremizde toplanırdı. Celal’le ikimiz aynı takımda olmazdık. Ayrıca Celal benim mahalle arkadaşımdı da. Mahallede bir gün oyun oynuyoruz. Kafama sert bir şey geldi. Bir baktım ki Celal kafama yenmiş mısır atmıştı ve uzaktan pis pis sırıtıyordu. Ben tabi çok sinirlenmiştim ve Celal’i kovalamaya başladım. Celal eve kaçtı ve eve girmişti. Bende onun evinin kapısına elimde taşlarla ve ağzımda bütün küfürler bağırarak geldim. Evinin kapısını tekmeleyip, bağırıyordum:
    - Çık ulan dışarıya, çık!....
    Sonra annesi kapıyı açtı:
    - Ne diyorsun sen terbiyesiz! Dedi. Bana bir tokat patlattı o yaban gibi elleriyle. Ben feleğimi şaşırmıştım zaten. Sonra ben evimize döndüm ağlayarak. Annem neden ağladığımı sordu. Ben de durumu anlattım annem bir hışımla kalktı. Kadının evine gitti. Ben de annem kadını dövecek diye seviniyorum. Annem eve bir geldi sordum:
    - Ne yaptın? Diye. Annem de:
    - Konuştum, yarın Celal gelip senden özür dileyecek dedi. Bende:
    - Asıl özür dilemesi gereken annesiydi ama büyüklük bende kalsın dedim.
    Ertesi gün sınıfta ben de onun karnına yumruk vurdum ve be de onu ağlattım. Bir iki gün sonra tekrar barıştık ve maç yapmaya devam. 1. sınıf, 2. sınıf bitmişti ve 3. sınıftaydım. Artık okuma yazmayı çoktan halletmiş çarpım tablosunu ezberliyordum.
    Sınıfımdaki herkesle artık kardeş gibi olmuştuk. Bir gün takıldı ve sıranın sivri yerine çenem geldi ve çenem açıldı. Çenem kanıyordu ve durmuyordu, lavaboya gittim çenemi yıkamak için. Bu arada Şevket o kadar korkmuştu ki; bana yalvarıyordu:
    - Ne olur hocalara bir şey söyleme, bilerek yapmadım! Diye lavaboya nöbetçi hoca girdi. Durumu gördü ve beni müdürün odasına götürdü.
    Müdür duruma baktı ve:
    - Dikiş atılması lazımdır dedi. Müdürün arabasına binip sağlık ocağına gittik. Doktorun yanına gittik. Beni bir korku sarmıştı. Doktor dolabından hilal şeklinde iğne ve iplik çıkardı. Yaralı çeneme pansuman yaptı ve çenemin altına dikiş attı. Fazla acı çekmemiştim. Müdürün arabasına bindik ve müdür beni evime bıraktı. Annem beni öyle çenem sargılı bir şekilde görünce sordu:
    - Ne oldu oğlum, düştün mü? Ben de durumu anlattım. Biraz kızdı ve sonra yatağımı hazırladı. Ben de yattım. 2 gün okula gitmedim. Sonra okula gittiğimde millet bana öcü gibi bakıyordu; çünkü dikişlerim duruyordu. Bir hafta sonra da dikişlerimi aldırdım. Bu durumdan ucuz kurtulmuştuk.
    3. sınıfı bitirmiş ve 4. sınıfa başlamıştım. Artık derslerimiz daha ağırlaştı ve derinleşti. Benim ders çalışmamda ve başarılı olmamda kızların grup ve bizim erkeklerin gurup arasındaki tatlı çekişmenin de etkisi vardı. Hangi grup sınavlarda daha başarılı olacaktı? Hangimizin notları daha yüksek gelecekti? Öğretmenimiz de bu tatlı çekişmeyi desteklerdi.
    Öğretmenimiz bizi 4. sınıfın 2. döneminde pikniğe götürmek istiyordu. Tabi ki bizde öğretmenimizin bu isteğini kırmadık. Perşembe akşamdan pastalar, börekler, çörekler hazırlandı. Cuma günü bizim okulun yakınlarında bir iğde ağacının çevresine oturduk. Yeşilliğin içinde birkaçımız top oynamaya başladı, bazımız tıkınmaya….
    Sonra Nihat öğretmenimiz bizi etrafına topladı ve fıkralar anlatmaya başladı. Biz erkekler biraz öğretmeni dinledikten sonra sıkıldık ve ondan izin aldık. Biraz gezintiye çıktık. Hem konuşuyor hem yürüyorduk. Piknik yerinden oldukça uzaklaştık ve kocaman bir taş ocağının içine girdik. Ayrıca 3’er 5’erli gruplar halinde ilerliyorduk ve aramız çok açılmıştı. Diğer arkadaşlarımız çok geride kalmıştı. Biz taş ocağının içine girdikçe giriyor, girdikçe giriyorduk. Sonra bir su birikintisi gördük ve çevresine oturduk. Arkadan gelen arkadaşlarımızın bazıları yanımıza gelmişti. Ama hâlâ eksik vardı. 3 eksik vardı. sonra arkadaşların bize doğru koşarak geldiklerini gördük. İçlerinden Ömer soluk soluğa:
    - Arkadaşlar! Bir adam bize bıçak çekti. Adam sarhoştu ve arabasında içiyordu, dedi. Biz hemen panik olmuştuk. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Hemen öğretmenimizin yanına gitmek için kalktık ve yola koyulduk. Bir taraftan yürüyor, bir taraftan da adamın önümüze çıkmasından endişe ediyorduk. Neyse ki adam önümüze çıkmadı ve biz öğretmenimizin yanına gelmiştik. O’na bu durumu anlatmadık; çünkü bize kızabilirdi. Sonra arda yiyeceklerimizi yedik ve tekrar okulumuza döndük. Okulumuzdan da herkes evine ayrıldı. Pikniğimiz çok maceralı geçmişti. Birçok tecrübe edinmiştik. Sonra hafta sonu da mahalleden arkadaşlarımla vakit geçirdim.
    Günler çok çabuk geçiyordu. 4. sınıfım bitti ve takdir olmuştum. Yaz tatilinde Selçuklu belediye sporun yaz futbol okuluna yazılmak istiyordum. Babama söyledim ve babam da beni yazdırdı. Forma, tozluk, krampon aldık ve ben çok mutluydum; çünkü futbolcu olmayı çok istiyordum. Bu benim için hayatımın fırsatıydı ve ben futbolla ilgili hayaller kuruyordum. 1 hafta sonra yaz okulu başladı. Ben de sabah saat 7:00’da Selçuklu Belediyesinin stadına gittim. 45-50 yaşlarında antrenör hoca hepimizi etrafına topladı. Kendini tanıttı. Bizler de kendimizi tanıttık. Sonra sahanın çevresinde 3 tur koştuk sonra açma-germe hareketleri yaptık ve topu bize verdi.
    - Size oynayın ben geliyorum dedi. Biz hemen adam alıştık ve maça başladık. Kaleler minyatür kaleydi. Bu yüzden zor gol atıyorduk. Ayrıca ben hocaya kendimi göstermek için gelmiştim oraya ve hoca orda yoktu. Moralim ilk günden bozuldu. Bir süre sonra hocanın yanına gittik. Hoca çayını yudumlarken:
    - Bugünlük yeter! Hadi herkes evine gitsin. Yarın görüşürüz, dedi. İkinci ve üçüncü gün yine aynı şeyi yaptı. Benim hevesim kaçmıştı. Dördüncü gün gitmedim. Hayallerim de sorumsuz bir hoca yüzünden boşa gitmişti. Artık mahallede arkadaşlarla top oynamaya devamdı.
    Arkadaşlarımla mahallemizin yanındaki parka giderdik. Yine bir gün 3 arkadaş gittik ve sohbete ettik, oturduk. Sonra İbrahim adındaki arkadaşımla tattaravalliye karşılıklı oturduk. Yavaş yavaş kalkıp iniyorduk. Sonra ikimizde hırs yapmaya başladık. Yukarıda olan aşağıya doğru daha hızlı basıyordu ve karşısındaki havaya katlığında tattaravalliyle sadece eli temas ediyor, vücudu havaya kalkıyordu. Sonra bunun şiddetini o kadar hızlı yaptık ki sanki uçuyorduk; ama sonunda olan oldu ve ben havaya uçtum. Yere yüz üstü çakıldım. İlk başta sıcağıyla pek bir şey hissetmedim. Arkadaş çok üzgündü; ama hata ikimizindi. Sonra eve geldim ve aynaya baktığımda adeta yüzüm dağılmıştı. Gözüm mosmor olmuş ve şişmişti. Annem o halimi gördü ve sordu:
    - Oğlum! Yüzüne ne oldu senin? Ben de anneme durumu anlattım. Annem ilk başta biraz kızdı ama yapacak bir şey yoktu. Olan olmuştu. Annem buz getirdi. Ben de gözüme tuttum ve uyudum. Yüzümün bir daha iyi olmayacağını hep böyle kalacağını düşünüyordum. Neyse ki 1 hafta sonra yüzüm iyileşmeye başlamıştı. Gözümün morluğu geçmiş ve şişliği inmişti. İz kalacaktı; ama fazla değil. Bir daha parktaki oyuncaklarla iyi oynamanın gerekliliğini anladım ve hayatımda bir daha hiç tattaravalliye binmedim.
    Günler günleri kovaladı. Yaz tatili bitti ve okul heyecanı başladı. Artık 5. sınıf öğrencisiydim. Derslerimiz daha çok artmış ve zorlaşmıştı. Bizim okulun sabahçı – öğlenci sistemi vardı ve birinci sınıfla beşinci sınıf aracı sabahçı diğerleri öğlenciydi. Dolayısıyla sabahçı grubun en büyük öğrencileri bizdik. Bunun verdiği havayla derslerimden yavaş yavaş soğuyordum. Artık arkadaşlarım da değişiyordu. Daha önceden derslerine çalışan efendi arkadaşlarım vardı. şimdi ise arkadaşlarım zibidi takımı oluyordu. Ben de zibidi… Öğretmenlerimizin her dediği artık bizim için bir değildi. Sorguluyor, tartışıyorduk. Sonunda yine dayak yiyen biz oluyorduk ama… O zamanlar birinci sınıfla beşinci sınıf arası ilkokul, beşinci sınıfta sekizinci sınıf arası ortaokul oluyordu. İlkokullar arasında sınıf futbol turnuvasının düzenlenmesini dört gözle bekliyorduk. Çünkü; artık yaşımızdan büyüklerle maç yapıp yenilmeyecektik. Beden öğretmenimiz turnuva için düğmeye bastı. İlk maç bizimdi. Pek fazla hazırlanmam lazımdı. Artık evin içinde bile top oynuyordum. Yeni ayakkabılar aldırmıştım babama. Sonunda maç günü geldi çattı. Sınıfımızın kızları ve karşı sınıfın kızları sahanın dışında tezahürat ediyorlardı. Sınıfın nenden çok beklentisi vardı. Çünkü onlara göre en iyi futbol oynayan bendim. Pankartlarda Mustafa yazıyordu. Beden öğretmenimiz düdüğü çaldı ve santrayla maç başladı. İlk başlarda güzel oynuyorduk ama ilk golü onlar atınca moralimiz bozulmuştu. Arkadaşlarım en ufak hata yapınca onlara aşırı tepki veriyordum. Maç yaparken çok sinirli oluyordum. Dolayısıyla onların da moralini bozuyor ve kötü oynamalarına sebep oluyordum. İlk yarıyı 1-0 yenik kapattık. Devre arası sınıf öğretmenimiz Nihat Çalışkan taktik verdi. Onbeş dakika dilendikten sonra ikinci devre başladı. İki dakika geçmişti ki orta sahadan kaleye şut çektim. Top yerden sekti. Kalecinin bakışları arasında üst direğe çarpıp çıktı. Zaten olmayan moralim iyice çökmüştü. Neyse ki imdadımıza Sadullah adında arkadaşım yetişti. Sağ kanattan yaptığım ortayı güzel bir kafa golüyle süsledi. Maç 1-1 oldu. Ve uzatmaya gitti. Uzatmalarda da sonuç almayınca penaltı atışlarına geçtik. Bizden herkes attı. Onlardan birisi atamadı. Böylece ilk galibiyetimizi almıştık. İkinci maçımız zaten dört sınıf olan beşinci sınıflardan diğer iki sınıfın galibiyleydi. Bu maç çok önemliydi. Çünkü bu maçı da alırsak dördüncü sınıfların galibiyle yapıp, yenersek kupayı alacaktık; ama şimdi önümüzde bir maç vardı ve maç yapacağımız takım belli oldu. Maç günü için alabildiğince hazırlık yapmıştık. Maç saati geldi, çattı. Beden öğretmenimiz düdüğünü çaldı e maç başladı. Karşımızdaki rakip çok güçlüydü ve fizik olarak da bizden iyilerdi. Bizim takım sadece kişisel gayretlerle yürüyordu. Organize hiçbir şey yoktu. Bir iki atak yaptık top kalecide patladı. Atak yaptığımızda tüm oyuncular forvete çıkıyordu ve defans bomboş kalıyordu. Her an bir kontra ataktan gol yiyebilirdik; ancak, Şevket adındaki arkadaşımın uzaktan çektiği şut tam doksana gitti ve gol oldu. Rakibin morali bozulmuştu. Biz ise bastıkça basıyor, daha çok gol pozisyonuna giriyorduk. İkinci gol de benim arkadaşımın açtığı ortaya kafa vurmamla geldi. Biz artık “maçı aldık” gözüyle bakıyorduk. Onların son çırpınmaları onlara bir gol getirmişti. Ama yetmedi. Maç bitti. Galip gelen bizdik. Sevinçten uçuyorduk. Sınıf öğretmenimiz bizi tebrik etti. Ardından biz galibiyeti kutlamak için marketten kola, çıtır – çerez, cips gibi şeyler alıp okulun yakınlarında bir yere oturduk. Artık sadece dördüncü sınıfların galibini beklemek kalmıştı bize. 3-4 gün geçti ki dördüncü sınıfların galibi de belli oldu. Son maçımızı dördüncü sınıfların en iyisi olan 4-B sınıfıyla yapmak için sahaya indik. Tüm öğrenciler maçı izlemek için saha kenarına dizilmişlerdi. Derse girilmemişti. Öğrencilerin arasında hatırı sayılır öğretmenlerimizde maçı izlemek için ordaydılar. Tezahüratlar havada uçuşuyordu. Hakemin düdüğü çalmasıyla maç başladı. Üçüncü dakika da bir gol attık. Rakibimiz bir şeyler yapmaya çalışıyordu ama başaramıyordu. İlk yarının bitimine iki dakika kala ikinci golü de attık ve ilk yarı bitti. Biraz dinlendikten sonra ikinci yarı da üç gol attık ve maçı biz kazandık. İlkokulun şampiyon sınıfı bizdik. Biz kupa kaldırmak için beklerken, kupa müdürün odasındaymış. Müdür de odasını kilitleyip bir yere gittiği için kupayı kaldıramadık. Kupayı kaldıramazsak da eğlenmeye devam ettik. O gün öyle bitmişti. 2-3 gün geçtikten sonra bizi “madalya vereceğiz” diye topladılar. Madalya dedikleri üçgen şeklinde muskaymış. Görünce hayal kırıklığına uğradık; ama emek vererek elde ettiğimiz bir şey olduğu için hepimiz yine de mutluyduk. Bu futbol döneminin mutlu bir şekilde kapanmasıyla artık normal okul hayatıma tekrar dönmüştüm.
    Günler ayları kovaladı 5. sınıfım bitti. Yaz tatiline girdik. Tatile girdikten 1 hafta sonra, babamın İstanbul’a, Asansör fuarına gideceğini öğrendim. Babamdan beni de İstanbul’a götürmesini istedim. İlk başta izin vermedi. Ağladım, sızladım, en sonunda babamı ikna ettim. Eşyalarımı hazırlamaya başladım. İstanbul’da amcam ve amcamın çocukları da vardı. benden küçüklerdi ama hiç yoktan, iyiydir. Neyse ki gitme günümüz gelmişti ve hazırlıklarımda da bitmişti zaten. Konya Asansörcüler Odası’nın ayarladığı otobüse babamla ikimiz bindik gece saat 10:00’da. Yolduğumuz çok güzel geçti. Hele ki son 2 saati yani Kocaeli – İstanbul arası mükemmeldi. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçtiğimiz o anı ve oradaki İstanbul manzarasını hala unutamıyorum. Sabah saat 8:00’da İstanbul’da asansör fuarının önünde otobüsten indik. Babamla beraber fuara girdik. Fuar alanı çok büyüktü ve her milletten insanlar vardı. Japonlar İngilizler, Almanlar…. Babam genelde iş yaptığı firmaların standlarında oturup sohbet ediyordu. Ben ise önüme konulan cips, kola, çetnevir, şeker gibi şeyleri, “hemen nasıl bitirebilirim” diye uğraşıyordum. Fuarda işimiz ikindine kadar sürdü. Sonra oradan ayrılıp amcam ve kuzenlerimle buluştuk. Bir yerde oturup yemek yedik. Ardından amcam bizi lunaparka götürdü. Ben gördüklerim karşısında şaşkındım. Hızlı tren o kadar hızlıydı ki çocuklar çığlık atıyorlardı. İyi ki bizim yaşımız tutmuyordu da binmek istesek bile binemezdik. Ben yine her zamanki gibi atlı karıncama bindim. Birde çarpışan arabaya bindim. Çok güzel eğlendikten sonra amcamın evine gittik. Orda güzelce akşam yemeğimizi yedik. Sonra amcamın oğlu Boğaçhan’ın aterisinde maç yaptık. Bir süre sonra yol yorgunu olduğumuz için yattık. Geceden bir planlama yapmıştık. Babam fuara gidecekti. Amcam beni ve Boğaşhan’ı İstanbul’un gezilip görülecek tarihi – turistik yerlerine götürecekti. Sabah kalktık, kahvaltımızı yaptık. Babam eline çantasını aldı ve fuara gitti. Biz de hazırlanıp aşağıya indik. Taksiye bindik ve Sultan Ahmet Camisinin orda indik. Gördüklerim karşısında şaşkındım. Muazzam büyüklük ve ihtişamda bir cami ve çevresi insan ve güvercin seli… İnsanlar güvercinlere yem atıyorlardı ve güvercinler hiç kaçmıyorlardı. Sonra caminin içerisine girdik. Mükemmel yazılar vardı ve içi de kocamandı. Oradan çıktık. Galata köprüsüne gitmek için taksiye bindik. 10 dk. sonra Galata Köprüsü’nün üstünde indik. Manzara mükemmeldi. İstanbul gelinlik kız gibi güzeldi. Orda balık tutan insanları gördük. Adamın biri balık tutuyor, diğeri orda temizleyip ızgarada pişirip servis yapıyordu. Oraya oturduk. Amcam adamdan üç adet ekmek arası balık istedi. On beş Dakka bekledikten sonra ekmeklerimiz geldi. Boğazın o muhteşem manzarasına bir de ziyafet. Karnımızı doyurduktan sonra Eyüp Sultan Camisine gittik. Eyüp Sultan Hz.’nin mezarını ziyaret edip dua okuduk. Ardından taksim meydanında yürüyüp amcamın evine gittik. Babam da yarım saat sonra geldi. Yengem yemeği hazırlamıştı. Yememeğimizi yedik. Çok yorulmuştuk ama yorgun olmamız Boğaçhan’ın aterisini oynamamıza engel olmadı. Yarım saat oynadıktan sonra uyuduk. Sabah kalkıp kahvaltımızı yaptık. Babam fuarın son gününe katılmak yerine bugün benimle gezmeyi yeğledi. Babalar ve oğullar olarak, biz evden çıktık ve asırlara tanık olmuş Topkapı Sarayına gittik. Sarayın kapısından girdikten sonra adeta büyülenmiştim. Yanımızda müze görevlisi bir rehberin söylediği söz hala aklımdadır: “Topkapı Sarayını ciddi manada gezip incelemek yıllarınızı alır.” Biz tabiî ki yüzeysel olarak inceledik. Buna rağmen tam beş saatimizi Topkapı Sarayında geçirdik. Oradan çıktık ve çok acıkmıştık. Lokantada yemeğimizi yedikten sonra Ayasofya Müzesi’ne gittik. Orda da iki saatimizi geçirdik ve akşamı yaptık. Bu gece gitmemizin gerekli olduğunu babamdan öğrendim. Bu güzel rüyanın hiç sona ermemesini istemiştim ama… Akşam yemeğimizi yedik ve Haydarpaşa Gar’ına gittik. Babam benim trenle de yolculuk yapmayı görmemi istedi. Trenden bilet aldık. Bir saat sonra gidecektik. Amcam ve kuzenimle İstanbul’daki son çayımızı içtik, vedalaştık. Biz babamla trene bindik. Tren yavaş yavaş kalkarken amcama ve kuzenime el salladık. Sonra odamıza girdik. Ranza şeklinde üst üste iç yatak bir tarafta, üç yatak bir taraftaydı. Ben ikinci sıradaki yatağa uzandım, babam, altındaki yatağa uzandı. Ben biraz uyumaya çalıştım ama uyuyamadım. Odadan çıkıp vagonun penceresinden dışarıyı izledim. Sonra uykum geldi ve odaya girip yattım. Sabah babam uyandırdı ve Konya’ya geldiğimizi söyledi. Çantalarımızı alıp trenden indik. Minibüse binip evimize geldik. Sanki büyük bir boşluktaydım. O güzel günlerin ardından yine evimize gelmiştik. Üç – beş gün geçti ve alıştım. Arkadaşlarımla maç yaparak, gezip tozarak yaz tatilini bitirdim.
    Okulun açılmasına bir hafta kaldı. 6. sınıfı okuyacaktım. Artık mavi önlük devri kapanmış siyah takım elbise okul kıyafeti devri açılmıştı. Bunun için okul alışverişimiz çok önemliydi. Kemeri çarşısına annemle gittik ve her şeyi yeniden aldık. Para bitmişti; ama o yaşlarda umurumda değildi. Neyse ki üç gün sonra okul başladı. Arkadaşlarımın hepsini çok özlemiştim. Hepsine yaz tatilinde ne yaptıklarını sordum. İlk gün bu şekilde hasret gidererek geçti. Yeni kıyafetim çok hoşuma gitmişti ve daha olgun gösteriyordu. Derslerimiz bu yıl daha ağırdı. Çok çalışmam lazımdı. Ben hiç çalışmıyordum. Çünkü gezip tozmaktan ders çalışmaya vakit bulamıyordum. Bir de yeni bir alışkanlık edinmiştim. Okuldan kaçıyorduk arkadaşlarımla. Okulumuzun beşyüz metre aşağısındaki Ekrem Abi’nin çay ocağına gidip oturuyor çay içip sohbet ediyorduk. Dersleri ve devamsızlığı hiçbirimiz takmıyorduk. Ayrıca arkadaşlarımla beraber inşaata ve harabelere gidiyorduk. Kola, cips gibi şeyler alıp yiyorduk. Karnımız aç olduğunda ekmek, peynir, zeytin gibi şeyler alıp, karnımızı doyuruyorduk. Bu arada sigara içmeye başlayan arkadaşlarım oldu. Bende de sigaraya karşı bir heves başlamıştı. Babam sigara kullanıyordu. Benim harçlığım sigara almaya yetmediği için babamın aldığı karton karton Samsun iki yüz on altı sigarasından yürütüyordum. Hem de müthiş taktiğim vardı. açık olan kartonun önünden iki – üç paket sigara alıp, kartonun arkasındaki sigaraları öne çekiyordum. Böylece sigaranın hizası bozulmuyor, babam da durumun farkına varamıyordu. Annem evimizin arkasındaki tarlada doğal olarak çıkan ve bütün mahalledeki kadınların topladığı mantarı toplamaya gittiğinde veya komşularımızla yürüyüşe çıktığında ev boşalıyor, ben de hemen sigaramı yakıyordum. İlk zamanlar içime çekmiyordum ama çekmek için uğraşıyordum. Çünkü içime çekmediğimde dudak kanseri olacağım söyleniyordu. Neyse ki iki – üç hafta sonrasında içime de çeker olmuştum. Ayrıca artık burnumdan da duman çıkarabiliyordum. Bunların hepsi benim için birer zevkti. Çeşit çeşit çakmaklar alıyor, bunlara heves ediyordum. Çevremdeki arkadaşlarım tarafından sanki saygınlığım artıyordu sigara içtiğimde. Çeşitli maceralar arıyorduk. Örneğin okulun bahçesinde teneffüslerde ve beden derslerinde sigara içiyorduk. Bazen hocalara yakalanıyor dayak yiyorduk. Okuldan kaçtığımızda paket paket sigara alıyor ve bitiriyorduk. Eve geldiğimde sigarayı bir yerlere saklıyordum. Ağzıma sakız alıp çiğniyor üzerime de parfüm sıkıyordum. Bir buçuk yıl boyunca aileme çaktırmadan sigara içtim. Bu arada devamsızlığım fazlalaşınca okul müdürümüz Celal hoca evi arıyor, durumu anlatıyor ve ailemi okula görüşmeye çağırıyordu. Ben bazen isimi biliyor, okuldan kaçacağım gün ev telefonunun fişini çekiyordum. Ancak bu bazen işe yaramıyor, babamın cep telefonunu arıyorlardı. Arkadaşlarımızla iyice kural tanımaz bir hale gelmiştik. Okulda hocalarımızı saymıyorduk. Hele bir fen bilgisi öğretmenimiz vardı. Onunla çok dalga geçiyor, bu yüzden çok idarelik oluyorduk. Derslerden yırtmak için çeşitli yollara başvuruyorduk. Örneğin okulun duvarlarına yazılan yazıları biz silecez, okulun bahçesindeki ağaçları biz sulayacaz diye hocalara kendimizi yok yazdırmıyor ve bu işleri biraz yaptıktan sonra kaytarıp, kaçıyorduk. Bu işler sigara içmemiz için de çok büyük fırsat oluyordu. Zaten derslerden kaçmaya meyilli olan beni beden öğretmenimiz okul takımına alınca bol bol dersten kaytarıyordum. Örneğin maç zamanımız yaklaştıkça dersimizin olduğu gün bile beden öğretmenimiz hocalarımızdan izin alıyor ve antrenman yapıyorduk. Ayrıca maç günleri de dersten tüm gün izinli oluyorduk. Okul maçlarının ayrı bir heyecanı ve zevki oluyordu. Beden öğretmenimiz hepimize gerçek futbolcular gibi okulumuzun formasını, tozluğunu vermişti. Maçlara başlamadan önce maç yapacağımız yere biraz erken gider antrenman yapardık. Okulumuzdan birkaç öğrenci de bizleri desteklemek için maçlara gelirdi. Maç düdüğünü hakemin çalmasıyla o içimdeki heyecan doruğa çıkar ve müthiş bir tatmin duygusu uyanırdı ben de. Gerçi henüz altıncı sınıftaydım ve fiziğim o koskoca sahaya ve iri rakiplere yetecek derecede değildi. Bu yüzden hocam beni ikinci yarıda oyuna sürerdi. Ayrıca hocamız tek forvet oynatırdı ve koskoca yarı sahadan ben sorumluydum. Rakibin defans oyuncuları da genellikle iri yarı çocuklar olduğundan ben ararlında kayboluyordum. O zamanlar sigara henüz etkisini göstermemişti ve koşarken kesilmiyordum. Maçların devre aralarında soyunma odasında oraletimizi içerdik. Hocamız da durum değerlendirmesi yapar, taktik verirdi. Okul turnuvaları genelde kış ayına denk gelirdi ve toprak olan saha çamur deryasına dönerdi. Dolayısıyla kimse gerçek performansını ortaya koyamaz, top da su birikintilerinde gezer dururdu. Bu yıl ki turnuvamızda gruptan çıkamamış ve elenmiştik. Hepimizde yoğun bir hüzün vardı. Ancak dedim ya; Bu duyguyu yaşamak her şeye değerdi. Maçların bitiminde kendi okulumuza formalarımızla dönmemiz ve öğrencilerin ve hocaların bizlere karşı ilgileri görülmeye değerdi.
    Altıncı sınıfım bu şekilde derslerden uzak ama dolu dolu geçti ve yaz tatiline girdik. Artık büyümüştüm ve sorumluluklarım artmıştı. Bu yaz çalışıp babama yardım etmek için dükkanımıza gittim ve çalışmaya başladım. Dükkanımızdaki elemanlar hep bizim akrabalardı. Bir amcam ve onun iki oğlu, iki de hala oğlu çalışıyorduk. Babam hesap kitap işleriyle ilgilenir bedenen çalışmazdı. Sık sık yola gider, malzeme götürür, alacakları tahsil eder, borçları öderdi. Biz de iş olursa çalışır, iş olmazsa yukarı kattaki yazıhanede bilgisayarda internete takılırdık. Biz genelde halamın küçük oğluyla anlaşır onunla işten kaytarmaya çalışırdık. Bazen sırayla bilgisayarda oyun oynar, bazen de dükkanın yanındaki depoda su savaşı yapardık. Bu yaz İstanbul’da öğretmenlik yapan amcam ayrıldığı eşinden sonra Erzurum’dan yeni bir hanım bulduğu ve onun düğünü olduğu için babamlar bizim minibüse doluşup ailecek Erzurum’a gideceklerdi. Ben de yolculuğu çok sevdiğim ve daha önce görmediğim yerleri görmek istediğim için gitmek istiyordum. Babam da beni kırmadı. Biz de yola gitmek için tatlı bir telaş başladı. Bizim aileden sadece babam ben gidiyorduk. Annem ve ablam evde kalacaklardı. Neyse ki eşyalarımızı hazırladık, arabamızı hazırladık, tüm sülaleyi topladık ve bu uzun yolculuğa çıktık. Yolculuğumuz müzik eşliğinde oynaya – hoplaya, geçiyordu. Ancak çok kalabalıktık ve zor sığmıştık minibüse. Erzincan’a geldiğimizde bir çayın kenarına durduk. Tüm piknik teçhizatımız hazırdı ve kurt gibi acıkmıştık. Bir güzel mangalımızı yaptık, karnımızı doyurduk şırıl şırıl akan derenin yanında. Sonra tekrar yola çıktık ve yirmi saatin sonunda Erzurum’un bir köyüne geldik. Araçtan indik ve amcam bizi kayınbabasının evine götürdü. Ev genişti ve rahattı. Ayrıca arkadaki insanların misafirperver davranışları beni adeta büyüledi. Bir yemek hazırlamışlardı ki yok yoktu. İnsanların sevecen ve sıcak kanlı tavırları ortamı bir anda ısıttı. Ben yemeği yedikten sonra belli aralıklarla dışarı çıkıyor sigara içiyordum arabamızın içinde. Kına yarındı. Onun için ilk gün dinlenmekle geçti. Ayrıca hepimiz yeni gelini görmüştük ve hoş bir insana benziyordu. İkinci gün evde kına gecesinin hazırlıkları sürüyor ve herkes de bir telaş baş gösteriyordu. Neyse ki akşam oldu. Bayanlar kendileri gönüllerince eğleniyor, erkeklerde başka bir evde sohbet ediyor iki lafın belini kırıyordu. Kına gecesi bu şekilde geçti. Ertesi gün sabahları düğün hazırlıkları başladı. Ben olanı biteni izliyordum. Akşam oldu ve salonda düğün başladı. Halaylar çekiliyor, Ankara oyunları oynanıyordu. Pasta yenildi. Herkes takısını gelin ve damata taktı. Bu gün de böylelikle bitti. Ertesi gün akşam yola çıkacağımız için sabahtan amcamın kayınbiraderi bizi köyün tarihi yerlerine geziye çıkardı. Müthiş bir dere ve içinde balıklar gördük. Ayrıca çok eski tarihlerden kalma, taştan bir Kilise de gezindik. Gezintimiz bittikten sonra akşam yemeğimizi yedik ve gelinimizi ve amcamı alıp yola koyulduk. Dönüş yolculuğum giderken ki kadar zevkli olmadı. Çünkü hasta olmuştum ve midem bulanıyordu. Bir an önce evimize gelmek istiyordum. Bu kez yolculuğumuz daha kısa sürdü ve on sekiz saat sonra Konya’daydık. Herkesi evine bıraktıktan sonra biz de evimize geldik. Bu mutlu günler hastalıkla sonlanmıştı; ama üç-dört günlük istirahat sonunda hastalığı attım.
    Bu arada yaz tatilinin bitimine de bir hafta kalmıştı. Son hafta da defter, kitap gibi telaselerle geçti ve yedinci sınıfıma başladım. İlk hafta yine hasret gidermeyle geçti. Biz ilk haftadan arkadaşlarımla okulu ekmeye başladık. Bu yıl kış erken başlamıştı ve hava soğuktu. Biz de okuldan kaçıp inşaatta ateş yakıp ısınıyor ve vakit geçirmek için çeşitli oyunlar oynuyorduk. Arkadaşlarımızla derslerden devamsızlık yapmadan yırtmanın çarelerini ararken bizim sınıfın kızları 29 Ekim için bir program hazırladıklarını ve bu programda benim de yer almamı istediklerini söylediler. Benim için bu büyük fırsattı; çünkü programa hazırlık için prova yapmak bahanesiyle dersten yırtacak ve yok da yazılmayacaktım. Ayrıca eğlenceli olacağını da düşündüm. Arkadaşlarımın teklifini kabul ettim. Yapacağımız şey de: Bir kız arkadaşımız şarkı söyleyecek, ben ve bir erkek arkadaşım da arkada elimizde oyuncak tüfeklerle dans edecektik. Bunun için ilk provamızı yapmaya okulun bodrum katındaki spor salonuna indik. Biz kıyafetimizi değiştirmek için giyinme salonuna girdik. Bir taraftan sigaramızı zevkle içiyor bir taraftan da kostümümüzü giyiyorduk. Diğer sınıf arkadaşlarımız dersteydi ama biz izinliydik. Güle-oynaya bir prova yaptık ve iki ders saatini geçirdik. Zaten sonraki dersimiz de beden olduğundan bugünü de der yapmadan geçirdik. Arkadaşlarımla okulun zibidileri bizdik. Nerede bir olay var, biz oradaydık. Hocamın birisi bendeki bu son bir iki yıldır ki değişimi çok iyi analiz etmiş olacak ki benle durumum hakkında konuştu ve iyi bir yolda olmadığımı söyledi. Hocamın o zamanki dedikleri bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkmıştı. Ben yine aynı bendim. Bir gün teneffüste arkadaşlarımla gezerken yanımızdaki bir arkadaşı okul dışından geçen seneki mezunlardan, o da benim arkadaşım birisini çağırdı. Bizde konuşacaklar zannediyorduk. Bu ikisi bir kavgaya tutuştular. Biz uzaktaydık. Tam ayırmaya giderken dışardan gelen arkadaş diğer çocuğun baldırına hançer sapladı. Dışardan gelen arkadaş kaçtı. Biz hemen ambulans çağırdık. Bu arada bütün hocalar ve öğrenciler oraya toplandı. Arkadaş çok kan kaybediyordu, bir an önce hastaneye yetiştirilmeliydi. Neyse ki ambulans geldi. Arkadaşı aldı ve gitti. Ardından polis geldi. Polis bize sorular sorarken diğer arkadaş, bıçaklayan, geldi teslim oldu. Polisler onu ve bizden iki üç arkadaşı aldı götürdü. Okulda tam bir hafta boyunca bunun mevzusu oldu. Biz arkadaş evine gelince onu ziyarete gittik. Durumu öğrendik: Önceden bir küfürleşme, bir itişme olmuş. Gelen çocuk da kendisine yedirememiş ve bunu bıçaklamış. Neyse ki arkadaşın ayağında pek bir şey yoktu. İki haftalık istirahatın ardından tekrar okula döndü. Diğer arkadaş da on sekiz yaşından küçük olduğu için tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Bu olayın ardından yine normal okul hayatıma geri döndüm.
    İlk ve orta dereceli okullarda öğrenciler derse başlamadan önce andımızı okurlar. Biz de her gün sabah andımızı okuyorduk. Normalde ben hep geç geldiğim için okumuyordum ama ilk kez erken geldim ve sınıf sıramıza durdum. Yanımızda altıncı sınıflar sırada duruyordu. Ben bizim sıranın en arkasındaydım. Hemen yanıma altıncı sınıflardan bir kız durdu. Kıza döndüm, baktım ki sanki bana bir şeyler olmuştu. Birden heyecanlandım ve kalbimin ritmi değişti. Birden karışık duygular içine girdim. Hayatımda hiç böyle olmamıştım. Daha önceleri beşinci sınıfa kadar kızlar hep benim düşmanım gibiydi. Hiç sevmezdim. Arkadaşlarımdan bazıları kızlarla oyun oynayınca onları dışladım ve onlara kız lakabını takardım; ama şimdi durum farklıydı. Ben herhalde bu kıza aşık olmuştum. Sınıfımdan bazı kızlara o kızı sordum ve bizim sınıftan Sariye’yle aynı servisteymiş, öğrendim. Kızın adı Ayşe’ymiş Sariye’ue durumu anlattım ve ona o kızla tanışmamın gerektiğini söyledim. Sariye Ayşe’ye durumu anlatmış ve Ayşe’ye beni göstermiş. Ayşe de: tanışalım, deyince bizi kantinde bir araya getirdiler. Ben kızı gördüm ve heyecandan dilim tutuldu. Ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Duygularımı ona ifade edemedim. Sadece birbirimizi tanıttık ve zil çaldı. Kız derse girdi. Ben artık Sariye’den gelecek haberi bekliyordum. Ertesi gün Sariye’nin servisten ineceği yerde erkenden beklemeye başladım. Sariye ve Ayşe birlikte servisten indiler. Ayşe selam verip gitti. Sariye ilk başta:
    - Olmadı ya Mustafa kız çıkmak istemiyormuş, dedi. Benim moral birden sıfıra indi: ancak Sariye hafif sırıtarak
    - Senden iyisini mi bulacak Mustafa? Tabi ki oldu, dedi. Sevinçten havalara uçuyordum. Hayatımın en mutlu günlerinden biriydi.
    Tabi ki o yaşlarda telefonumuz yoktu. Sadece okulda teneffüs aralarında görüşüyorduk. Ayşe’nin ailesi biraz muhafazakardı. Ayşe ailesinden çekindiği için çok sık görüşemiyorduk. Zaten görüştüğümüzde de konuşacak bir şey bulamıyorduk. Kelimeler kıyafetsiz kalıyordu. Ayrıca ikimizde utanıyorduk. Onun gözlerine bakmaya utanıyordum. Daha önceleri okula hep geç giden ben, artık erken geliyor ve onun servisinin duracağı yerde onu bekliyordum. Okuldan kaçmamaya da başlamıştım. Okul onunla zevkli geçiyordu. Bana sürekli sigarayı bırakmamı söylüyordu. Beni düşünmesi hoşuma gidiyordu; ama olmayacak bir şeyi benden istiyordu.
    Yedinci sınıfım da bu şekilde mutlu bitti. Yine derslerden uzaktım. Karnemde üç tene zayıf ders gelince, babam çok kızdı. Benim artık hayatı öğrenmemin gerektiğini söyledi ve bu yaz kendi işyerimizde değil de, başka bir yerde çalışacağımı söyledi. Ben istemiyordum; ama….
    Okul kapandıktan sonra bir hafta dinlenmeden, gezdim sonra yeni işyerimde çalışmak için sabah erkenden kalktım. Kahvaltımı yaptım ve yola çıktım. İşyerine geldiğimde kimse yoktu. Erken geldiğimi düşündüm, beklemeye başladım. Uzaklardan yürüyerek kel, otuz – otuzbeş yaşlarında, kısa boylu birisi geldi. Selam verdi ve işyerinin kapısını açtı. Şarteli açtı ve direkt CNC makinesini çalıştırdı. Sonra üst kata çıktı. İş elbiselerimizi giydik. Bana, benimle ilgili sorular soruyor, ben de cevap veriyordum. Üstümüzü giyindikten sonra aşağı indik. Semaverin başına geldik. Bana çayı nasıl demleyeceğimi gösterdi ve çayı demledi. Arından o makinesinin başına geçti. Ben ise ne yapacağımı bilmeden onun yanında bekliyordum. Sonra bir araba yanaştı ve içinden üç kişi indi. Dükkana girip selam verdiler. Yukarı çıktılar, iş elbiselerini giyip geri geldiler. Herkes makinesinin başına geçti ve çalıştırdı. Dükkanda müthiş bir ses vardı. ben de kenardan bir fırça bulup yavaş yavaş dükkanı süpürmeye başladım. Otuz-otuz beş yaşlarında olan usta başıydı. Onun haricinde diğer üç işçi kalfaydı. İki tanesinin yaşı benim yaşımdan dört-beş yaş fazlaydı. Biraz süpürdükten sonra patron klas arabasıyla geldi. Selam verdi ve benim yanıma geldi. Biraz konuştuktan sonra yazıhanesine çekildi. Hâlâ ne yapacağımı, kaç para alacağımı, giriş – çıkış saatlerinin kaç olduğunu bilmiyordum. Patrona sormaya da çekinmiştim. İlk gün bu şekilde geçti. Kalfalar ve ustabaşı ilk gün iyi davranmışlardı ama ben yine de çalışmak istemiyordum. Akşam saat 8:00’de eve gittiğimde kimseyle konuşmadan odama çekildim. Annem yemeğin hazır olduğunu söyledi. İçeriye girip sofraya oturdum. Babam birkaç soru sordu. Babamı kısa cevaplarla geçiştirdim. Yemeği yeyip tekrar odama çekildim. Ben babama tavır yapıyordum; ama babamın umurunda değildi. Orada çalışmam gerekiyordu…
    İlk bir hafta zor geçti. Dükkanın çalışma düzenini anlamış, dükkanda çalışanları tanımıştım. Hafta sonu aldığım yirmi lira bana göre çok azdı. Yaşıtlarım çalıştıkları yerlerde daha çok para alıyordu. Gerçi pek fazla iş yapmıyordum; ama yine de azdı. Babama durumu söylediğimde babam, benim orada parası için çalışmadığımı, sadece hayatı öğrenmemin gerektiğini, onun için çalıştığımı söyledi. Ben babama yine çok kızmıştım ve onunla konuşmuyordum.
    Günler geçiyordu ama ben çok mutsuzdum. Dükkanda sanki büyün işçiler beni ezmek için sıraya girmişti. Bunu hissediyordum. Ustabaşının her lafında bir emir vardı. örneğin: ben dükkan taa öbür köşesindeyken beni yanına çağırır yanındaki bir şeyi benden isterdi. Halbuki uzansa alabileceği bir parçayı benden isterdi. Akşamları işten çıkacağımızda herkes temizlenir, en son ben temizlenirdim; çünkü ben çıraktım. O kadar monoton bir hayatım olmuştu ki, haftanın altı günü çalışıyor, yedinci günü de bazen çalışıyorduk. Akşam eve geldiğimde; yemek yedim, oturdum; diyesiye saat dokuz oluyor, kalan üç saatimde de televizyona bakıyordum. Saat on iki de yatıyordum; çünkü sabah erken kalkmam gerekiyordu. Hem çektiğim eziyet, hem de o eziyete göre aldığım paranın azlığı çok moralimi bozuyordu. Moralimi düzelten tek bir şey vardı: Akşamları o kadar yorgun olmama ve onu göremeyeceğimi bilmeme rağmen sırf ona yakın olmak için Ayşe’nin evinin oradaki parka gidip oturmamdı. Belki pencereden görürüm. Yahut çöp dökmeye çıkar, umuduyla gözümü onun evinden ayırmıyordum. Pazar günleri de bazen dışarı çıkıyordu. Parkta konuşup geziyorduk.
    Bu yaz çok yıpranmıştım. Hayata bakış açım değişmişti. Artık hayat sandığım kadar toz pembe değildi. Okulun açılmasına iki hafta kala işyerinden ayrıldım. Bu yıl okuldan son yılımdı ve iyi değerlendirmem gerekiyordu. Düşünüyordum: yine eski Mustafa mı olacam; yoksa tamamen değişip geleceğe dönük planlar mı yapacaktım? Bu sorular aklımı kurcalarken okul açıldı. Artık son yılımdı. O güzel macerada bu yılın sonunda sona erecekti. Bunun için ilk zamanlar mutsuzdum. Belli bir süre sonra bu durumu düşünmemeye başladım. Eski Mustafa olmaya karar verdim; çünkü bu yıl son yılımdı ve yaşamaya değerdi. Yaşıtlarımın çoğu bu yıl liselere giriş sınavına hazırlanacaktı; ama benim umurumda değildi. Bu son yılkı iyi değerlendirelim diye arkadaşlarla ilk iki hafta derslere girmedik, okuldan kaçtık, ama sürekli okulun çevresindeydik. İdare bu durumun farkına varmış olacak ki bizi yanına çağırdı. Biz ne olduğunu anlamdan bizleri farklı sınıflara dağıttı. Yedi yıllık sınıfımdan bir çırpı da kopardı beni. Onlara göre bizleri başka sınıflara dağıttığında, bizim grubu dağıtmış olacak, böylece okulda sûkunet sağlanacaktı.
    Ben yeni sınıfımda bir ders durduktan sonra yine okuldan kaçtım. Kesin kararlıydım. Artık o sınıfa girmeyecektim. İlk bir hafta okula uğramadık. Arkadaşlarımla gezip tozduk. Bir gün eve gittiğimde bana karşı öfkeli bakışlar gördüm. Babam, müdür beyin evi aradığını ve benim bir haftadır okula gitmediğimi söylediğini, bundan dolayı okuldan atılmamın gerektiğini söyledi. Babam bana bir taraftan kızıyor, annem de yanında ağlıyordu. Babamın kızması umurumda değildi; ama annemin ağlaması bana çok dokunmuştu. Bunun sebebi bendim. Neyse ki annemi teselli ettim ve bundan sonra okula gideceğimi söyledim. Annem bunu duyunca çok mutlu oldu. Bana nasihat etmeye başladı: Bu yıl çok önemli bir sınavımın olduğunu, bunun için derslere çalışmam gerektiğini, iyi bir üniversitenin, iyi bir liseden geçtiğini söyledi. Annemin söyledikleri yine umurumda değildi. Bu yıl son yılımdı ve yaşmaya değerdi.
    Hafta sonu bitti ve pazartesi günü yeni sınıfıma girdim. Bu sınıf orijinal sınıf değildi. Altıncı sınıfta, tüm altıncı sınıflardan karışık öğrenci alımıyla oluşturulmuş bir sınıftı. İlk günler sınıftan kimseyi tanımadığım için biraz zor geçti. Sonra Emre ve Rabia diye arkadaşlarla tanıştım. Fatih, Havvanur… derken sınıfın hepsiyle tanıştık. Yeni sınıfım biraz çalışkan takımıydı. Öğrencilerin çoğunda LGS’ye hazırlık telaşı vardı. Ben yine teneffüslerde eski tayfamla görüşüyordum. Yine hep beraber okuldan kaçıyor, okulun içinde sigaramızı içiyorduk. Bu yıl sabahçıydık. Saat altıyla on iki arası ders vardı. Ben on ikide eve gidiyor, elbiselerimi çıkarıp, tekrar arkadaşlarımın yanına, beşyüzevlere gidiyordum. İki kilometre yol yürüyordum her gün: ama buna değerdi.
    Yine bir gün okuldan çıktıktan sonra eve gittim. Elbiselerimi çıkarıp yemeği yedikten sonra tekrar beşyüzevlere gittim. Arkadaşlarla her zamanki gittiğimiz inşaata gittik. Orda biraz oturduktan sonra onun hemen yanındaki harabe bekçi evine, gecekonduya, girdik. Bu yeni girdiğimiz yeri beğendik. Tam okuldan kaçtığımızda gelebileceğimiz, okey bile oynayabileceğimiz sıcak bir yerdi. Hem bizi kimse de bulamazdı. Ancak gecekondunun duvarının bir tarafı yıkılmıştı. Oraya arkadaşlarla tahta çakmaya karar verdik. Üç – beş tahta çaktıktan sonra vazgeçtik. Oturup, sohbet etmeye başladık. O gün hava soğuktu. Dışarıda tipi vardı. Biz de üşümüştük. Sonra çaktığımız tahtaları yakmaya aşladık. Arkadaş ateşin üstüne sürekli tahta atmaya başladı. Artık ateş söndürülemeyecek büyüklüğe gelmişti. Bu harabe yerin yanacağı kesindi. Bizim ise umurumuzda değildi. Yıllardır burada duran ve kimsenin uğramadığı bu harabe göz zevkimizi bozuyordu!
    Biz yürüyerek harabeden uzaklaşırken, arkama dönüp baktığımda ateş beş-altı metre yükselmişti. Karşıdaki binaların birinde balkından kadının biri bağırarak:
    - Len! Niye yaktınız orayı? Sizi polise şikayet edecem, dedi. Arkadaş gülerek:
    - Selamımızı söyle teyze, dedi. Bu diyalog bizim ruh halimizi gayet iyi yansıtıyordu. Biz olay yerinden iyice uzaklaşmak yerine az ilerdeki parkta takılıyorduk. Birden bir ses duyduk. Bu ses polis aracı ve itfaiye aracının sesiydi. Bizim içimizi hafif bir korku sardı. Ben, bizim mahalleden iki arkadaş hemen mahalleye gitmek için yola çıktık. Tam polislerde bizim mahalleye gideceğimiz yerde duruyorlardı. Bu yüzden biz daha uzaktan, dolanarak gitmeye karar verdik: Biraz ilerlerken kırmızı bir far araç önümüzde durdu. Bize doğru bakıyordu. Ben aracın yanına gidip ne olduğunu, neden bize baktığını sordum. Bize bakmadığını, ev aradığını onun için kiralık evlere baktığını söyledi. Biz adama inandık ve yürümeye devam ettik. Yerleşim yerinden iki yüz metre uzaktan tarladan yürüyorduk. Eğilerek, saklanarak gidiyorduk. Ben üzerimdeki çakmağı oraya atmıştım. Biraz gittikten sonra bir de baktık ki polis aracı karşımızdan, tarladan geliyordu. Kaçacak bir durum yoktu. Polisler yanımıza geldi. Araçtan indi. Direk ellerimizi araca yasladık. Polisler üstümüzü aradı. Polislerden biri: Orayı neden yaktınız, diye sorup duruyordu. Biz yapmadık diyoruz. Hatta arkadaş yemin ediyordu. Sonra polis aracının içinde bir adam gördüm, sivildi: Abi, bunlar yaktı, diyordu. Biz o adamı gördükten sonra inkar etmeyi bıraktık. Polis aracına binip yaktığımız yere gittik. İtfaiye söndürüyordu. İki polis aracı, bir itfaiye, bir de ambulans vardı. Biz biraz olay yerinde bekledik. Polislerin bazı işlemleri vardı. Bu arada karakolda arama olur diye arkadaş üzerindeki bıçağı polis arabasına sakladı. Ben de cebimdeki sigara paketini, kapının kolundaki göze çaktırmadan sakladım. Polislerin işlemi bittikten sonra geldiler. Biz ilk başta sağlık ocağına gittik. Sağlık kontrolünden geçtikten sonra çocuk polis merkezine gittik. Bizim çeşitli sorgulamalarla bütün özelliklerimizi kaydettiler. Beş saat karakolda durduktan sonra akşam olmuştu. Tabi ki hepimizin ailesi arardı. Babam şehir dışında olduğu için haberi olmadı. Amcam geldi karakola. Polisler adliyeye çıkana kadar serbest olduğumuz, adliyeye çağırıldığımızda gitmezsek tutuklanabileceğimizi söyledi. Bizi serbest bıraktı. Biz polislere adli sicilimizin bozulup, bozulmadığını sorduk. Polisin verdiği cevap içimizi rahatlattı. Bir an önce karakoldan çıktık ve herkes evine gitti. Amcam bana durumu sordu. Ben de ısınmak için ateş yaktığımızı, sonra kontrolümüzden çıktığını söyledim. Amcam biraz söylendi ve beni eve bıraktı. Eve gittiğimde annem yüzü sapsarı kesilmişti. Neler olduğunu sordu. Ben de her şeyi anlattım. O gün çok yorulmuştum. Dinlenmem lazımdı. Hem yarın okul da vardı. Erken kalkmak gerekiyordu. Ben de biraz oturduktan sonra yattım. Sabah kalkıp okula gittiğimde herkes bizi konuşuyordu. Biz ise durum değerlendirmesi yapıyorduk. Öğlen de adliyeye gittik. Savcının karşısına çıktık. Durumu anlattık, savcı da bizi beraat etti. Bu işten de yırtmıştık. Babam eve geldiğinde annem babama durumu söylemiş. Babam hiç kızmadı ve bir daha dikkatli olmamı söyledi.
    Günler günleri kovaladı. Okulun son haftalarına geldik. Arkadaşlarımdan ayrılacaktım ve bu yüzden mutsuzdum. Bu arada sevdiğim kız olan Ayşe’den de soğumuştum; çünkü onunla çok sık görüşemiyorduk. Atalarımızın dediği gibi gözden ırak olan gönülden de ırak oluyordu. Bu durumu ona anlattım ve ayrıldık. Okulun son gününde arkadaşlarımla ve hocalarımla vedalaştık. Sekiz yıllık ilkokul ve ortaokul hayatım bitmişti. İki gün sonrada liselere giriş sınavına girdik. Ben pek bir şey bilmediğim için sınavdan çabuk çıktım. Zaten liseyi okumayı da pek düşünmüyordum. Geçen yaz olduğu gibi yine ayrı işe girdim. Bu yaz daha büyümüştüm. Dükkandaki elemanların tavrı değişmişti ama aldığım para değişmedi. Bu yüzden yine isteksiz çalışıyordum…
    Yazın ki bu zor çalışma döneminden sonra liseyi okumaya karar verdim. Zaten ailemde bunu çok istiyordu; ama düz lise mi, meslek lisesi mi olacağına karar vermekte biraz zorlandık. Neyse ki doğru olanı yaptım ve düz liseye yazıldım. Ortaokuldaki arkadaşlarımın çoğu liseye yazılmamıştı. Benim, onlardan farklı olarak liseye yazılmam, büyük bir başarıydı. Benim, liseye yazılırken gelecekle ilgili hiçbir düşüncem hiçbir planım yoktu. Amacım sadece günü kurtarmak yani sanayide çalışmaktan kurtulmaktı.
    Bu amaç doğrultusunda liseye başladım. Eski okulumdan iki – üç arkadaşım da aynı liseye başlamıştı. İlk zamanlar onlarla gezip tozuyorduk. Yeni sınıfımdan, yeni arkadaşlarımla öylesine konuşuyorduk; ama onları fazla sevmemiştim. Ben eski ortamımı, eski arkadaşlarımı istiyordum. Bu yeni okulum, eski okulum gibi disiplinsiz değildi. Eski okulumdaki gibi rahat davranamıyordum. Ayrıca bazı şeyleri yapacak ortamımda yoktu artık. Bu yüzden ilk zamanlar boşlukta hissediyordum kendimi. Bu yılın sonlarına doğru yeni yeni gelecekle ilgili kaygılarım oluşmaya başladı. Bunda sınıf öğretmenimizin rehberlik derslerinde konuşmasının da büyük etkisi oldu. Bizlere, hayat yolumuzun tam da bu yaşlarda çizildiğini ve bu çizgiyi bizim oluşturacağımızı bunun için ilk yılın önemli olduğunu söyledi. Ben ilk dönem hiç bir şeyin farkında olmadığım için karnemde üç zayıf getirmiştim. Dönem sonunda babam neredeyse okuldan alacaktı. İkindi dönem mantıklı bir düşünmeyle lise biri geçmemin gerektiğini anladım; çünkü bir yıl kalırsam babam beni okutmayacaktı ve yine o hiç sevmediğim sanayide belki de ömür boyu çalışacaktım. Bu düşüncelerle ikinci dönem derslerime çalıştım ve ortalama ile sınıfı geçtim. Birçok arkadaşım kaldı. Zaten Cumhuriyet lisesinin tüzüğüydü bu: lise birde aşırı zorlayarak iyi öğrenciyle kötü öğrenciyi birbirinden ayırıp, kötü öğrenciyi elemek. Neyse ki ben iyi öğrenci olmuştum. Birçok, kişiyi de şaşırtmıştım. Kimse benim lise biri geçeceğimi düşünmüyordu. İnsanları bu şekilde şaşırtmaktan mutluluk duyuyordum.
    Bu yaz, geçen yazlar olduğu gibi sanayide çalışmak istemiyorum. Aslında hiçbir zaman sanayide çalışmak istemiyordum; ama babamın zoruyla çalışıyordum. Bu yaz babam, sınıfı geçtiğimden olsa gerek, benim istediğim yerde çalışmama müsaade etti. Ben de en çok para kazanabileceğim bir işe bakmaya başladım. Arkadaşımın biri şekerci de çalışıyordu. Yazın tam bayram önü olduğundan şekercilerin eleman ihtiyacı çoktu. Ayrıca parayı da çok veriyorlardı. Ben de şekercide çalışan arkadaşımın çalıştığı yere işe girdim. Orda sanayideki gibi usta çırak ilişkisi yoktu. Herkes parasını alıp işine bakardı. Bir hafta gece, bir hafta gündüz çalışıyorduk. Her şey güzeldi; ama işyeri çok uzaktı. Arkadaşım para artırmak için bisikletle gidip geliyordu. Ben de ona uydum ve beraber yirmi kilometreyi her gün bisikletle gidip geliyorduk. Çok, yoruluyordum ve ayrıca ben işyerindeki makinelerden anlamadığım için bana paketleme görevini veriyorlardı. Paketleme işi de en çok yorucu işti. Her gün zorunlu mesaiye kalıyorduk. Alacağım para artıyordu; ama sosyal hayat diye bir şeyim kalmamıştı. Neysek ki iki ay çalıştım ve okulun açılmasına üç hafta kala işten çıktım. Aldığım parayla, ihtiyaçlarımı giderdim. Kalan günlerde okulumla ilgili düşünme fırsatım oldu. İlk yılda böyle zorlandıysam kalan üç yıl geçmez diye düşündüm. Ailemi de ikna ettim ve meslek lisesine ikinci sınıftan devam etmek üzere kaydımı yaptırdım. Hem Cumhuriyet Lisesi’nin aşırı disiplininden de bıkmıştım. Meslek lisesinde motor bölümünü seçtim. Ortalamam motor bölümünü tuttu. Bu arada eski çıktığım Ayşe’yle tekrar çıkmaya başlamıştım. O bu yıl liseli olacaktı ve ona sorduğumda Cumhuriyet Lisesine geleceğini söyledi. Ben meslek lisesine kaydımı aldırdığıma çok pişman olmuştum. Hemen okul açılmadan geri Cumhuriyet Lisesine kaydımı aldırmam gerekiyordu; Ancak buna bir gerekçe bulup ailemi de ikna etmek zorundaydım. Neyse ki aileme: Benim üniversiteyle ilgili hayalimin olduğunu, meslek lisesine gidersem bu hayalimin suya düşeceğini, söyledim. Bu söylediklerimin yalan olduğunu bir tek ben biliyordum. Sırf Ayşe için Cumhuriyette kalmak istiyordum. Ailem açıklamam mantıklı olduğundan bana destek verdi. Tekrar okuluma gittik. Kaydı tekrar kendi liseme aldırdım. Alan olarak eşit ağırlığı seçtim; çünkü eşit ağırlıkta geçmesi daha kolaydı. Son haftada böyle telaşlı geçti. Neyse ki okullar açıldı. Gözlerim Ayşe’yi arıyordu; ama onu başka bir lisenin kıyafetiyle gördüm. Konuştuk ve ailesinin bu liseyi istemediğini, onun için Cumhuriyete gelemediğini söyledi. Ben ilk başlarda üzülmüştüm; ama sonradan düz lisede kalmakla ne kadar doğru bir tercih yaptığımı anladım.
    Lise ikiye başladığımda zihnimde, düşüncelerimde bazı değişiklikler meydana geldi. Daha öncesinde; hayatın zorluğunu, çalışmanın zorluğunu, kimsenin kimseye fayda getirmediğini, arkadaşlığın bir yere kadar olduğunu anlamıştım; ama bunun için bir şeyler yapma fikri lise ikide belirlemeye başladı. Bu zamanlarda babamın işleri de oldukça kötüleşmişti. Maddi olarak çok zor durumdaydık. Tüm bu koşullar beni ders çalışmaya itti. Önceden: Çalışsam bile bazı dersleri, matematiği, yapamam diye düşünürdüm; ancak matematiğe çalışmaya başladım ve yazılılardan da yüksek not aldım. Bu beni cesaretlendirdi. Artık eksiklerimin üzerine gidiyordum ve eksiklerimi kapatıyordum. Sosyal yaşamımda da değişiklikler yaptım. Artık eskisi gibi zibidilik yoktu; çünkü bunlar geçici heveslerdi. Benim gelecekle ilgili bir şeyler yapmam lazımdı.
    Bu düşüncelerle lise ikiyi bitirdim. Yazın da bu kez farklı bir yerde; ama yine sanayide çalıştım. Paramı topladım ve yaz sonu işten çıkıp ihtiyaçlarımı alıyordum. Babamın durumu benim ihtiyaçlarımı karşılamaya elverişli değildi. Bu yüzden kendi ihtiyaçlarımı kendim karşıladım ve lise üçe başladım. Artık ders olarak yükselen bir grafiğim vardı. Bu yıl beni dersten soğutacak şeylerden uzaklaşmalıydım. Bu yüzden arkadaşlarımla arama mesafeler koydum. Ayşe’den de ayrıldım. Bizimki sevgi değilmiş; çünkü ona karşı hiçbir duygu beslemiyordum artık. Lise üçü bu şekilde derslere çalışarak ve sosyal hayatı da aşırı ihmal etmeden bitirdim. Artık lise dörde geçecektim ve bu yıl sınav yılıydı. Üniversite sınavına girecektim; bu yüzden bu yaz kendi dükkanımızda yazıhanede test çözdüm ve ders çalıştım. Babam beni dershaneye de yazdırdı. Bu yıl hem dershaneyi hem okulu birlikte yürütecektim. Benim için zor olacaktı; ama yıl kaybının olmasını istemedim. Benim bu ilk girişimde iyi bir bölüm kazanmam lazımdı. Aklımda meslek olarak herhangi bir hedef belirmemişti; ama iyi bir bölüm istiyordum. Bu yüzden yazın çalışmaya başladım. Yaz bitti ve dershane başladı. Hayatımda ilk kez tanıştığım dershaneye uyum sağlamam çok zor olmadı. Zaten çok uyum sağlamakla istemedim; çünkü benim hedefim üniversiteyi kazanmaktı.
    Dershaneye başladıktan bir hafta sonra okul da başladı. Hafta içi hem okula, oradan da çıkıp dershaneye gidiyordum. Okulda hocalarımız bizi not olarak çok sıkmıyor ve bazen ÖSS’ye hazırlanmamıza, test çözmemize, izin veriyordu. Yazılılarımız kolay oluyordu. Bu yüzden aşırı zorlanmadım. Bu yıl ki uygulanacak sınav sistemi ilk kez bize uygulanacaktı; yani geçen yıl ki sistem değişmişti. Bu yüzden herkes de endişe vardı. Ben ise gayet rahat bir şekilde dersime çalışıyordum. Dershane de yapılan ilk deneme sınavının sonucunda üniversite hayalken birinci sınavın yapılacağı nisan ayına yaklaştıkça, puanlarım müthiş derecede arttı ve nihayet birinci sınav günü geldi. Sınava gayet heyecansız olarak girdim ve bildiklerimi yaptım. Çıktığımda içim rahattı; çünkü emek vermiştim ve emeğimin karşılığını alacağımı biliyordum, öyle de oldu. Birinci sınav açıklandı ve iyi bir puan almıştım. Sonra Hazirandaki sınavlara çalışmaya başladım. Günler sanki su gibi akıp geçti ve Haziran geldi. Kalan iki sınavıma da bir hafta arayla, gayet rahat bir şekilde girdim ve çıktım. Artık sonuçların açıklanmasını bekliyorduk. Ama benim içim rahattı; çünkü iyi yaptığımı düşünüyordum.
    Yaklaşık bir ay geçtikten sonra sonuçlar açıklandı. Puanım gayet iyi gelmişti. Şimdi sıra tercih yapmaktaydı. Otuz tercih hakkımız vardı ve ben on yedi hukuk, on üç pdr tercih ettim. Dershanedeki hocalarımla görüştüğümde, geçen yılın verilerine göre hukuğun kesin geleceğini söylediler; ama ben pdr de yazdım. Pdr güzel bir bölümdü ve Pdr geldiğinde gönül rahatlığıyla okuyabilirdim. Neyse ki sonuçlar açıklandı ve Giresun Üniversitesi Pdr Bölümünü kazanmıştım. Hukuk olmadığı için biraz üzgündüm; ama pdr bölümü de gönül rahatlığıyla okuyabilirdim. Okula kaydımı yaptırdık ve şuan okuyorum. Giresun ve Karadeniz tam anlamıyla yaşanılacak yer bence. Bu yüzden çok mutluyum ve iyi ki Giresun Üniversitesi, Pdr Bölümü gelmiş diyorum.

      Forum Saati Cuma Mayıs 17, 2024 10:46 am