Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    BOŞLUKTAKİ AŞK

    avatar
    1001060067


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 12/10/10

    BOŞLUKTAKİ AŞK Empty BOŞLUKTAKİ AŞK

    Mesaj  1001060067 Cuma Ara. 24, 2010 4:49 pm






    Öncesi ve sonrası bilinmeyen bir aşktı...















    Hayat o kadar tuhaftı ki tam her şey yoluna giriyor derken bir olay, altüst ediyordu hepsini. Ne mutluluğu yaşatıyordu tam anlamıyla ne de mutsuzluğu.
    Hayaller kurduyordu, pek çok şeyi göze aldıran, pek çok şeyden vazgeçiren hayaller... Ama sonunda yine hayal kırıklığına uğratıyordu işte. Büyüdükçe daha bir zorlaşıyordu hayat. Aslında zorlaşan hayat mı yoksa insanlar mıydı anlayamıyordu. Oysa çocukluğumuz ne güzeldi. Sevdiğini öp, kaç. Üzücü şarkı, türkü dinlemek yoktu. Oyunda birbirimizin yerini söylemeye çalışırdık. Oysa şimdi biz bile bilmiyoruz nereye saklandığımızı, nasıl bir oyun içinde olduğumuzu. Gözyaşlarımızla her şey bizim olurdu. Şimdi günlerce gözyaşı döksek de hiçbir şey bizim olmuyor. Depresyonmuş, bunalımmış yoktu bunlar. Düştük mü dizlerimiz kanardı, şimdi kanayan kalplerimiz. İşte hayat bu kadar tuhaf...

    Aslında o da bilmezdi, pembe gözlüklerle baktığı hayatın bu kadar zor olduğunu, kurduğu hayallerinin gerçekleşmeyeceğini. Evet, bilmezdi kalbindeki boşluğu, o boşluğu doldurmaya çalışırken hayatının en büyük hatasını yapacağını. Yalnızlığının bu kadar kötü olacağını. Bilmezdi annesinin ölümüyle hayatının mahvolacağını, onun ölümünün peşinden pek çok olumsuzluğun da geleceğini...Rüzgârda savrulan yaprak misali oradan oraya savrulacağını. Bütün hayatının o gün alacağı haberle değişeceğini, hayallerinin elinden kayıp gideceğini nerden bilecekti?
    Annesinin yokluğu her geçen gün daha çok canını yakıyordu, daha çok acı veriyordu. Bir taraftan onun yokluğuna üzülürken diğer yandan tedavi çok yormuştu Asya’yı. Annesini kaybettikten sonra daha bir hırçın olmuştu daha bir isyankar. “Niye ya! Niye benim annem gitti. Onun gibi iyi kalpli, güler yüzlü biri nasıl olurda evlatlarını, beni bu hasta halimle bırakıp gider. Başka kimse yok muydu da annemi aldı sanki.’’ Sürekli bunları söyleyip hayata insanlara isyan eder olmuştu. Kimse hiçbir şey onu hayata bağlamıyordu artık.Kabullenemiyordu annesinin yokluğunu, kendi hastalığını, hiçbir şeyi kabullenmiyordu.
    Oysa Asya her zaman kendi arzuladıklarının olmasını isteyen bencil ve şımarık biriydi. Gerçi bu kadar şımarık olmasına rağmen kendini çabuk sevdirirdi. Çok kırılgandı, çabuk alınırdı. Her zaman hocasının dediğini hatırlardı. “Eğer insanlara hemen alınıyorsan, onlardan uzak dur!” Fakat insanlardan uzak duramazdı. Çok sosyal bir hayatı vardı. Nasıl durabilirdi ki? Onlar ne yaparlarsa yapsınlar küsmezdi, daha doğrusu küsemezdi. Bu huyuna çok kızardı ama öyleydi.
    Her şeye sahipti annesinin ölümüne kadar. Mutlu bir ailesi, çok sevdiği arkadaşları ve öğretmenleri vardı, küçük dünyasına sığdırdığı onca insan… Hayatındaki herkes çok değerliydi fakat anlam veremediği bir şey vardı; elindekilerin kıymetini bilmek yerine her zaman şikâyet edeceği bir şey bulup sızlanmak ve bir türlü yetinmeyi bilmemek. Çok asi biriydi, kimse ona istemediğini yaptıramazdı. “Ya bana ne, yapmam ben bunu. Hem şimdi işim var, belki daha sonra.” derdi. Özgürlüğüne çok düşkün olduğundan kimse kısıtlayamazdı onu. Birçok arkadaşı vardı ama yalnızdı. Yalnızdı, çünkü kimseyi samimi bulmuyor, insanlara zor güveniyordu.Yalnızlığı annesinin ölümüyle daha bir artmıştı.Ondan sonra kalbinde anlam veremediği bir boşluk oluşmuştu.. Belki de bu yüzdendi tüm hırçınlığı ve asiliği. Ne yapsa, ne etse dolduramıyordu o boşluğu. Arkadaşlarıyla birlikteyken bile bir anda yalnızlığı aklına geliyordu, soyutlanıyordu bulunduğu ortamdan. Çoğu zaman tek başına takılıyordu, kimseyi yaklaştırmıyordu kendine.
    Ben dâhil kimse anlamıyordu onu. “Her şeyin var, daha ne istiyorsun hayattan?” diyorlardı. Ta ki onunla tanışana kadar. Onun çok önemli bir yeri vardı Asya’nın hayatında. Yolunu kaybetmişken bu boşlukta, çaresizken o tutmuştu elinden. O yardım etmişti Asya’ya. İçinde bulunduğu karanlığa o ışık tutmuştu. Asya için hayatının en büyük şansıydı onu tanımak, onun engin bilgilerinden yararlanacak olmak…
    - Hocam, kimse beni anlamıyor, herkes “Niye mutlu değilsin?” diye sorguluyor beni. Bazen ben bile anlamıyorum. Acaba şımarıklık mı ediyorum? İnsanlar beni seviyor diye herkesin etrafımda dönmesini mi istiyorum? Ama öyle değil… Her şeyim var ama bunlar bana yetmiyor, çok mutsuzum ben annemi, onun kokusunu özledim. Ya hep geçmişe kızıyorum ya da hayata.
    - Peki, mutlu olmak için ne yapıyorsun?
    -Hiçbir şey hocam. Şu kalbimin ağrısını bir dindirsem, içimdeki boşluğu bir doldurabilsem, bir şeyler yapabileceğime inanıyorum. Onun yokluğu çok acıtıyor hocam. Arkadaşlarım ‘’Anne!’’derken kıskanıyorum onları hocam. Benim annemi niye erken aldı diyorum.Ben okuyup onun istediklerini alacaktım hocam.Rahat ettirecektim annemi. Ama şimdi annem yok rahat ettirebileceğim bir annem yok bee hocam yok...O yokken çok yalnızım çaresizim kalbimin boşluğu da dolmuyor bee hocam.Annemi çok özledim...
    - Bu senin en büyük imtihanlarından biri Asya.Sakın nefsine yenik düşüpte isyan etme.Biliyorum en çok ihtiyacın olan zamanda sonsuzluğa yol aldı ama bu Takdir-i İlahi elden ne gelir,böyle yaptıkça anneni de üzersin. ‘’Ben böyle mi evlat yetiştirdim.’’ dedirtme ona.Her durumda seni Yaradan Rabbin’e şükretmeyi bil.En azından sana çok düşkün bir baban var ya oda olmasaydı.Sen böyle devam ettikçe kalbindeki boşluk daha da büyür ve artık aşılmaz bir dağ olur.
    - Haklısınız hocam ama bazen o kadar çok şey oluyor ki annemi özlememek elde değil.Şimdi burda olsaydı da omzuna yaslanıp ağlayabilseydim diyorum.Gözyaşlarımı o silseydi diyorum. Okul etkinliklerimize gelip beni en önde izleseydi diyorum.Kalbim ağrıyor hocam kalbim hem de çok acıyor.
    -Sen pek çok insanın dayanamayacağı şeylere dayanıyorsun bunu da atlatırsın, eminim hem Rabbim insana taşıyamayacağı yük vermezmiş.Bu yolun sonunda güzel günler seni bekliyor bunları düşün.
    -Biliyorum hocam ama işte bunu bir de kalbime anlatabilsem.En ufak bir şeyde annem aklıma geliyor,gözlerim doluyor ama çabalıyorum ağlamayacağım diyorum,ağlamayacağım...Bir geceler biliyor gözyaşlarımı bir de ben...O bitmek tükenmek bilmeyen gözyaşlarımı....
    -Yapma böyle her şeyin hayırlısını dile.Belki böylesi annen için de sizin için de en hayırlısıdır.Hem sen içinde bulunduğun durumdan kurtulmayı istiyorsan bu olumsuz düşüncelerden kurtul önce.
    -Çalışırım hocam kurtulmaya.Siz de hep yanımda olun olmaz mı? Bir de siz beni yalnız bırakmayın lütfen...
    -Tamam canım bırakmam ama sen de böyle olumsuz şeylerden kurtulmaya bak.Sakın isyan etme,niye böyle oldu falan deme.Kalbindeki boşluk senin Yaradan’la ilgili konulardaki eksiklikten kaynaklanıyor.Elinden geldiğince dua et,O’na yönel.
    -İnşallah hocam,inşallah her şey sizin dediğiniz gibi olur da yoluna girer.
    -Sen yeter ki buna tüm kalbinle inan.
    Çok şaşırmıştı Asya. Hiç böyle bir şey beklemiyordu. Bu boşluğu nasıl O’nun boşluğu olabilirdi? Peki ama bunu nasıl doldurabilirdi ki? Gerçekten onun boşluğu muydu? Kafası karışmıştı iyice.Annesinin yokluğuna alışmış gibi görünüyordu.Artık daha sık görüşüyordu Günay hocasıyla. Sırf onunla sohbet etmek için dershanesini bile bırakıp geliyordu. Çünkü onu çok seviyordu. Hayatı düzene girmeye başlamıştı, yavaş yavaş eski neşeli haline dönüyordu. Huzuru, mutluluğu hissedebiliyordu. Kendine güveni daha bir artmıştı. Belki de kimsenin cesaret edemediğini yapmıştı. Kalbindeki sıkıntının üzerine gitmiş, ondan kaçmamıştı ve şimdi çok mutluydu. Asya için güneş daha farklı doğuyordu, nefes almanın ne demek olduğunu şimdi daha iyi biliyordu. Hayat pembe gözlüklerini elinden alsa da o olmadan da yaşamayı öğreniyordu ve aslında ona hiç ihtiyacının olmadığının farkına varıyordu. Çünkü hayat acısıyla tatlısıyla her şeye rağmen güzeldi.
    ‘’Rabbim, sana yalvarıyorum. Bu mutluluğumu elimden alma, daim kıl! Kalbimdeki yerini doldurmam için izin ver, beni yalnız bırakma!Annemi aldın ama bari Sen beni yalnız bırakma.Günay hocayla yollarımızı kesiştirdiğin için çok teşekkür ederim.Rabbim lütfen yolumu aydınlat, sesimi duy ve hayallerimi gerçekleştirmem için bana bir şans ver. Hukuku kazanmamı nasip eyle!’’
    Hukuk fakültesini kazanmak… Asya’nın Günay hocasıyla anlaşamadığı tek nokta buydu. Günay hoca:
    - Asya, böyle yapma, bak hukuku kazanamazsan daha çok üzülürsün. Hakkında her şeyin hayırlısını dile.
    - Hocam, haklısınız da ben çalıştıktan sonra niye kazanamayayım ki…
    - Asya, vazgeç artık böyle demekten. Hem sen kalbini huzura erdirmeye çalışırken bu konudaki düşüncelerini de değiştir artık.
    - Tamam hocam demiyorum bu konuda bir şey.
    Bunu derken bile Asya o kadar emindi ki hukuku kazanacağına. Biri sorduğunda ’Tabii ki hukuk fakültesi.” diyordu. Kazanmama ihtimali yoktu onun için. Sınav zamanı gelip çattığında midesine kramplar giriyordu heyecandan. Sınavlar esnasında bir taraftan soru çözerken diğer yandan ‘’Rabbim zorlaştırma, kolaylaştır, hayırla tamamla. Lütfen hukuk için iyi bir puan almamı sağla! ’diyordu.
    Sınav bitmiş sınavla birlikte Asya da bitmişti. Hiç ümitli değildi. Matematik sorularıyla ilgili soranlara ’’Kurtarırsa edebiyat kurtarır beni, değilse hiçbir yere yerleşemem.’’ diyordu. Derin bir sessizliğe gömülmüştü Asya. Kimseyle konuşmuyor, odasından hiç çıkmıyordu. Tıpkı annesini kaybettiği zamanlar gibiydi.Yaşadığı hayal kırıklığının altından kalkması çok zor olacaktı. “Niye, niye böyle oldu? Ben bu kadar çalışmışken niye kötü geçti? Ya şimdi Hukuku kazanamazsam.’’
    O uzun sessizliğini Günay hocasıyla konuştuktan sonra bozmuştu. Işıl ışıldı gözleri. Konuşmadan sonraki mutluluğu anlatılmaz, yaşanırdı. Onunla sohbet etmek dertleşmek her şeyden daha önemliydi. Mutluluk onun için Günay hocasıyla konuşmaktı. Çok sürmedi bu mutluluğu. Kısa zaman sonra açıklanmıştı puanlar. Tam tahmin ettiği gibi sınırdaydı, hukuk gelebilirdi de gelmeyebilirdi de. Bir tercih yapmalıydı. Ya bir yıl daha çalışıp hukuk fakültesini garantileyecekti ya da hukuk fakültesiyle birlikte rehberlik ve psikolojik danışmanlığı (PDR) yazacaktı. İkincisini seçip PDR yazmıştı. PDR yazmasına rağmen hep “’Rabbim, ne olur hukuk gelsin. Hayallerimin elimden kayıp gitmesine izin verme! Biliyorum, her şeyin hayırlısını Sen bilirsin ama lütfen ömrümün hikâyesini yazan en büyük yazıcı olarak gönlümden geçen güzellikleri alnıma kader diye yaz! Bu mutluluğu çok görme bana lütfen.’’ Hukuk fakültesiyle yatıp hukuk fakültesiyle kalkıyordu. Hani hep olur ya sonucunu düşünmeden bir şeyler istersin, senin için hayır mı şer mi olduğunu bilmeden. Öyle bir durumdu Asya’nınki. Aslında annesini trafik kazasında kaybettikten sonra merak sarmıştı hukuka. Hukuk okuyup o insanlarla kendi savaşacaktı. Biraz parayla kurtulmuşlardı cezadan. Bu Asya’nın çok canını sıkıyordu. Bakalım Asya hukuku kazanacak mı yoksa kazanamayacak mı?
    Bir tarafta bunlar olurken diğer taraftan mutsuzluğuyla baş etmeye çalışıyordu. O kadar güçsüzdü ki ilk engel de yıkılıyordu. Bir sınavla tekrar eski günlere dönmüştü. Mutsuz, hırçın ve asi… Bu seferki daha derin bir boşluktu, daha derin bir yalnızlık, ucunda hayallerinin kayıp gitmesi vardı. Tercihlerin açıklanma vakti gelmişti, içi içine sığmıyordu. Sınav anından daha zordu bunlar. “Lütfen hukuk fakültesi olsun, hayallerimi gerçekleştirme fırsatı verilsin. Lütfen annemin katilleriyle savaşmam için bir fırsat verilsin.’’
    Hayallerini gerçekleştirme fırsatı verilmemişti ona. Giresun Üniversitesi PDR bölümünü kazanmıştı. Kazanmıştı ama hiç aklında olmayan bir yeri kazanmıştı.
    Yine sessizlik, yine derin bir içe gömülüş vardı Asya’da. Hayal kırıklıkları o kadar çoğalmıştı ki hayatında. “Hayal kırıklığına uğraya uğraya ben de kocaman bir hayal kırıklığı oldum.’’ diyebilmişti. Bana gönderdiği bir mesajında:
    “İnsan hayalleri için yaşamaz mı, hayalleri için fedakârlık yapmaz mı, her şeyi hayalleri için göze almaz mı? Peki, şimdi ne yapacağım ben? Var mı hayal kırıklığımı onarıcı bir çözüm? Artık hayal kurmayacağım. Sonu böyle hüsran olacaksa niye kurayım ki... Hukukçu olacaktım ben ya... Hukukçu olup ailemin, bana güvenenlerin gururu olacaktım… Hukukçu olup onlar gibi binlerce katilin cezasını bulması için çabalayacaktım. Ben babamın gururu olacaktım. Peki niye insanın istedikleriyle kaderinde yazılı olanlar uyuşmuyor. Şimdi bilmediğim bir şehirde, hiç hayalini bile kurmadığım bir bölümde okuyacağım. Adalet mi bu ya? Adalet mi? Hem benden rehber öğretmen olmaz ki.. Kendi sorunlarımı hallettim de başkaları mı kaldı? Ben değil miydim annesinin ölümüyle hayata insanlara küsen,kendine zarar vermeye başlayan ve bununla acısını hafifletmeye çalışan. Ama artık yapacak bir şey yok ki… Bunun üzerine diyeceğim tek şey, her şeyin hayırlısı olsun.’’
    Beni o kadar etkilemişti ki bu mesaj, arayıp “Gitme, tekrar hazırlan.” demek istedim ama yapamazdım. O şimdi istemiyordu ama eminim ilerde “İyi ki bu bölümü yazmışım.” diyecekti. Çünkü belli bir süre sonra gerçek hayatla tanışacak, iş kaygısı olacaktı. Kaldı ki bu bölümde sıkıntı çekmezdi. Karşılık olarak ’’Kız deli misin? Sen PDR gibi bir bölüm kazanmışsın, daha ne istiyorsun? Hukukta o kitapları oku oku beynin sulanırdı. Hem senin gibi sosyal biri hukukta yapamaz. Bir başla, çok seveceksin bölümünü. Kazanamadığını düşünsene, o zaman daha çok üzülecektin.’’
    Ailesi(babası,ablası,abisi...) de çok üzülüyordu Asya’nın durumuna. Herkes hukuk fakültesine o kadar şartlanmıştı ki kendileri için daha büyük bir yıkım olmuştu. Bunun yanında Asya’nın daha çok üzülüp hastalığının tetiklenmesinden korkuyorlardı. Stresten uzak durması, moralinin iyi olması gerekiyordu. Ailesi onun için çabalıyordu ama onun yüreğinde kopan fırtınalara dur diyemiyorlardı. Onun yemeden, içmeden kesilmesi çok üzüyordu onları. Kullandığı ilaçlar çok ağırdı, böyle devam ederse yan etkisinin olmasından korkuyorlardı. Onun sağlıyla ilgili çok endişeleniyorlardı. Babası:
    - Kızım, eğer gitmek istemiyorsan gitme ama böyle de yapma. Hem bizi hem kendini çok üzüyorsun. Hastalanırsın sonra. “Bir yıl daha çalışıp hukuk fakültesini kazanırım.” deyip her şeyi göze alıyorsan biz arkandayız.
    - Bilmiyorum baba, bildiğim tek şey ben PDR’ de yapamam. Hep hukuk dedim. Şimdi PDR’ ye gidersem alışamam. Çok sıkıntı çekerim.
    - Seçim senin kızım ama kararın ne olursa olsun arkandayız biz.
    Bu sözler rahatlatmıştı Asya’yı. Her daim arkasında olan bir ailesi vardı, bu her şeye değerdi. Bir yol ayrımındaydı Asya. Ya her şeyi geride bırakıp Giresun’a giderek yeni bir başlangıç yapacaktı ya da bir yıl daha çalışıp hayalleri için çabalayacaktı. Acaba cesaret edebilecek miydi yeniden hazırlanmaya?
    Ailesinin korkusu daha da artıyordu. “Niye yazdı bu kız Giresun’u? Ta neresi, hastalansa hemen gidemeyiz, hem kontrolleri ne olacak. Kendine de bakmaz orda. Tam toparlandı derken yeni bir hayata atılacak, nasıl yapacak oralarda? İyi arkadaşları olsa da yardımcı olsalar bari.”
    Deli dolu yaşayan biriydi Asya. Hastalığı nedeniyle kimse bir şey demiyordu tabii buna. Annesinin durumu da eklenince yaptığı hiçbir şeye kızmıyorlardı. Tüm şımarıklığı bundandı. Ben inanıyordum ki doğru kararı verecek, hayatına en güzel şekilde devam edecekti. Ama öyle olmadı. Benim bile doğru bildiğim, onun için hayatının en büyük hayal kırıklığı olmuştu. Günay hocası aradığında:
    -Hocam, niye böyle oldu ya? Ben o kadar çalışmışken, kesin kazanırım derken, niye olmadı hukuk? Ben bunu hak edecek ne yaptım hocam? Ben bana ait olmayan bir hayatta piyon olmak istemiyorum. Kendi hayatımda şah olmak isterken bu reva mı bana?
    Ağlıyordu Asya, hem de hıçkıra hıçkıra. Annesinden sonra ilk defa bu kadar çok ağlamıştı.
    - Asya, ben sana ne demiştim? Bu kadar bağlanma, eğer olmazsa daha çok üzülürsün demedim mi? Şimdi ne yapacaksın peki? Gitmeyecek misin? Gitmedin, diyelim. Ne yapmayı düşünüyorsun? Çevrenin baskısına da dayanamazsın sen, biliyorum. Bak sen çoğu insanın yapamadığını yapmışsın. Herkes senin ölümünü beklerken, sen yenmişsin onu. Şimdi bir sınavla mı yıkılacaksın? Bardağın dolu tarafını düşün biraz. Şimdi pek çok insan senin yerinde olmak isterdi. Bunları düşün olur mu? Öyle niye böyle oldu, niye şöyle oldu demek yok, tamam mı? Hem bizim en büyük vazifemiz neydi?
    - Neydi?
    - Düşün bakalım.
    - Hım, hatırladım. Bizim görevimiz çalışarak bilgi sahibi olup gerisini Allah’a bırakmak. Çünkü o her şeyin en hayırlısını bilir, biz bilemeyiz.
    - Haa şöyle, aferin sana. Böyle işte. Bardağın dolu tarafını düşünmeyi bırakma. Hem senden çok güzel bir rehberlikçi olur, konuşmayı da seviyorsun.
    - Dalga geçmeyin hocam, lütfen.
    - Yok, ne dalgası, çok ciddiyim ben.
    - İyi öyle olsun, artık.
    Günay hocasıyla konuşmak çok rahatlatmıştı Asya’yı. Çünkü onu çok seviyordu ve Asya üzerinde çok etkisi vardı. Açıklandıktan sonra pek çok hocası aramıştı. Kemal, Murat, İsmail, Mine, Melek, Ayşe… Hastalığından sonra çok ilgilenmişlerdi onunla. Zaten onu ayakta tutan onların sevgisi ve ilgisiydi. İşte pek çok neden vardı şımarması için ama yine de bunlar mutluluğu için bir şey değildi. Gülüyordu ama gerçekten, içinden geldiği için mi gülüyordu yoksa hayat devam etsin diye mi?
    Aradan bir hafta geçmiş Asya kararını vermiş, yeni bir başlangıcı seçmişti. Annesini, güllerle bezenmiş mezarını,babasını, ailesini, sevdiklerini burada bırakıp gitmeye karar vermişti. Bakalım Giresun ona neler hazırlamış? Bu kızın yazıları da beni çok etkiliyordu. Kararının ardından hemen bir mesaj daha:
    “Büyüdükçe düşüncelerim, hayata bakış açım, hayallerim değişiyor. Hep kurmayacağım desem de yine hayaller… İşte sonu bitmek tükenmek bilmeyen hayaller. Okul, üniversite, kariyer, evlilik, çoluk çocuk… Sanki hepsine ömrüm yetecekmiş gibi. Sonra hayallerimden vazgeçiyorum tıpkı şimdi olduğu gibi. İnsanlara değer veriyorum, sonra onlardan da karşılığını görmek istiyorum. Çoğu hak etmese de. Onların beni üzmelerine izin veriyorum bile bile. Bir cam parçası olan şu kalbimi kıran kırana. Mesajımın sonunda olumsuz bir şey bekliyorsunuz ama bu defa olumlu. Çocukluğumun hayallerine veda edip; gençliğimin hayallerini kurmaya gidiyorum Giresun’ a… En güzel hayaller benimle olur inşallah.”
    Mutlu olmaya kararlıydı Asya. Bardağın dolu tarafını görmeliydi ki hayat da ona gülsün, yaşaması için çaba harcasın. O hayata küserse hayat da ona küserdi. Hayatı karşısına almak yerine yanında olmalıydı ki yaşamaktan zevk alsın. Ben de mutlu olsun diye hep istediği bir şeyi almıştım ona. Kocaman bir ayıcık. Çok severdi Asya oyuncakları. Gidip görseniz odasında pek çok oyuncak ayı vardı ama en büyüğü benim aldığımdı. Nasıl mutlu olmuştu…
    - Giderken bunu da götüreyim de bununla uyuyayım, bari hep yanımda olduğunuzu hissedeyim.
    - Tabii ki deli kız, sen yeter ki mutlu ol. Hem ileride belki bir Karadeniz gezisi yapar, seni görmeye geliriz tamam mı?
    - Gerçekten mi?
    - Tabii ki! Hiç yalan söyledim mi ben sana?
    -Hayır! Ooo çok iyi o zaman keyfime diyecek yok yani.
    Mutluluğunu anlatacak kelime bulamıyorum, nasıl sevinmişti. Onu böyle görmek dünyalara bedeldi. “İnsanlar bu kadar üzerime titrerken niye onları üzeyim ki gidip mutlu olacağım inşallah.” demişti.
    Zaman o kadar hızlı akıp geçmişti ki gitme vakti gelmişti. Rüyada gibiydi. Üniversiteye başlayacak, üniversiteli olacaktı. Gerçekten istediği bu muydu yoksa herkes bunu istiyor diye mi gidiyordu? Mevla’m neylerse güzel eyler, deyip düşmüştü yola. Bir de annesi görseydi onu. O yolcu etseydi her şey daha güzel olacaktı ama yoktu işte. Biz onu görmesekte belki o bizi görüyordu. Babası çok endişeliydi; Asya kendine bakamazdı oralarda, zaten hastaydı. Ya yanlarında değilken tekrar hastalanır da geç kalırlarsa diye düşünüyordu. Kayıt işlemleri bittikten sonra sıra yurt işlemlerindeydi. Yedekteydi Asya. Bir aya kalmaz gelir sıra, dediler. Bu zaman içinde tanıdıklarında kalacaktı.
    Ailesinden ayrılırken gözleri dolmuştu ama kendini tutmuş, ağlamamıştı. Keşke o gün ağlasa da devamında hiç ağlamasaydı. Sonradan ağlayacağı konuyu bilse inanın içinden gele gele ağlar, tutmazdı kendini....
    Artık Giresun’daydı… Yalnız, ürkek, çekingen, emekleyen bir çocuk gibi. Ne kadar kendi tercihi olsa da sevinemiyordu. “Acaba doğru mu yaptım?” diyordu. Her şeye sil baştan başlayacaktı ama mutsuzdu. Bu mutsuzluğun üzerine nasıl bir temel atabilecekti ki… Çok önyargılıydı ama sevmek için çabalayacaktı, burayı, insanlarını, ortamı. Çoğu zaman sinirlenip ‘’Nereden geldim ben bu şehre, nasıl böyle bir hata yaptım? Bir çıkış yolu olsun lütfen.’’ diyordu. Aksaray’dan gelip bu şehirde yaşamak zor değildi fakat olumsuzluklar da yaşamasına izin vermiyordu. İki hafta geçmesine rağmen yurtta hala sıra gelmemişti. Kaldığı yer çok iyiydi ama bir düzeni yok diye çok sıkıntı çekiyordu. Arkadaşlarına uyum sağlayamamaktan korkuyordu. Böyle nereye kadar devam edebilirdi ki… Arkadaşları ona, “Ne kadar da mutlusun yaa. Nasıl beceriyorsun bunu? Hemen uyum sağlamışsın yeni hayatına. Bu pozitif enerjinden bize de yüklesene.’’ derken o ‘’Yaa, ne kadar mutluyum anlatamam, kalbim ağrırken mutlu görünmeye çalışmak ne kadar zor bir bilseniz. Tüm gülmelerim hayat devam etsin diye.’’ diyordu kendine. Ama işte düşündüklerini onlara da söyleyemezdi.
    -Haklısınız arkadaşlar! Niye mutlu olmayayım ki? Ne güzel kazanmışım, üniversitede okuyorum. Siz de bir şeyleri oluruna bırakın; mutlu, neşeli olursunuz. Hem iç Anadolu’nun bozkırından sonra buranın denizi bile bizi hayata bağlar. Çoğu zaman sahildeyim zaten. Bütün hırsımı, nefretimi ve öfkemi oraya bırakıp geliyorum yurda. Size de tavsiye ederim.’’
    O kadar zor gelmişti ki bunları söylemek, yorulmuştu artık. Ruhu da bedeni de durup dinlenmek istiyordu. Fazlaydı bu enerji, hastalığından sonra. Her şeye daha güzel başlayacağım dediği bu şehirde daha kötü oluyordu. Hayat elindekilerle yetinip mutlu olmasına izin vermiyordu. Uzaktaydı hem de çok uzakta. Kendinden, evinden, insanlardan, Günay hocasından, mutluluktan, çok uzaktaydı. Her zaman onların yanında olmalarını ve başını yaslayıp ağlayacağı bir omuz istiyordu.
    Alışamadım bu kente anne, havasından mıdır nedir? Bilemem, özlem kokuyor burası birazda serin sanki ;ama yok üşümüyorum. Merak etme sen dikkat ediyorum kendime. Bir dolu da arkadaşım oldu. Hepsi çok iyi insanlar bir görsen; ama yalnızlık bee anne... G eceleri açılan üstümü senin ellerinin değilde karanlığın örtmesi canımı sıkmıyor değil hani. Çoğu gece kabuslarla uyanıyorum anne bir de bu var tabii. Bilmediğim karanlık bir yerde tek kaldığım, kabuslar sonrasında uyanıp yine tek olduğum mekanda...Yalnızım anne hem de çok yalnız...
    Kendini ne kadar güçsüz görürse görsün, aslında bence o kadar güçlüydü ki bunca şeye rağmen bir kez olsun ailesini arayıp da “Çok kötüyüm.” dememişti. Onun bu halini bilen tek kişi vardı: Merve…
    - Asya, bak kendini iyi hissedeceksen; ara, konuş ailenle. Olanları, yaşadıklarını anlat. Onlar senin ailen, bilmeye hakları var. Her şeyi içine atarsan daha kötü olur, birikir birikir aşılması zor bir engel olur.
    - Anlatsam ne olacak ki… Oradan ne yapabilirler, bu onları üzmekten başka bir şeye yaramaz. Merve Asya’nın rahatsızlığını biliyordu. Bu yüzden onun için daha çok endişeleniyordu. Acaba hayat neden böyle sert tokat atıyordu? Asya’nın sabrını neden bu denli zorluyordu? Neden hayatının geri kalanında mutlu olmasına izin vermiyordu? Çok şey alıp götürmemiş miydi gençliğinden? Hayatının en güzel yanlarını paylaşması gereken kişiyi almamış mıydı erkenden? Bari bıraksaydı da devamı güzel olsaydı. Mutluluğu aradıkça, peşinden koştukça, daha çok üzüyordu. Boşlukları doldurmaya çalıştıkça onlar daha da derinleşiyordu. Yalnızlığını daha çok hissettiriyordu. Duygularını bastıra bastıra dayanılmaz bir hale getirmişti. Asya’nın ilk zamanki mutlu hallerinden eser yoktu. Şimdi,ruh gibi dolanıyordu ortalarda. Deniz bile küskündü sanki ona, bağırıyordu ama sesini duyuramıyordu. Ağlıyordu ama gözyaşını görmüyordu.
    ‘’Omuzlarımda ağır bir yük taşıyamamaktan, altında kalıp kaybolmaktan korkuyorum. Ben kendimi kaybetmek istemiyorum. Rabbim ne olur ben kendimden vazgeçtiğimde dahi sen benden vazgeçme. Ben kendimi unuttuğumda bile sen beni unutma. Tek dayanağım Sensin. Kuluna taşıyamayacağı yük vermezsin.”
    Kendini böyle motive etmeye çalışıyordu fakat bu belli bir noktadan sonra fayda etmiyordu. Çabalıyordu ama olmuyordu, mutlu olmayı beceremiyordu. En iyisinin her şeyi oluruna bırakmak olduğuna karar vermişti. Yine bir mesaj:
    - Her şeyi oluruna bıraktım artık. Çünkü yaşamak ve geri kalan ömrümde mutlu olmak istiyorum. Daha fazla yaşayamam mutsuzluklarla, gözyaşıyla. Geri getiremem annemi, hayallerimi. Öyleyse üzülmeme de gerek yok. Bana göre değil mutsuzluk, benim için değil olumsuzluklar. Ne zaman bitecek bilmiyorum, mutlu olmak istiyorum. Karanlıktan kurtulup yolumu bulmak istiyorum ben. En önemlisi doya doya yaşayıp nefes alıyorum, demek istiyorum.
    Günleri böyle geçmeye başlamıştı, artık umursamıyordu hiçbir şeyi. Geldiğinden beri yaşadıkları olmamış gibi davranıyordu. Gerçekten de oluruna bırakmıştı her şeyi, ta ki onu görene kadar… Kemoterapi boyunca rüyasında gördüğü, iki çift sözüyle acılarını unuttuğu kişiyi görmüştü. Tam karşısındaydı, önce inanamayıp gözlerini ovaladı ama oydu işte o. Onu hiç yalnız bırakmayan, güleç yüzlü çocuktu. Rüyalarına yolculuk yaptı:
    - Merak etme, bir gün tüm ağrıların dinecek. Sen yeter ki sabret, asla isyan etme, tamam mı? Eğer isyan edecek olursan, her şey daha kötü olur.” derdi hep Asya’ya. Tam Asya cevap verecekken uyanırdı. Çok merak ediyordu onu ‘’Acaba gerçekten var mı o? Var ise nerde karşılaşırım ne zaman görürüm,’’ diyordu. Ne zaman hastaneye gitse koridorlarda onu arardı gözleri. Belki bahçede falandır diye saatlerce bahçede otururdu.Bir yıla yakın görmüştü onu ama sonradan görmemişti ne kadar istese de. Kalbinin atışını duyuyordu sanki. Nutku tutulmuştu, Merve de yanındaydı. O da bir şeyler olduğunu anladı:
    - Hayırdır canım ne oldu, nereye bakıyorsun?
    - Yok, bir şey tatlım, şu karşıdakileri tanıyor musun?
    - Hangilerini?
    - Şu tam karşımızdakilerden: montlu olan çocuğu?
    - Haa sen Cem’i diyorsun. Tanıyorum tatlım, çok iyi biridir PDR 3.sınıf öğrencisi. Ben de geçen günkü partide tanışmıştım.
    - Hım…
    - Niye sordun ki?
    -Hiç öylesine tatlım.
    - Anlayalım yani.
    -Yok ya, öyle bir şey değil. Dikkatimi çekti de, sadece ondan sordum.
    - İyi öyle olsun bakalım.
    Merve hiç inanmasa da üstelememişti. Nasıl olsa Asya anlatmak isterse anlatır diye düşünmüştü. Asya’nın ilgisi sürekli Cem’in üzerinde yoğunlaşınca dayanamayıp sordu:
    - Seni dinliyorum.
    - Anlayamadım.
    - Yani niye sürekli Cem’i merak ediyorsun?
    - Ben mi? Yok, ne merakı?
    - Hadi ama Asya, bana da mı anlatmayacaksın?
    Asya kurtuluşun olmadığını anlamıştı, hem Merve onun en yakın arkadaşıydı. Ona anlatmayacaktı da kime anlatacaktı. Her şeyi bir bir anlattı, duyduklarına Merve de inanamamıştı:
    - Emin misin? Benzetiyor olmayasın.
    - Yok canım, Tabii ki eminim.
    İkisi de çok şaşkındı. Zaman geçtikçe Asya’nın ilgisi gittikçe artmıştı. Daha önce hiç böyle şeyler hissetmemişti. Cem’i ne zaman görse sanki güneş onun için yeniden doğuyordu. O kadar sıkıntının ardından acaba bir mutluluk vesilesi miydi bu? Hayat yeniden yüzüne mi gülecekti? Bak oluruna bıraktın, şimdi senin istediklerin oluyor mu diyecekti? Yalnızlığını onunla mı giderecekti. Belki kalbindeki boşluk da onunla dolacaktı. Merve de Asya’yı böyle gördükçe mutlu oluyordu. Eğer aralarında bir şey olursa Cem onu mutlu edebilirdi. Böylece Merve’nin endişeleri de son bulabilirdi. Çünkü o da Asya’nın mutsuz olmasını istemiyordu. Ailesi Asya’yı önce Allah’a, sonra kendine ve Merve’ye emanet etmişti. Merve de Asya’nın hastalığını bildiğinden Cem’in ona iyi gelebileceğini düşünüyordu. Ama Asya’nın niye Cem’e söylemediğine anlam veremiyordu.
    Asya bir gün bankta otururken, bir anda sebepsiz yere ağlamaya başlamıştı. Ağlarken Cem’i fark etti. Cem ona doğru geliyordu, ağladığını anlamasın diye hemen gözlerini sildi. Onu gördüğünü anlamasın diye de başını önüne eğip bir şeylerle uğraşıyormuş gibi yaptı.Cem:
    - Merhaba, ben Cem.
    - Ne güzel, ben de Asya.
    - Rahatsız olmazsan oturabilir miyim?
    - Şey, aslında bir arkadaşımı bekliyorum.
    - Hım, anladım o zaman ben gideyim görüşmek üzere.
    - Görüşürüz, kusura bakmayın lütfen. Aslında arkadaşını falan beklemiyordu Asya ama o an öyle demişti. Niye dediğini kendisi de anlamadı ama demişti. Galiba bu işe hızlı bir şekilde başlamak istemediğinden böyle yapmıştı. Sonra kendini toplayıp ’’Ne yapıyorsun sen ya? Çocuk geldi, gönderdin. Bu fırsat kaçar mı?’’ diye içinden geçirdi ve Cem fazla uzaklaşmadan:
    -Cem! Cem!
    - Efendim?
    - Cem’di değil mi?
    - Evet
    -İstersen oturabilirsin, arkadaşım gelene kadar.
    Gelip oturmuştu o da hemen. Asya’nın içi içine sığmıyordu. Uzun süredir izlediği çocuk yanındaydı. Heyecanını belli etmemek için çabalıyordu. Sonra bir sessizlik oldu, hemen ardından Cem:
    -Ben seni birine benzetiyorum.
    - Beni mi?
    - Evet. Şaşırmıştı Asya, bunu onun söylemesi gerekirdi, rüyasında gören oydu çünkü.
    - Nasıl yani?
    -Geçen yıl rüyamda hep maskeli bir kız görüyordum. Önceleri uzun saçları vardı ama sonraları saçları dökülmeye başladı. En son gördüğümde bir hastane odasındaydı. Bir daha görmedim. Çok aradım burada ama bulamadım kim olduğunu. Bana hep:
    - Çok kötüyüm, çok canım yanıyor. Hastanelerden bıktım artık, iyileşmek istiyorum. İyileşmeyeceksem de anneme kavuşmak istiyorum. Sürekli acı çekmekten yoruldum artık derdi ve bir şiir okurdu. Sonra uyanırdım hiç tamamlanamadı o şiir. Acaba devamında ne yazıyordu? Asya afallamıştı, ne diyeceğini bilememişti. “O da beni görmüş rüyasında, demek ki o da beni merak ediyormuş. ”diye düşündü ama anlamamış gibi yaptı:
    - E, sonra ne oldu?
    - Dedim ya. Bir yıla yakın onu gördüm ama sonra görmedim hiç.
    - Hım, ama bana niye anlattın ki bunu?
    - Çünkü o kıza çok benziyorsun, sen o musun?
    - Bilmem, belki bahsettiğin kişiyimdir belki de değilimdir.
    - Hadi ya, sen o musun? Doğru söyle!
    -Dur sana bir şiir okuyayım da sen karar ver, o muyum değil miyim? Okumaya başlamıştı Asya...
    O kadar şaşılacak bir durumdu ki... Rüyalarının esrarengiz kişisiyle tanışması, onun da Asya’yı rüyasında görmesi… “Rabbim, Sen nelere kadirsin.’’ İçi kıpır kıpırdı, ayakları yere basmıyordu. İlk defa bu duyguları yaşıyordu ve acemi olduğu o kadar belliydi ki… Ama mutluydu, kalbi yerinden çıkacakmış gibi. Öylece bakakalmışlardı, sohbetleri böyle devam etmişti.
    Asya yaptığı her şeyde Cem de olsun istiyordu ama Cem istemiyordu galiba. Sanki Asya onun zoraki arkadaşıymış gibi davranıyordu. Oysa Asya ne hayaller kuruyordu. Yine de arada görüşüp bir şeyler yapıyorlardı. Bunlar yetmiyordu Asya’ya. Farklılık olmalıydı. Çünkü o kötü günlerinde kendisini mutlu eden tek kişiydi. Uzaktaydı ama onu mutlu ediyordu ve şimdi yanındaydı. Ama aslında yanında değil uzaktaydı. Sanki aralarında aşılmaz bir duvar varmış gibiydi. Mutluluğu uzun sürmemişti, yine yalnızdı, yine kırgın, yine kızgın. Cem’i tanımak bile mutlu etmemişti onu.

    Sahile giderken Cem’le karşılaşmıştı.
    - Ağladın mı sen?
    - Yok, ne ağlaması, canım sıkkın biraz. Merve’yi aradım da sahile ineceğiz birlikte.
    - Hım…İstersen ben de geleyim.
    - İstemesine isterim de bir planın falan varsa benim için erteleme.
    - Yok, ne planım olacak. Hem senden değerli değil ya. Ama gelmemi istemiyorsan o başka.
    - Olur mu öyle şey bir daha duymayayım, hadi inelim.
    Sahile inerlerken çok sessizdi Asya, daha önce hiç böyle görmemişti Cem onu. Sessizliği onu da korkutmuştu:
    - Neyin var senin ya? Cevap yoktu.
    - Asya, Asya?
    -Hıh! Efendim!
    - Ne oldu, neyin var?
    - Yok bir şeyim ya. Sadece düşünüyorum.
    - Düşünüyor musun, peki neyi?
    -Ben bile neyi düşündüğümü bilemezken sana nasıl anlatayım!
    Cem de bir şey diyememişti bu sözün üzerine. Denizin kokusunu içine çekerken damla damla yaş süzüldüğünü hissetti Cem Asya’nın gözlerinden.
    -Asya, niye ağlıyorsun? Susma bir şey söyle lütfen! Bu beni daha çok endişelendiriyor. Ben mi üzdüm seni? Birisi bir şey mi dedi, ne oldu? Söyle!
    - Konuşmak istemiyorum bu konuda.
    - O zaman ağlama beni de üzüyorsun. Derin bir hüzün vardı Asya’nın gözlerinde. Denizin sesini biraz dinledikten sonra Asya’nın dudaklarından şu kelimeler dökülmüştü: “Batan her güneşle seni de gömüyorum elimde olmadan sonsuzluğa anne. Çabalıyorum ama olmuyor hatırlayamıyorum gözlerini, burnunu, dudağını, hatırlayamıyorum anne yüzünü...kokunu özledim anne, sesini duymayı özledim anne.ben en çok seni özledim anne, seni...”
    Yüreğinde bir kor ateşti sanki annesinin yokluğu. Herkesin annesi yanındaydı da Asya’nın ki neden yanında değildi. Kalbindeki ağrıya dur diyemiyordu kimse.İçi acıyor, canı yanıyordu. Babası bu boşluğu doldurmaya çalışıyordu ama ne kadar doldurabilirdi ki! Sonuçta o bir babaydı anne değil. Asya büyüdükçe annesinin yokluğu da onunla birlikte büyüyordu. Hele bir de gurbette olunca daha bir zordu annesizlik. Asiliği, hırçınlığı daha da artmaktaydı. Onun yokluğuyla birlikte hayalleri de yok olmuştu, hayat da bitmişti onun için. Kolundaki izler, yüreğindeki fırtınalar,isyanlar gittikçe çoğalıyor ama o hala annesinin ölümünü kabullenemiyordu. İçine düştüğü boşluk onu daha çok yalnızlığa sürüklüyordu. Asya her şeye rağmen içinde bulunduğu durumu anlatmaya gayret ediyordu:
    -Ben kendimi çok kötü hissediyorum. Çok yalnız, çok çaresiz, çok yorgun. Hiçbir şey, hiç kimse çözüm olamıyor. Her şeyim var ama bunun yanında da bir boşluk var işte. Tarif edilmez boşluk. Ne yaptıysam, ne ettiysem o boşluğu dolduramıyorum. Ne yaparsam yapayım annemi geri getiremeyeceğimi biliyorum ama kabullenemiyorum işte. Annemin yokluğu kalbimdeki yokluğuda beraberinde getirdi.
    - Hım!..
    - Ya hım!.. bak sen bile bir şey diyemiyorsun.
    - Yok, bir şey diyeceğim ama kırılırsın diye söyleyemiyorum.
    - Yok, niye kırılayım, söyle hadi.

    - Ne istiyorsun hayattan, onu düşün. Herkes seni seviyor diye mi bu şımarıklığın, bencilliğin. Sürekli şikâyet ediyorsun, biraz da haline şükret. Bak o zaman mutluluk senin ayağına gelir. Tamam annen yanında olmayabilir ama sen yalnız değilsin ki! Ben varım, Merve, ailen, sevdiklerin ve en önemlisi RABBİN var. Böyle diyerek O’nu da yok sayarsın. Bir daha sakın deme, tamam mı? Ayrıca insan kendi yalnızlığını kendisi yaratır.
    Asya çok şaşırmıştı bunları duyunca, gerçekten her şeye sahip olduğu için mi bu denli şımarıktı? Kendi mi yaratıyordu bu yalnızlığı? Peki ama ne yapması gerekiyordu?
    - Ama nasıl yapacağım ki ben bunları? Gücüm, tahammülüm, sabrım kalmadı artık.
    -Önce olumsuz düşünmeyi bırak artık. Bana Günay Hoca’ndan bahsetmiştin. Onu ara, onunla konuş. Eminim o yine yardımcı olacaktır sana.
    - Peki, ama bu boşlukta savruluşum?
    - O konuya gelince…
    - E?
    - Boşlukta savrulmanı engellemem için bir fırsat verir misin bana?
    - Nasıl yani?...
    Böylece Cem’le Asya yeni bir sayfa açmışlardı hayatlarında. Cem, Asya mutlu olsun diye her şeyi yapıyordu. Asya da öyle ama onun kafasında cevap bekleyen son bir soru vardı: “Acaba yanlış mı yapıyorum? Cem’le bu boşluğu doldurmaya çalışmak çok yanlış bir şey mi? Ben onu seviyor muyum, yoksa sadece tutunacak bir dal mı arıyorum?” Şimdi de bunlarla uğraşıyordu. Bu kızı anlayamıyordum, hep mutsuzluğu, yalnızlığı seçiyordu. Aslında yalnızlığı seçme nedenini tahmin edebiliyordum. Bir mesajında bana: ‘’Ya Cem’e bağlanırsam, o da beni yalnız bırakırsa annem gibi.Kendimle onun hayatınıda mahvetmek istemiyorum.kendi karamsarlıklarımla onu da boğmak istemiyorum. Hem bağlanmayacaksın kimseye değil mi? Ayrıca onun beni sevdiğinden de emin değilim. Çözemiyorum onu, sanki küçük dünyamda kendi kendime oyun oynuyormuşum gibi geliyor. Çoğu zaman keşke diyorum, keşke iyileşmeseydim, Bu şekilde hayata devam etmek çok zor. Annem beni de yanına alsaydı diyorum. Yalnızlığı seçiyorum, çünkü kimsenin bana bağlanıp bir hayalin ardından acı çekmesini istemiyorum. Bir gün hayata gözlerimi kapatırsam hepsi beni sadece güzel anılarımla ansınlar. Beni tanımasınlar ki sırrımı bilemesinler istiyorum…’’
    Kendince haklıydı, Ona söyleyecek hiçbir şey bulamıyordum. Genç yaşında yendiği hastalığın psikolojik etkisinden kurtulamamıştı. Kullandığı ilaçların çok ağır olduğunu bile bilmiyordu. Sanıyordu ki tamamen iyileşti de bunlar onun direncini artırmak içindi. Oysa bunlar hastalığının ilerlememesi içindi…
    Bir sabah uyandığında yataktan kalkamamıştı. Üzerinde bir kırgınlık vardı. Tekrar doğrulmak için çabaladığında başı dönmüştü, yeniden denemeye cesaret edemedi. O sırada telefonu çaldı. Arayan Cem’di. Telefonda konuşacak gücü bile yoktu:

    - Efendim?
    - Tatlım günaydın, ne yapıyorsun?
    - Günaydın canım, ne yapayım kalkmaya çalışıyorum.Biraz kırgınlık varda üzerimde.
    - Üşüttün mü yoksa? Ateşin falan var mı?
    -Biraz ateşim var, dün üşüttüm galiba soğukta dışardaydık ya.
    - Canım ya kıyamam sana. Peki yanında biri var mı?
    -Yok, derse gitmişler.Merve’yi de aramadım daha.
    - Sen yat, dinlen. Ben Merve’yi ararım. Eğer çok kötüysen doktora gidelim mi?
    -Yok canım, gerek yok.Biraz dinleneyim geçer.
    - O zaman Merve’yi arıyorum. Ah, benim baş belası sevgilim. İnsan dikkat eder kendine. Neyse hadi dinlen.
    Merve geldiğinde ateşler içindeydi Asya. Nane limon yaptı ama fayda etmedi. Asya sürekli dalıyor, sayıklıyordu. Merve Asya’nın ateşini ölçtüğünde daha da yükseldiğini anladı. O kadar telaşlandı ki. “Ne yapsam acaba? En iyisi Cem’i arayayım.”
    - Alo, Cem!
    - Efendim?
    - Cem Asya’nın ateşi düşmüyor! Bir şeyler içirdim ama yine düşmedi!
    - Düşmüyor mu? Ne yapsak ki?o zaman sen onu aşağıya indir geleyim doktora gidelim.
    - Tamam, on dakikaya iniyoruz.
    Cem gelmiş doktora gitmişlerdi. Doktor endişelenecek bir şeyin olmadığını, basit bir üşütme olduğunu söylemiş ve birkaç ilaç yazmıştı.
    -Küçük hanım, kendinize dikkat edin. İlaçlarınızı düzenli kullanın, birkaç güne iyileşirsiniz.
    Asya bir şey demeden Cem konuşmuştu:
    - Tabii ki Doktor Bey, dikkat eder kendine. Değil mi Asya?
    Asya sadece gülümsemiş, Merve’yle Cem ise rahatlamıştı. Asya’nın hastalık umrunda değildi. Cem’in kendisi için endişelendiğini görünce çok mutlu olmuştu. İlk defa biri onun için endişeleniyordu. Hem de sevdiği kişi. Hiç bitmesin istiyordu bu mutluluğunun.
    -Cem ,yanımda olduğun için sana ne kadar teşekkür etsem az. Hep yanımda kal, olur mu? Sen varken ümitlerimi yitirmiyorum. Seninle iken bir gün annemle karşılaşacağımı hayal ediyorum. Düşünüyorum da her şeyi ilk defa seninle yaşıyorum. Mutluluğu ilk defa seninle tatmış gibiyim. Her şey seninle güzel.
    Cem de Asya’dan böyle güzel şeyler duyunca çok mutlu oluyordu. Birinin kendisine değer vermesi kimi mutlu etmezdi ki? Ama Asya nereden bilecekti bu güzel, mutlu günlerinin kısa süreceğini…
    Günler geçiyor, Asya ilaçlarını kullanmasına rağmen iyileşmiyor aksine daha da kötüleşiyordu. Boynundaki ağrının şiddeti daha da artıyor, canı yanıyordu. Korkmaya başlamıştı. Ağrıları neden tekrar başlamıştı? Cem:
    - Canım neyin var, hasta mısın?
    - Yok, tatlım, iyiyim. Sadece biraz yorgunum.
    - Niye?
    - Bilmem ki…
    - İlaçlarını düzenli kullanıyorsun değil mi? Bak bir faydası olmadıysa tekrar gidelim doktora.
    - Yok, canım, gerek yok biraz dinleneyim geçer.
    Böyle diyordu ama beyninde uçuşan sorular, kalbinde kopan fırtınalar öyle demiyordu. Cem’e belli etmemek için çok uğraşıyordu. Tekrar doktora gitmeye korkuyordu. ’’Allahım, ne olur hasta olmayayım, Tekrar aynı şeyleri yaşamak istemiyorum.” Daha önce de hastalığı böyle başlamıştı. Sıkıntıdan patlamak üzereydi. Kimseye de diyemiyordu. Merve’yi aradı:
    - Alo, Merve?
    - Efendim canım?
    - Merve, ben çok kötüyüm.
    - Canım, sakin ol! Ne oldu anlat.
    - Hastaydım biliyorsun, iyileşemedim de doğru düzgün. Bunun yanında boynumda ağrılar hissetmeye başladım. Tıpkı geçen seneki gibi ağrılar. Geçer dedim ama geçmedi, daha da şiddetlendi.
    - Dur canım, sakin ol. Hemen telaşlanma.
    - Sakin ol demesi kolay, ya tekrar hastalanırsam. O kadar sıkıntıyı, acıyı sen değil ben çekeceğim ki bu defa kurtulma ihtimalim de olmaz.
    - Dur tatlım, hemen kötü düşünme! Sen müsait misin şimdi?
    - Evet.
    - İyi, hazırlanda doktora gidelim. Böyle kendini yiyip bitirmektense gidip öğrenelim.
    - Doktora mı? Bilmem gitsek mi? Neyse yaa tamam bekliyorum.
    - Hadi hazırlan, geliyorum.
    Doktor birkaç test istemişti ondan. Beklerken Asya hep “Rabbim ne olur hasta olmayayım, lütfen bu defa olmasın.” diye dua ediyordu. Merve de çok endişeliydi acaba bekledikleri gün bugün müydü? Ama yok bugün olmasın istiyordu. Hatta hiçbir zaman olmasın istiyordu.
    - Tatlım, sakin ol korkma. Hem sen iyileşmiştin basit bir şeydir bu. Telaşlanma, sakin ol. Tamam sakin.
    Test sonuçları çıkmıştı, ayakları geri geri gidiyordu Asya’nın. Ne doktorun odasına gitmek ne de test sonucunu öğrenmek istiyordu. Ama öğrenmeliydi, kuşkuyla yaşamaktansa sonucu öğrenmek daha iyi olacaktı. Sonuçları istemeye istemeye doktora götürdü. Doktor:
    -Asya, senin memleket neresi?
    O kadar alakasız bir soruydu ki şaşırmıştı,Asya:
    - Aksaray hocam da konumuzla ne ilgisi var?
    - Öylesine. Ailen orada mı?
    -Evet. Hocam, ne söyleyecekseniz açıkça söyleyin ya.
    -Tamam lafı uzatmayayım: geçmiş dönemde bir rahatsızlık geçirdin mi? Onları soracağım endişelenme hemen.
    - Bunu bana da sorabilirsiniz. Evet, geçmiş dönemde önemli bir rahatsızlık geçirdim ama atlattım ben onları ya. Kısacası kanser tedavisi gördüm boyn kısmımdan ama bununla ne alakası var ki? Bana iyileştin dediler şimdi sadece kontrollerim oluyor o kadar.
    -Peki, tedavin ne kadar sürdü?
    -Bir yıla yakın hocam. Şimdide ayda bir kontrollerim oluyor.
    -Anladım. Senden yeni testler isteyeceğim.
    -Niye ama?
    -Önce bir alalım yeni test sonuçlarını, sonra konuşuruz.
    Korktuğu başına mı gelecekti Asya’nın? Ama niye ya, niye hayat onun mutlu olmasına izin vermiyordu? Bu kadar mı fazlaydı Asya bu dünyaya? Ailesine söyleyip söylememekte kararsızdı. Peki, ama ne diyecekti. ‘’Ben galiba hastayım.’’ mı diyecekti? Bu onlar için daha kötü olmaz mıydı? Çok uzaktalardı, nasıl yardımcı olacaklardı ki? Annesinden sonra Asya da mı göçüp gidecekti buralardan. Babası buna dayanamazdı. Ya Cem... Ona nasıl söyleyecekti. Kendi bile bu gerçekle yüzleşemezken ona nasıl açıklayacaktı. Muayene sonucu onun için büyük bir yıkım olmuştu.Bu hastalık niye peşini bırakmamıştı sanki? Kısacası hayat ona: “Bu dünyada sana gülmek ve mutlu olmak yasak. ”diyordu.
    ‘’Hayat nedir benim senden çektiğim? Daha on yedi yaşımda yapıştın yakama. Dedin ki savaş, savaştım; bu hastalığı yendim sandım. Şimdi yine sahnedesin ve yine benimlesin. Dedin ki boşluğu aşkla doldur, dolduracakken daha derin yaralar açtın. Dedin ki anneni aldım senden, yola onsuz devam edeceksin! Etmeye çalışıyorum ama ne zaman adım atsam engel çıkartıyorsun karşıma. Dedin ki hayatındakilere şans ver, verdim ama sen niye bana şans vermiyorsun ya? Niye bu kadar nefretin? Ben ne yaptım sana? Söyle bunları hak edecek ne yaptım? Yeter artık, bari on sekizimde rahat bırak da acı çekmeyeyim. Gençliğimin en güzel yıllarını aldın be hayat…”
    Artık boyun eğmekle isyan etmek arasında gidip geliyordu Asya, tak etmişti her şey. Doktor:

    - Ailene haber verdin mi Asya?
    - Yok hocam, daha aramadım.
    -Peki, ne zaman söylemeyi düşünüyorsun?
    - Bilmiyorum, bilmiyorum tamam mı? Ne söyleyeyim? Doktora gittim, hastalığım tekrar nüksetmiş mi diyeyim, ne söyleyeyim? Siz söyleyin, kolay mı bunları demek?
    -Peki, hiç kimse bilmiyor mu?
    - Sadece Merve, buraya birlikte geldiğim arkadaşım biliyor.
    Odaya onu da aldılar. Merve de çok şaşkındı, ne diyeceğini bilmiyordu. Üzülmemeye çalışıyordu, çünkü Asya’ya destek olmalıydı. Bunu nasıl yapacağını o da bilmiyordu ama bir şekilde yapmalıydı.
    - Asya, bırakma kendini ne olur, bak yolun başındasın. Erken de öğrendik. Tıp da ilerledi artık. Lütfen toparlan, moralin iyi olursa daha çabuk iyileşirsin.
    - Ya tabii, hasta olan sen değilsin, benim. Bu lafları geçen yıl da duymuştum. Hem nerede erken ya, geçmişi var bunun. Oradan bakınca bunları demek kolay. Bir de benim yerime koy kendini. Düşünsene onca acıyı çekeceğini, her kemoterapi dönüşü “Al da kurtar beni.” deyişini. Saçlarının avuç avuç dökülüp sonradan dökülecek bir tel saçının kalmadığını. Sürekli ilaçlarla yaşayacağını, sokağa çıkamayacağını, sevdiklerinden uzak duracağını.
    Üzülmüştü Merve Asya’yı böyle görünce. Hiç bir şey diyememişti.
    - Yaa, susuyorsun bak. Bütün insanların senin ölümünü beklediğini bilmek, herkesin acıyan gözlerle sana bakması. Aylarca ben bunları yaşadım tamam mı? Beni ziyarete gelenlerin gözlerinde ki acıma duygusunu gördüm.Ben bunları yaşadım, ne demek olduğunu çok iyi biliyorum ve şimdi aynı şeyleri yaşamak istemiyorum. Bu yüzden bana söz ver hiç kimseye söylemeyeceksin.
    - İyi ama tedavin?
    - Tedavi umrumda değil. Hem baksana ne kadar yaşarım, kimse bilmiyor. Adım adım ölüme yaklaşırken tekrar aynı acılarla ölmek istemiyorum. Hayatımın son zamanlarını hastane odasında geçirmek istemiyorum.
    - Ama Asya!..
    -Söz ver lütfen Merve! Söz veriyor musun?
    Ne yapacağını bilememişti Merve tamam söz, dese de ailesine ve arkadaşlarına söylemesi gerekiyordu. Asya’nın ağlamaktan gözlerine kan oturmuştu. Belli bir süre sonra nefes almakta zorlandığını hissetti. Doktor hemen müdahale etse de Asya kendinden geçmişti. Gözünü açtığında hastane odasındaydı. Başucunda da Merve’yle Cem. Evet Cem... Çünkü Asya bayıldığında Cem arıyordu. Merve telefonu açmayacaktı ama çok ısrarlıydı. O da ne yapsın, istemese de açmış, Cem’e Asya’nın biraz kötü olduğunu söylemişti. Niye her şey bu kadar kötü oluyordu ya… Hayat niye Asya’nın gülmesine izin vermiyordu sanki. Tam Cem’i tanımışken, hayatında bir şeyler yoluna giriyor derken, bu hastalık da nerden çıkmıştı? Niye onu bulmuştu tekrardan? Neyin cezasıydı bu? Ne günah işlemişti de hep o üzülüyordu? Şu kısacık ömründe doya doya mutluluğu yaşayamayacak mıydı? Cem’i, mutluluğu hak etmemiş miydi?

    Boynundaki ağrılar günden güne artıyordu.Artık ailesinin yanında yeniden tedaviye başlaması, hastalığı nedeniyle okuldan naklini aldırması gerekiyordu. Ailesi istersen naklini almayalım, biz gelelim dediyse de Asya istememişti bunu. Tedavi süresince okula gidecek olmak en büyük korkusuydu. Herkes onunla farklı bir nedenden dolayı ilgilenecekti. İnsanların ona her an ölecekmiş gibi davranmalarına dayanamazdı. Merve dışında hiç kimsenin bilmediğini düşünüyordu. Arkadaşlarına çok önemli ailevi nedenlerle gideceğini söylemişti. En geç öğrenense Cem’di. Ona hastanede tansiyonunun düştüğünü söylenmişti. Bunu ona nasıl söyleyebilirdi ki? Bilmediği o kadar çok şey var ki; “Ben bunları nasıl söyleyeceğim?’’ diye düşünüyordu. Ama söylemesi gerekiyordu. Bunu ondan duyması en iyisiydi.
    - Cem! Sana söylemek istediğim bir şey var.
    - Söyle canım seni dinliyorum.
    - Duyduklarından sonra sakın üzülme ama tamam mı? Çünkü senin hiçbir suçun yok,
    - Ne demek şimdi bu? Şaka mı yapıyorsun?
    - Lütfen bir şey sorma da beni dinle.
    - Ama… Peki, seni dinliyorum.
    - Buraya gelirken her şeye yeniden başlayacaktım, çocukluk hayallerimi geride bırakıp en güzel gençlik hayallerimi burada kuracaktım. Ama işte hayat bir türlü izin vermedi. Her şeye rağmen mutlu olacağım, artık kalbimi bu fırtınada daha fazla yormayacağım, dinlendireceğim dedim ama olmadı. Ne olumsuzluklar ne de… Anlayacağın her şey bir girdap oldu. Sanki hiç çıkamayacağım bir labirentteydim ve o labirentte hep yalnız kaldım. Ne sesimi duyan vardı ne de beni gören. Koca bir boşlukta tek başıma, rüzgâr ne tarafa savurursa o tarafa gidiyordum. Ta ki seni görene kadar.
    - Bunları biliyorum canım niye söylüyorsun ki?
    - Lütfen beni dinle! Hayattan vazgeçmiştim senden önce. Tüm yaşadıklarıma inat her şeyi oluruna bırakmıştım. Ama seninle tanıştıktan sonra hayatım bir anda değişti. Senden sonra hiçbir şeyi oluruna bırakmak istemedim. Belki seninle boşluğu doldurmaya çalıştım, bilmiyorum ama bildiğim bu yaptığım hataların en büyüğüymüş. Seninle ilgili hayaller kurarken hep beni çok mutlu edeceğini düşünmüştüm ama öyle olmadı. Sen daha çok mutsuzluğa sürükledin beni.
    -Asya ne diyorsun sen? Ciddi değilsin değil mi?
    - Artık kendimi ve seni kandırmaktan yoruldum. Çünkü ben senden de bu hayattan da çok sıkıldım. Bu ikimize de haksızlık. Tamam, çok güzel günlerimiz oldu ama artık devam edemeyeceğim. Sadece sen mutlu ol diye kendi mutluluğumu da feda edemem, kusura bakma.
    - Asya!
    Asya bunları o kadar zor söylemişti ki konuşurken Cem’in yüzüne bile bakamamıştı. Baksa gerçekleri söyleyecekti:
    - Özür dilerim, Cem çok özür dilerim. Sen hep benim artist sevgilim olarak kalacaksın unutma, tamam mı? Kendine iyi bak ve benim gibi biri için sakın üzülme.
    Arkasına bile bakmamıştı giderken. Yaşadıklarından olacak yorgun bedeni daha fazla dayanamamış, giderken yere yıkılıvermişti. Cem o şaşkınlıkla fark etmemişti önce. Ama sonra kafasını kaldırıp dikkatlice bakınca yere yıkılan kişinin Asya olduğunu anladı. Koşarak yanına gitti.
    - Asya! Asya!
    - Affet beni Cem.
    - Sus, yorulma daha fazla.
    -Affet beni affet çünkü ben ölüyorum…
    - Ölüyorum mu? Cem’in şaşkınlığı iki kat artmıştı. Ne demek istemişti Asya? Tam soracaktı ki Asya kendinden geçti. Hastaneye gittiğinde doktorlar Asya’nın düşüncesine saygı duyup Cem’e sadece yorgunluktan tansiyonunun düştüğünü söylediler. Çünkü Asya kendisi söylemek istiyordu. Kendisini biraz toparlayınca Cem’i çağırıp ona her şeyi anlattı. Söylediklerinin yalan olduğunu, eğer ucunda ölüm varsa onun da kendisiyle ölmesini ve acı çekmesini istemediğini söyledi.
    - Hastayım Cem, hem de çok hasta. Bu hastalık burada da buldu beni. Senin hayatını da mahvetmek istemiyorum. Her şey güzel giderken mutluluğu yakaladım derken, biliyorum tekrar ellerimden kayıp gidecek…
    Gözyaşları sel olmuştu Asya’nın. Çok çabalamıştı, kendince bir yere ulaşıp onlardan zevk almak için, geceler boyunca döktüğü gözyaşının dinmesi için ama olmuyordu; dinmiyordu gözyaşları, acı çekmeden mutluluğun kıymetini bilmezdi ama bu kadar acı da fazlaydı… Üzülmeliydi ki sevincin ne olduğunu anlasın ama bu kadar üzüntü fazlaydı. Evet ağlamazsa nasıl içten gülüneceğini bilmeyecekti ama artık Asya da yorulmuştu ağlamaktan. Neticede daha 18 yaşında, gençliğinin deli dolu çağındaydı. Bu kadar üzüntü fazlaydı ona Bu hastalık günden güne öldürecekti onu, adım adım ölüme yaklaştıracaktı ve o ölürken Cem’i yanında götürmek istemiyordu. Belki bu bencillikti ama öyle olması gerekiyordu. Hastalığı süresince eğer Cem yanında olursa daha çok bağlanacaktı, bir gün gözlerini yumduğunda ikisi içinde amansız bir acı olurdu. Hem bağlanmayacaksın hiç kimseye derdi. Ve eklemişti devamında “Umarım bağlanmamışsındır bana…”
    Bu son sözleri olmuştu Cem’e ve ne zaman Cem onu görmeye gelse istemiyordu Cem’i. Çünkü kendisine acıyan gözlerle bakmasını görmeye dayanamazdı. Aslında Cem de ne zaman gitse ona ne diyeceğim diye düşünüyordu. Sevdiği kızın öleceği duygusu bir bıçak gibi saplanıyordu kalbine. Aynı acıları tekrar çekecek olması… Asya’nın onu görmek istememesi.. Anlıyordu ama kalp söz dinlemiyordu. “Niye kendinden uzaklaştırıyor? Eğer yanında olursam daha iyi olmaz mı, bu kendine de bana da haksızlık değil mi?” diyordu. Ne kadar çabaladıysa her defasında geri dönüyordu. Aslında Asya’nın ona ne kadar kırgın ve kızgın olduğunu bilse daha çok üzülürdü Cem. Ama Asya söylememişti işte ona, her zamanki gibi içine atmıştı.
    Nakil işlemleri tamamlanmıştı. Artık memleketine dönme zamanıydı. Nakilden hemen sonra eğer öyle bir imkân varsa okulunu da donduracaktı. Dökülen saçlarla okula gitmek istemiyordu. Aslında naklini aldırmayıp okulunu donduracaktı ama son anda vazgeçmişti. Acaba bu fikrinden neden vazgeçmişti? Gitme vakti yaklaşmıştı. Hayallerle geldiği bu şehirden kocaman hayal kırıklıklarıyla gidecekti. Belki de yaşadığı sürece unutmayacaktı burayı, burada yaşadığı güzel günleri, çektiği acıları. Ama hepsi olgunlaştırmıştı, büyütmüştü Asya’yı. Farklı bir bakış açısı kazandırmıştı ona. Hiç buradaki kadar yalnızlığını hissetmemişti. Her şeyin ilkini bu şehirde yaşamıştı, hastalığı dışında.
    O Giresun’u sevmişti başlarda. Ama Giresun Asya’nın küçücük yüreğini kabul etmemişti bünyesine. Doya doya yaşatmamıştı mutluluğu ona. Aksaray annesiyle olan hayallerini, sınav, çocukluk hayallerini; burası da gençlik hayallerini elinden almıştı. Artık yapacak bir şey yoktu, dönmesi gerekiyordu memleketine. Arkadaşları parti hazırlamışlardı ona. Bu kadar cadı olmasına rağmen kısa zamanda sevdirmişti kendini. Partide hepsi farklı bakıyordu Asya’ya. Acaba biliyorlar mıydı neden gittiğini? Ama nereden bilecekler? Merve söz verdi söylemeyecekti. Onlara belli etmedi bu değişikliği. Gerçi nereden bilecekti ki Merve’nin bu üzüntünün altından kalkamayıp arkadaşlarına söyleyeceğini. Herkesin mutluymuşçasına eğlenirken aslında hepsinin için için ağladığını. Belki onlarla katıldığı son partiydi bu, son eğlence. Belki bir daha hiç birini göremeyecekti. Rabbim nasıl bir imtihandan geçiriyordu onu.
    Parti bitmiş, otobüs saati yaklaşmıştı. Onların gelmesini istemese de hepsi onu uğurlamak için otogara gelmekte kararlıydı. Önce yurda uğrayıp eşyalarını aldılar, sonra da otogara doğru yola düştüler. Yolda müziği sonuna kadar açıp eğlenerek gittiler. Asya’nın gözü hep Cem’i arıyordu. “Belki gideceğimi duymuş da gelmiştir.” diye düşündü ama göremedi. Kendisi suçluydu, onu uzaklaştıran Asya idi. Cem o kadar çabalarken Asya hiçbir şey yapmamıştı. Kendisini soyutlamıştı ondan. Şimdi kime ne diyebilirdi? Hem bu partinin hazırlanmasında en büyük payın Cem’e ait olduğunu, onu saatlerce bir köşeden izlediğini, şimdide otogarda olmasına rağmen görmediğini bilmiyordu ki… Artık veda vaktiydi, sanki arkadaşlarına, bu şehre ve Cem ‘e son vedasıydı.
    - Bensiz çok eğlenmeyin olur mu? Unutmayın beni, en kısa zamanda dönerim inşallah.
    -İnşallah canım. Hem sensiz eğlenir miyiz? Sen de bizi unutma olur mu? Hep haberdar et bizi.
    -Tamam ederim, bugün ve diğer günler için çok teşekkür ederim hepinize. Hakkınızı helal edin!
    - Helal olsun deli kız, sen de helal et!
    - Helal olsun!
    Ağlıyordu Asya hem de hepsinin önünde. Vedalaşma sırası Merve’ye geldiğinde daha çok ağladı.
    - Beni unutma olur mu? Hep yanımda olduğun için çok ama çok teşekkür ederim, sözünü tutup onlara bir şey demediğin için de.
    Bu sözler Merve’nin kalbine bıçak gibi saplanmıştı. Çünkü o arkadaşlarına söylemişti.
    - Asya, gitmeden benim söylemek istediğim bir şey var.
    -Yok, söyleme canım kalsın eğer bu konuyla ilgiliyse. Ben her şeyi şimdiki gibi bilmek istiyorum, deyip binmişti otobüse. Kendi koltuğuna geldiğinde kocaman bir kalp vardı, çok şaşırmıştı. Muavine sorduğunda:
    - O kalbi size orta boylarda, kirli sakallı bir genç bıraktı. Bu Cem’di ama kendisi neredeydi? Niye görmemişti Asya onu.
    - Peki, bir şey dedi mi?
    - Bir de bu notu bıraktı.
    Notu aldı ama cesaret edemiyordu okumaya. Yerine oturdu, biraz kendini toplayınca notu açtı. Sadece iki cümle vardı:
    “Artist sevgiliden baş belasına, bu kalp seninleyken ben de seninleyim başımın belası…”
    Hemen otobüsten indi ama onu göremedi. Arkadaşları neden indiğini merak edip sordular:
    - Ne oldu Asya?
    - Yok bir şey son bir kez bakayım bu şehre dedim.
    - Son kez mi?
    - Gidiyorum ya, ondan dedim. Neyse hepinizi çok seviyorum. Beni sakın ama sakın unutmayın tamam mı?
    Çaresiz tekrar biniyordu otobüse ki koluna birisi dokundu. Merve sandı, dönüp baktı ki o, kalbin sahibi. Öyle bir sarıldı ki ona. Sanki ‘’Seni kendimden soyutladığım için affet beni, ben seni çok seviyorum.” der gibiydi. O kadar kötü hissediyordu ki, belki sevdiğine böylesine hiç sarılamayacaktı bir daha. Gözlerinden süzülüyordu gözyaşları, sanki birbirleriyle yarış edercesine. Bu defa mutluluktandı gözyaşları, onu görmeden gideceği düşüncesi çok üzmüştü Asya’yı. Ama Cem onu görmeye gelmişti. İkisi dakikalarca sarıldılar, bu defa şans Asya’dan yanaydı. Çünkü otobüsün kalkmasına daha vardı. Arkadaşlarından biri bu sahneyi güzel sonlandırmak için bir müzik açtı. Bu ikisinin dinleyeceği son müzikti belki de.
    avatar
    1001060067


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 12/10/10

    BOŞLUKTAKİ AŞK Empty Geri: BOŞLUKTAKİ AŞK

    Mesaj  1001060067 Cuma Ara. 24, 2010 4:51 pm

    - Dans edelim mi?
    - Burada mı?
    - Evet
    - Olur.
    Zaman dursun istiyordu Asya. Hayatı boyunca unutmayacağı bir andı bu. Ama kalbinden emin değildi. Ne kadar Cem’i sevse de ona kırgındı. Bu güzel dakikalar çabucak geçmişti, otobüs kalkacaktı. Bu defa o kadar zor olmuştu ki otobüsteki yerine geçince, camdan kalbi gösterdi: “Hep benimle, tamam mı?”...
    Otobüs hareket ediyordu. Bu şehirde bindiği son otobüstü belki de. Bu şehre tekrar gelebilecek miydi? O kadar ömrü olacak mıydı? Bildiği tek şey, yeniden bu hastalıkla dönüyordu evine. Arkadaşları sanki ölüme uğurluyorlardı onu: “Çabuk dön be deli kız. Sen güçlüsün yenersin bu hastalığı, teslim etme kendini. Bizim için, ailen için, seni sevenler için, daha doğrusu kendin için yen şu hastalığı. ’’diyorlardı el sallarken.
    ...
    Hoşça kal Giresun… Artık her şey senden uzakta olacak. Seni sevmiştim geldiğimde ama şimdi, şimdi… Sen sevmedin beni, bir yer bulamadım koca gövdende barınacağım. Dolduramadın şu boşluğu. Seni sevmeye devam edeyim diye, sevdalanayım dedim, ona bile izin vermedin. O bile yalanmış, yalanmış? Acaba niye böyle söylemişti Asya? Devamını bilmeyecek miydik? Sadece bunları mı söyleyip gidecekti?

    Merve eve geldiğinde telefonunu ararken iki mektuba rastladı. Birinde can dostuma, diğerinde artist sevgilime yazıyordu. Demek ki Asya sadece birkaç cümleyle gitmemişti bu şehirden. Şaşırmıştı, kim bırakmıştı ki bunları? Can dostuma yazanı açtı.


    ***
    …Merve’ye,
    Üç noktayla başladım mektubuma. Çünkü sana hangi kelimeyi kullanıp da sevgimi anlatsam bilemedim. Dostum, kankam, kardeşim… Tüm güzel sözler benden sana gelsin.
    Giresun’a gelirken acaba lisedeki gibi arkadaşlarım olacak mı, ben onu severken o da beni sevecek mi, değer verecek mi diye çok endişeliydim. Rabbim karşıma öyle birini çıkardı ki benim onu sevdiğimden daha çok sevmiş beni. Sırtımı rahatça dayayabileceğim biriymiş. Şu iki ay bana o kadar şey öğretti ki… Tabii öğretirken yeri geldi sevindirdi yeri geldi çok üzdü. İşte o hep benim yanımdaydı. Kim mi? Tabii ki sen Onun sayesinde üstesinden geldim ya da geldiğimi sandım. Ama hep yanımdaydı işte. Sen… Ağladığımda gözyaşlarımı sen sildin, hasta olduğumu öğrendiğimde de sen vardın. Yani her durumda yanımda sen vardın. Hepsi için teşekkür ederim tatlım.
    Hatırlıyor musun? Bir hafta sonu size gelmiştim. Hani yağan yağmura inat çıkıp dolaşmıştık ya sahilde. Cem de o kadar yolu gelmiş, sürpriz yapmıştı bana. Ne eğlenmiştik. Bu kadar örnekten sonra hatırlamışsındır ya… İşte o hafta sonu beni ne kadar çok sevdiğini, üzülmemem için neler yapabileceğini anladım. Eve döndüğümüzde tesadüfen bir defter geçti elime. Belki yaptığım yanlıştı ama açıp okudum.
    “Bugün, Asya’nın öğrenince bana kızacağını bile bile gidip Cem’le konuştum. Ona Asya’nın rahatsızlığından, tedavi süresince rüyasında onu görmüş olduğundan, hep onu merak ettiğinden ve onunla ilgilendiğinden bahsettim. Belki yaptığım çok yanlıştı. Ama Asya onunla ilgilenirken ne zaman yanında birini görse “Acaba sevgilisi mi?” diye düşünüp kendi zihninde kurup çok üzülüyordu. Ona Asya’nın ilk defa bunları hissettiğini, burada her şeye yeni bir başlangıç yapmak istediğini ve eğer o da bir şeyler hissediyorsa beklememesini, beklerse belki çok geç olup, çok pişman olacağını söyledim. Ben vardım yanında, ama ben bile çoğu zaman yetmiyordum ona. Mutluluğu için çabalıyordum ama hayatında bir şeyler eksikti. İşte bu boşluğu, eksikliği belki o doldurabilirdi. Bunları Asya’nın gelip ona asla söyleyemeyeceğini söyledim.
    Söyledim, çünkü Asya’nın bile bilmediği bir şeyi biliyordum ve bunun altından kalkamıyordum. Ailesi onu aileme ve bana emanet etmişti. Asya iyileştiğini düşünüyordu ama öyle değildi işte. Kullandığı ilaçlar sadece hastalığının ilerlememesini sağlıyordu. Oysa Asya bunları sadece tedbir için kullandığını düşünüyordu. Bunu bile bile nasıl Asya’nın mutsuz olmasına göz yumardım, nasıl Cem’le konuşmayı ertelemesine izin verirdim? Eğer o da bir şeyler hissediyorsa zaten gelir, söyler Asya’ya. Ben sadece aralarında elçi oldum. Onca sıkıntının ardından mutlu olsun istiyorum. Çünkü onu tanıma imkânın olsa o kadar severdin ki mutluluğu hak ettiğini bilirdin. Onun gibi hayat dolu bir insanın, bir hastalık sonunda bu hale gelmesi beni çok üzüyor ve ben onun eski mutlu günlerine dönmesini istiyorum. Onun öleceği düşüncesi beni de daha kötü ediyor. Kimseye anlatamamak, söyleyememek çok zor bir şey. Gerçekten Asya ölecek mi? Ben o ölsün istemiyorum.’’
    İşte bunlar yazıyordu. O an ne diyeceğimi bilemedim. Ama sana çok kızdım. Niye benden habersiz böyle bir şey yaptın? Hele hastalığımın geçmediğini söylememene daha çok kızdım. Ama düşününce benim için neler yapabileceğini gördüm ve iyi ki seni tanımışım. Bu yükü taşımak sana da zor gelmiştir eminim. Artık taşımana gerek kalmadı, bak ben her şeyi biliyorum. Neyse fazla uzatmayayım. Seni çok sevdiğimi unutma olur mu? Hepsi bir tarafa, sen bir tarafa. Sana kırgın ya da kızgın değilim. Defterinde yazdığın gibi bu hastalık beni ne kadar yaşatır veya ne zaman öldürür bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da seni sevdiğim. Unutma, olur mu? Kalbindeki yerimi kimselere bırakma.
    Cadı arkadaşından kucak dolusu sevgiler…
    ASYA…
    ***

    Merve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Demek biliyordun, ama neden bir şey demedin Asya? Niye sustun? Bunu bile bile niye sustun, niye içine attın hepsini?”
    Aradı ama ulaşamadı. Ondan sonra kaç defa aradı yine ulaşamadı. “Affet beni Asya, lütfen affet. Hepsini senin için yaptım.” diyebildi o duymasa da. Bir mektup daha vardı, üzerinde artist sevgiliye diye yazıyordu. Cem’e olduğu belliydi. Acaba ne yazıyor diye merak etse de açmamıştı. Ertesi gün Cem’e verirken:
    - Asya her şeyi biliyormuş.
    - Nasıl yani?
    -Biliyormuş işte! Seninle konuştuğumu, aslında onu rüyalarında görmediğini, her şeyi biliyormuş.
    - Peki, ama nasıl olur bu? İkimiz dışında kimse bilmiyordu.
    - Öyleydi ama…Hem bunu sana bırakmış.
    - Ne zaman?
    - Bilmiyorum, galiba akşam vedalaşırken çantama bıraktı.
    - Anladım.
    Cem çok merak etmişti Asya ne yazmış bana diye; ama hemen açıp okuyamadı ve sonraki birkaç gün daha okuyamamıştı. Okuldan geldiği bir öğle sonu odasındayken bir anda mektup aklına geldi(Asya’nın da tahmin ettiği gibi Cem onu onun sevdiği gibi sevmemişti).Nedensiz bir hüzün vardı Cem’in içinde. Aslında cesaret edemiyordu açıp okumaya çünkü o da Asya’yı büyük bir hayal kırıklığına uğratmıştı; belki de hiçbir zaman unutamayacağı bir kırgınlığa… Ama sonunda açtı ve artık onunda gerçeklerle yüzleşme zamanıydı. Bakalım Asya Cem’e nasıl bir mektup bırakmış:

    ***
    Baş belasından artist sevgilisine,
    Bir çocuk vardı ilk görüşte âşık olduğum. Onu ne zaman görsem, kalbimin atışını duyardım. Nefesim kesilir, yanında konuşamazdım heyecandan. Hani herkes ilk olmak ister ya, ilk aşk, ilk sevgili… İşte ben de onun ilk aşkım, ilk sevgilim ve son aşkım, olmasını istemiştim ama olmadı.
    Benimle ilgilendiğinde o kadar mutlu oluyordum ki… Annemin yokluğuna alışıyordum onun sayesinde. Kötü günleri unutmuştum onunla. Onun için ne hissediyorsam o da benim için hissetsin istiyordum. Ama yanlış yapmışım, kendimi kandırmaktan başka bir şeye yaramamış. Bir hevesmiş işte. Belki de onun beni sevebilme ihtimalini sevmiştim. Acı bir gerçek, ama öyle. Öğrendim ki en yakın arkadaşım, onunla konuştuğu için benim yanındaymış. Bu canımı o kadar yaktı ki, hastalıktan daha çok üzüldüm buna. Bir başkasının mutluluğu için kendi mutluluğundan vazgeçmesi de daha bir üzmüştü beni. Ben bu kadar aciz bir insan mıydım ki bana böyle acımıştı. Keşke hep arkadaşım olarak kalsaydı da, ben onu uzaktan sevseydim, keşke bu hastalıktan hiç kurtulmasaydım. Aşkı bile bana acıyan biriyle yaşadıysam niye yaşadım ki, demiştim.
    Şimdi yine hastayım. Herkes bunu bilip üzerime titrerken, bir ben bilmiyormuşum iyileşmediğimi. Yarını görecek mi diye düşünürlerken, ben nelerle uğraşmışım. Hayatımda her şey meçhul, ne zaman iyileşeceğim? Ne kadar yaşayacağım ve bir daha sevecek miyim? Hayatımın en güzel günlerini onunla yaşamıştım. Hiç bitmesin istediğim günleri de… Ama şimdi yine mutsuzum, yine yalnızım, yine bir boşluğa doğru yol almaktayım. En kötüsü ben yaradan boşluğunu onunla doldurmaya çalışmışım. Başını ve sonunu bilmediğim bir aşkı onda aramışım. Tüm bu olumsuzluklara rağmen sevgiyi bulmuştum, ilk defa sevmiştim ben. Neyi, kimi bilmiyorum ama sevmiştim. Hem de körkütük bağlanırcasına… Acıyı ondan sonra öğrenircesine sevmiştim onu. Şimdi yine gidiyorum ama bu defa dönmemek üzere bir gidiş.
    İşte benim sonumda bu: ÖLÜM...
    Sana veda etmeden önce son bir hikâye anlatmak istiyorum:
    “Genç sevgili iskeleye yaklaşmış, oradan bilet almaya yönelmiş. Karşısında iki ay önce ayrıldığı sevgilisi duruyormuş. İçinde anlatılmaz bir heyecan oluşmuş. Ne zamandır bugünü bekliyormuş. Kısık bir sesle:
    -Merhaba!” demiş. Birlikte vapura binmişler. Genç:
    -Dışarıda oturalım mı, diye sormuş.
    -Olur, demiş. Oğlan cevap karşısında anlamsız bir sevinç duymuş.
    -Sana bir şey anlatabilir miyim, demiş.
    Kız da:
    - Tabii, seni dinliyorum.
    -Seni sigaraya benzetiyorum.
    Kız bu söz karşısında çok şaşırmış, alakasız bir konuymuş.
    - Nasıl yani? demiş
    - Seni sigaraya benzetiyorum. Mesela bir tane yakıyorum. Kül tablasına bırakıyorum. Dökülen her külde anılarımız aklıma geliyor. Ama bir süre sonra uçtuklarında anılarımız da yok oluyor. Her sigaranın sonu olduğu gibi bizim de sonumuz var, biliyorum. Fakat yeniden yakıyorum. Birinin “Dur! Yapma!” demesini bekliyorum. Ancak diyen yok. Seni yine ben ateşliyorum. Anlıyorum ki sen de sönüyorsun. Yani yine son, yine son. Kül tablasında anılarımız ve sen, ellerimde kokun kalıyor. Sonunda alışkanlık oluyorsun, hayatım senin üzerine kuruluyor, demiş.
    Kız duydukları karşısında çok şaşırmış. Bir tarafta onu sevmesi, diğer yandan en yakın arkadaşının ondan hoşlandığını bilmesi.
    - Artık bizim için yapılacak bir şey yok. Çok önceden bitti her şey. Bu ilişkiyi yürütemedik. En iyisi arkadaş kalmamız, demiş.
    Oğlan duyduklarına inanamamış. O kadar şey anlatıp böyle cevap almayı beklemiyormuş. Vapur kıyıya yaklaşınca vedalaşmışlar, son kez birbirlerine bakarak. Kız iş yerine gidince bir mesaj gelmiş.
    “Seni sensiz yaşayamadım. Sen hep hayatımdaydın, ben hep bugünü ve sana…”
    Mesaj eksik gelmiş. Kız merak ederken mesajın devamı da gelmiş.
    “…Sana sigara hikâyesini anlatmayı çok bekledim ama böyle biteceğini hiç düşünmemiştim. Ben o hikâyeden sonra bir karar verecektim. Cevabın ne olursa olsun ben kararımı verdim: BEN ARTIK SİGARAYI BIRAKTIM.” demiş.
    İşte ben de ilk ve son sigarayı Giresun’da içtim. Belki seni seven yakın bir arkadaşım yoktu ama seni seven bir kalbim vardı. Karşılıksız olduğunu bile bile seven bir kalbim. Gecenin sessizliğine gömüyorum şimdi seni de sensizliği de. Ne hatıralarımız var kalbimde ne de gözlerinin görüntüsü gözlerimde. Doğan güneşle birlikte sil baştan yeni bir hayat var önümde görür müyüm, görmez miyim bilmiyorum. Ama artık gencin sigarayı bıraktığı gibi ben de seni seven hastalıklı kalbimi, sana ve bu şehre emanet edip bir daha dönmemek üzere gidiyorum. Emanetime iyi bak!
    Başının tatlı belası…
    ASYA...
    ***
    O günden sonra Cem’in hayatında biri oldu mu bilinmez ama Asya, nefes aldığı sürece sadece onu sevmişti… Onu üzen kimseye kızmıyordu, ya onlara kırgınken ölürsem diye. Mutlu olmak ya da olmamak insanoğlunun kendi elindeydi, Asya’da da olduğu gibi. Fakat o, her zaman için mutsuz olacak bir şey bulmuş, bir defa dilinin dediklerini kalbiyle onaylamamıştı. Hayata gülümseyerek baksaydı her şey daha güzel olabilirdi hastalığı dışında… Hep annesinin yokluğu ve kendi hastalığından bahsedip hayatı kendine zindan etmişti. Bir yıla yakın hastanede tedavi görmüştü. Hastalığı iyice ilerlemiş artık hastanede yapılacak bir şey kalmamış, eve geldiğinin ertesi günü hayata gözlerini yummuştu.
    Son nefesinde söylediği tek şey “En büyük hatam kullarında onun sevgisini aramamdı. Oysa şimdi gerçek sevgiye, gerçek aşka doğru yol alıyorum. Anneme kavuşmaya gidiyorum.Ne bir boşluk var savrulacağım ne de karşılaşacağım engeller. Tek gerçek var şimdi: “YARADAN…”




      Forum Saati Cuma Mayıs 17, 2024 8:02 am