Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    Bir-Sıfır-Altı:106

    avatar
    0801060007


    Mesaj Sayısı : 1
    Kayıt tarihi : 20/12/10

    Bir-Sıfır-Altı:106 Empty Bir-Sıfır-Altı:106

    Mesaj  0801060007 Cuma Ara. 24, 2010 8:57 pm

    ‘ KLASİK BİR ODA MUHABBETİ '

    Koridor-Ben-Sigara

    Son sigaram… Son sigaramı tüttürüyorum bu gece de. Saat yine gecenin üçünü gösteriyor ve ben son sigaramı içiyorum. Bunu yaparken hep daha fazla zevk almışımdır. Ne hikmetse bu son sigaralar ne zaman içilse, başka hissettiriyor bana. Diğerlerinden farklı olmasalar da daha bir keyif veriyor; hayallerimi harekete geçiriyor, çok şey hissetmemi sağlıyorlar. Oturduğum yer başka oluyor, aldığım nefes başka. Duyduğum sesler, yaslandığım duvar, baktığımda gördüklerim, zihnimi kurcalayan düşünceler, dumanı solurken seyrettiğim karmakarışık dumanların biçimsiz ama bir o kadar mavimsi hoş şekilleri başka… Sanki bitmesin istiyorum. Ama sonuna doğru hazzımın artmasına rağmen biteceğini kabulleniyorum…

    Lise yıllarından beri alışığım yurtlarda kalmaya… Henüz birkaç ay olmasına rağmen çoktan alıştım buraya da. Bazen çıplak ayakla bir halıda dolaşmak istesem de karolardan yapılmış olan zeminde terlikle dolaşmak zorunda olduğum için fazla önemsemiyorum. Odaların kalabalığına da eskiden kaldığım yurttan alışığım zaten. Artık gürültü olduğunda da fazla takmıyor uyuyabiliyorum.

    Balkonunda sigara içerken şirin manzaralar izleyebildiğim, zemini siyah karolardan yapılmış, kapıları arada bir gıcırtı yapan, kavgası ve gürültüsü hiç eksik olmayan, yorganları mavi, ranzaları ve dolapları demirden; her gün temizlenmesine rağmen temiz tutmak için o kadar da itina ve özen göstermediğimiz, her temizlendiğinde çamaşır suyu kokan bir yer. Her tatil dönüşünde boya kokularıyla karşılaştığımız, sabah tuvalete girebilmek için sıra beklediğimiz, arada sırada kuralların gizlice delindiği, çokça şamata ve gırgırla geçen, sınav zamanları bayağı gergin (az uyuduğumuzdan olsa gerek) ve pamuk ipliğine bağlı olacak kadar sessiz bir yurt burası.

    Epeyi geniş bir bahçe üzerinde kurulu, beyaz sıvalı, baştan ayağa dört katı bulunan bu beton yığını yurdun birinci katında kalıyorum. Bambaşka yerlerden gelen, bambaşka hayatları, görüşleri, milletleri, hayalleri olan arkadaşlarım gibi bana da atfedilmiş bir oda ve yatak numarası var. Kendimi fişlenmiş gibi hissettirse de gerekli olduğunu biliyorum. Kayıt olurken yurt memurunun kaleminden rastgele verilen numaralardan altıncı numara düştü bana. 106’ya altı diyorum; “Nerde kalıyorsun.” dediklerinde. Sanki hoşa giden bir duygu, bu tür bir numaraya sahip olmak ve onu burada kaldığın süre içinde sahiplenip kabullenmek.




    ***
    Oda-Kablo

    Sekiz yatağı olan odamda üst üste ikişer yatak olacak şekilde oluşturulmuş dört ranza var. Tavanı beyaz badanalı, duvarları şampanya rengine yakın açık sarı bir renge boyanmış, tek penceresinin hemen altına bir de kalorifer peteği yerleştirilmiş, uzunca iki tane florasan aydınlatma lambasıyla; tam kapının üzerine yerleştirilmiş ufak bir bölmede kırmızı küçük gece ışığı bulunan, yatak ve ranzalarımızın modasıyla uygun bir perdesi ve güneşliği bulunan, bize ve yataklara anca yeten fakat buna ek bir de kişisel eşya dolaplarımızın sıkıştırıldığı bir oda burası. Hemen hemen her geldiğimde ufak tefek de olsa yeniliklerle karşılaşıyorum yurdumda. Ya yeni bir sistem geliyor, ya tamir oluyor ya da gelişiyor.

    Sigara içmek için çıktığım koridorun sonunda, balkonu koridordan ayırmak için yapılmış pvc kapının yanında duran yangın söndürme tüplerinin (her ne hikmetse ki bu tüpler cam bölmenin arkasında kilitli duruyor) bulunduğu duvarda, yan yana dizilmiş priz kutuları bulunmaktadır. Bazen sigara içerken hem de priz kutularının dibine çökmüş, o kutulardan sarkan kabloların ucundaki çeşit çeşit telefonlarıyla konuşan, yazışan arkadaşlarıma rastlıyorum. Artık telefonlarımızın yalnız kalabildiği tek ortam olan o şarj kutularında bile dinlendirmiyor, bekleyemiyoruz. Hala teknolojiye bağlılığımızdan mı yoksa iletişim kurduğumuz kişiden mi kaynaklandığını tam anlayabilmiş değilim. Geçen sene bu manzaralarla çok sık karşılaşsam da bu sene pek karşılaşmıyorum; odalarımıza takılan ikişer priz ve elektriğe duyduğumuz ihtiyacımızı odalarımızda da giderebildiğimiz için neredeyse ortadan kalktığını görüyorum. Önceden bu kutulardan birine şarj aleti takabilmek amacıyla tetikte nöbet beklerken şimdilerde yapılan yeniliklerden sonra artık kutuların tozlu kapaklarını arayanlar bile çok nadir. Bir yandan da koridordaki gece toplanmalarının azalmasını bu nedene bağlıyorum.

    İnsanoğlu olmamız çiğ süt emme zorunluluğunu da beraberinde getiriyor bize. Nedense rahatımıza çok düşkünüz ve her şeyin daha da yakınımıza, ta ayaklarımızın ucuna kadar gelmesini bekliyoruz. Odalarımıza yerleştirilen prizler sayesinde gecenin bir yarısı şarj aleti elinde sıra beklerkenki sıkıntılarımızı çabucak unuttuk; odanın kapı yanındaki prizleri nasıl daha yakına getirebileceğimizin derdine düştük. Ee ne de olsa çiğ süt içtiğinin hakkını vermek gerek…

    Odamıza yapılan bir yenilik de ayakkabı dolabı olarak kullanabileceğimiz, suntadan yapılma sekiz bölmeli ve boydan iki kapağı bulunan, odanın renk ahengiyle pek de uyuşmayan, odadaki sekiz yatak ve aynı sayıdaki özel dolaplardan dolayı zaten yeterince dolmuş olan odanın bir köşesine, prizlerin hemen yanı başına koyulmuş bir dolaptı. Aslında biz eğitime başladığımızda tam tamamlanmamış olsa da yarısı hazır halde karşılaştık bu yenilikle. Odaca birbirimizi tanıdığımız ve anlaştığımız için dolabı herkese bir bölme olarak değil, bunun yerine hem çok amaçlı kullanmak hem de daha fazla kullanışlı hale getirebilmek adına ortakça yaşanan bu odanın çıkarlarına uygun olarak kullanmada karar kıldık.

    Prizleri ayaklarımıza getirme konusundaki çok değerli(!) düşüncelerimiz bizi çok kullanışlı olan bir fikri gerçekleştirmeye sevk etti. Odanın her yatağına rahatlıkla ulaştırabileceğimiz uzunlukta, bize en az üç priz olanağı daha sağlayacak ve her işi artık yataklarımızda uzanırken halledebileceğimiz bir kablo almak. Bu kablo sayesinde artık ihtiyacımız için odanın bir köşesine kadar yürümeye gerek kalmayacak, yataktayken bu işlerimizi halledebilecektik.
    Hemen işe koyulduk aramızda tahmini olarak yeteceğini düşündüğümüz cüzi bir miktar topladık ve artık her tür şeyin ucuz olarak nitelendirildiği Çin malları satan bir yerden yeteri uzunlukta, ucunda üç girişi olan bir kablo aldık. Yeni kablomuza uyum sağlamak, ta koridorun sonuna yürürken; odanın ucuna yerleştirilmiş prizlere kadar yürümeye uyum sağlamaktan zor olmadı. Artık telefonlar yurdumuzun yeniliklerinden olan dolapta değil yataklarımızın başında duruyor. Su ısıtıcımızı ağzına kadar doldurup ( ki sekiz kişiye ancak yetiyor) güvenliklere yakalanmayacak şekilde ranzanın altında saklayıp rahat rahat kahvelerimiz için gerekli olan suyu ısıtabiliyoruz. Kabloya hiç memnun olup olmadığını sormadım ama biz kablodan gerçekten memnunuz. Sanki bize o mavi akımı içinde getirerek hayata bağlıyor ve mutlu ediyor. Kullandığımız süre boyunca bir o yana bir bu yana savuruyor, bazen üzerine basıyor ancak sonunda yine onu itina ile topluyor ve ona sunta dolapta tahsis ettiğimiz kısma koyuyoruz. Ertesi gün kablomuzu ona ayırdığımız yerinden alıyor ve kullanabildiğimiz kadar kullanıp tekrar aynı şeyleri tekrarlayarak kapatıyoruz odanın ışığını. Kablo hayatımıza girdi ve onu hemen kabullendik odaca. Bağrımıza bastık bizden bir arkadaşmışçasına. Elektriğe olan bu büyük ihtiyaç bizi kabloyla resmen dost yaptı ve onu aşırıya kaçar şekilde koruyucu bir tutumla sahiplendik. O kadar ki artık kimse gece yatağına uzandığında yanında o mavi akımı bize aktaran kablo olmadan uyuyamaz oldu.
    Birkaç gündür dikkat ettiğim bir şey var. Kablonun neler çektiğini hiç düşünmüyorum ama kablonun kullanılışının ve bulunduğu yerin bazı kimseler için pek de memnun edici olmadığını anlıyorum. Kabloyu kendi keyfimize göre odanın ortasına sere serpe atıyor kullanıyor topluyorken; artık keyfimize göre kullanıyor seriyor fakat toplamıyoruz. Çünkü ona olan alışkanlık onun hep yanımızda olmasını gerektirdiğinden bir türlü kopamıyoruz kablomuzla. Bizim için bir sakıncası yok; ama galiba geldiğim üç senedir burada olan, hatta benden önceki sekiz yıl daha burada, bu katın temizlik işleriyle uğraşan Seyfettin ağabey bu işten rahatsız olanlardan birisi…


    ***





    Oda – Kablo – Seyfettin

    Yaklaşık otuz beşlerinde, saçları hep kısa olduğundan kır mı yoksa beyaz mı pek anlayamadım. Kattaki öğrencilerle fazla sohbete girmeyen (çok samimiler de dâhil), fakat diğer personelle laf yarıştırabilecek kadar dilli, eline çabuk ve çok çalışkan, orta boylu, cebinde uzun 2000’i ya da Murattı sigarası hiç eksik olmayan, konuşmasından rahatça yerli olduğunu anlayabildiğim bir temizlikçi; Seyfettin. Yurtta olduğum günler kadarıyla saat 09.00–12.00 aralarında işe başlar ve bazı zamanlar daha sonra tekrar bir eksik var mı kontrol etmek amacıyla etrafı kolaçan etmeye gelir. Temizliğe katın lavabo, duş kabinleri ve tuvaletlerinin bulunduğu kısımdan başlar. Burayı temizlerken içeriye kimseyi almaz ve bunu göstermek için genelde çöp kovalarından ikisini kapının önüne koyar, arada da sözlü olarak “Üst kata çıkın arkadaşlar temizlik var.” diyerek işine devam eder. Bu bölmede bulunan çeşmelerden birine sabit olarak takılı duran uzunca hortumunu eline bir aldı mı başlar, orayı su güruhuna boğmaya ve her yerin tamamen sudan geçmiş olduğunda emin olmadan da asla bırakmaz. Sonra bu kadar suyu akıttığından tabanı göl gibi suyla dolmuş etrafı çek-pas kullanarak tertemiz sıyırır. Burada işi bittikten sonra yine aynı bölmede bulunan ve temizlik eşyalarının bulunduğu kapı arkasındaki dar kısımdan tekerlekli paspas arabasını alır ve koridora çıkar. Odamda bulunsam da çoğu kez Seyfettin ağabeyin temizliğe başladığını bu paspas arabasının sesinden anlarım. Koridor ve oda temizliğine geçmeden önce eline aldığı bir süpürge ile etrafı süpürür ve dağınık duran terlik, ayakkabı vs. dolaplara karmakarışık tıkar. Bana göre Seyfettin bunu yapmaktan pek hoşlanmıyor ama sonraki yapılacak olan sanki onu da biraz olsun eğlendiriyor ve buna motive ediyor. Paspas kovası iki kovadan oluşan, rahatça kullanabilmek için de dört tekerleği bulunan, üzerine kullandığı paspası suya daldırdıktan sonra fazlalığı sıkabilmek için bir aparat yerleştirilmiş ve Seyfettin onu her yürütmeye başladığında sert plastik tekerlekleri fazlaca gürültü çıkaran bir alet. Paspas kovasına tıpkı çamaşır suyu gibi kokan temizlik kimyasalını döktükten sonra kovayı suyla dolduruyor ve o tanıdık, her karonun diğer bir karoyla birleşirken arada bıraktığı küçük boşluklara çarptığında tıkır tıkır ses çıkararak siyah karoların üzerinde koridorun öteki ucuna doğru yürüyor. Koridorun sonuna geldiğinde paspasını kovaya daldırıp da suyunu biraz ıslak kalmasına özen göstererek bir sıktı mı her oda ve koridor dahil bütün karoların üzerinden geçmeden ve ıslandığından emi olmadan işi bırakmaz.

    Bütün bunlar olurken birçoğumuz ya uyanıyor, ya sabah sabah huzursuz oluyor veya hiç uyanmayarak bunu görmüyoruz. Bu anı derse erken gittiğimiz günlerde de katta olmadan atlattığımız için memnun oluyoruz. Her ne kadar sessiz yapılsa da temizlik sonrası o, tüm katı doldurup oda ve koridordan balkona kadar dolu çamaşır suyu kokusunun keskinliği sanki bizde gürültü yapıyor hissi uyandırıyor ve insanı bazı zamanlar temizlikten bile soğutuyor. Seyfettin’in da bu gürültü konusunda düzene pek uymayan öğrencilere karşı masum olduğunu söyleyemem tabi. Hoşlaşmadığı öğrencilerin bulunduğu odalara girdiğinde süpürge hafiften de olsa bizi uyandırmaya yetecek kadar dokunuyor demir ranzalarımıza. Kafasını yaptığı işe adeta gömüyor ve huşu içinde işini bitirdikten sonra gösteriyor yüzünü. Katta her odada bulunan çöp torbalarını da taşıyıp kutulara yeni çöp poşetleri yerleştirdikten sonra nihayet nefes alıyor ve kısa kol, yakalı, rengârenk tişörtünün cebinden bir sigara yakıyor. Sigara bittikten sonra izmariti balkondan aşağı atıyor ve izmarit aşağı düşüp orada yerini bulana kadar seyretmeyi de ihmal etmiyor. İşte tamda bu zamanlarda samimi oldum Seyfettin ağabey ile. O yerel şivesi ile “Gaçıncı sınıfsınız siz?” diye sordu ben “Daha yeniyim ağabey!” dedim. İlk olarak sınıfımı sorduğunda başlayan muhabbetimiz bu gün üçüncü sınıf olduğum ve sınıfımın üzerine daha ne sohbetler eklediğim için bir hayli gelişti. Gün geldi onun ustası olduğu işi konuştuk, gün geldi benim ustası olduğum işi. “Kolay gelsin.” denildiğinde arada sırada sağ ol diyen ağabey ben ‘kolay gelsin abi’ dediğimde içten bir “Sağ ol.” diyor. Sohbetime, samimiyetime, saygılı durmama, ona ve işine saygıma en önemlisi de burada ona işçi değil, işinden önce bir insan olarak değer vermeme, onun bunu anlamasına bağlıyorum bu durumu.

    Seyfettin ağabey de yapılan yeniliklerden memnun gözüküyor. Çünkü artık ayakkabılarımızı dolaba koymadığımızda; “Arkadaşlar ayakkabılarınız için bir dolap var artık, bak aha orada!” diyor. Sanki intikam ve muziplik niyetiyle, bizim düzenimizde hakkı olduğunu düşündüğünden söylediğini sanıyorum. Kendisi buna hakkı olduğunu düşünürcesine ekliyor; “Boşta duran ayakkabı görürsem toplayıp çöpe atarım.”

    Yurdumuzun da belirlenmiş bazı önemli kuralları var. Mesela yataklar her uyandığında nizama uygun bir şekilde katlanmalı ve üzerinde herhangi bir giysi ya da başka bir eşya konmadan düzenlenmelidir. Ayakkabılar kullanmadığımız aralarda dolaba konmalı (dolaplar yapıldıktan sonra iş daha da ciddileşti), dolap kullanılmadığında kapakları kapalı olmalı. Bu düzene bizim ne kadar uyduğumuz tartışılabilir ama yurdun takım elbiseli personelleri, ancak temizlendikten ve düzen sağlandıktan sonra gezmek ve teftiş amaçlı çıktıkları için bu tür durumlardan pek fazla haberdar olmuyorlar, bu tür durumlarla karşılaşmıyorlar. Yani bu Seyfettin’in bu işlere de bakmasını ve onun da söz hakkı olduğu anlamına geliyor. Çünkü teftiş olurken düzende bir bozukluk olursa azar sahibi biz değil, Seyfettin ağabey oluyor. Bizim için oluşturulmuş bu kurallara uymakta bir sıkıntı yaşamıyoruz: ayakkabılarımız dolaplarımızda ve kapıları da gerek olmadığı müddetçe kapalı duruyor ama iş odaya yeni aldığımız uzunca kabloya gelince değişiyor.



    ***





    Kablo-Seyfettin

    “Arkadaşlar bu kablo kimin?” diye sert mizaçlı yüzüyle yaptığı işini bırakarak soruyor bizim odaya gelince Seyfettin ağabey ve ben o sırada uyanıyorum. “Ağabey odaya birlikte aldık, ortak olarak kullanıyoruz.” diyorum. O lafımdan sonra bir şeyler demesini beklemeden toparlayıp hemen dolapta kablo için tahsis ettiğimiz bölüme koyuyorum. Meselenin kapandığını düşünüyorum ama aklımda kablonun kaç gündür toplanmadığı, iyice alıştıktan sonra artık yerde kalmasında sakınca görmediğimiz anısı canlanıyor. Önceleri bembeyaz olan kabloyu düzenli şekilde toplayıp yerine koyarken, bunu sadece yeni olduğu için yaptığımız ve kablonun o bembeyaz rengi gittikçe kablonun da yerde kalma süresinin uzadığını fark ettim.

    Seyfettin ağabey paspas yaparken zorlanıyor ve bir de kabloyla uğraşmak istemiyor olsa gerek. Kabloyu topladıktan sonraki birkaç gün onu uzatmaya ihtiyaç olmamış olmalıydı ki Seyfettin ağabey bu konuyu hiç açmıyor ya da tamamen haklı konuma gelebilmek için sessizliğini koruyor ve uygun bir zamanı bekliyordu.



    ***


    Oda-Seyfettin-Yılmaz

    “Artık dört oldum.” diye düşünüyordu Yılmaz. Dört oldum ve buradaki düzeni bildiğim için cikler (burada birinci sınıf olanlar için üst sınıfların kullandığı terim) gibi sessiz kalmak yerine tüm silahlarımı kullanarak kendimi savunabilirim diye düşünüyordu. Hem üniversitenin en iyi bölümlerinden birindeydi hem dördüncü sınıftı hem de artık yurtta kalınabilecek sürenin tamamında buradaydı ve bu da ona kıdemli olduğu düşüncesini vermişti. Sabahın bu saatinde tartışıp da uğraşmak sinirleri germek günün berbat olacağını anlamına geliyor ve daha çok sinirleniyordu. Artık bu durum zamanla giderek daha kötü bir hal alıyor ve bunu engellemek için de hep daha fazla tepki vermek durumunda kalıyordu.

    “O kutuları niye atıyorsun sana ne zararı var, dolapta duruyor ne karışıyorsun?” diye çıkıştığını duyuyorum Yılmaz’ın Seyfettin ağabeye. “O dolaplar ayakkabılar için oraya yapıldı. Başka eşya koymak yasak!” diye haklıymışçasına cevap veriyor, Seyfettin. “Yahu arkadaş ben odamla anlaştıktan sonra, sen odada ayakkabı görmedikten sonra ne ilgilendirir nereye ne koyduğum. O kutulara başka yer olsaydı herhalde tutup da dolaba koymazdık yani. Biz ortada bir şey bırakmıyoruz. Sen de artık karışma dolaba ne koyduğumuza.” derken ortam geriliyor ve tartışma daha da büyüyor. Seyfettin ağabey, sanki bu söylediklerimiz onu hiç alakadar etmemiş gibi “Derdini istersen git müdüre anlat.” diyor ve biraz da korkmuşçasına çöp poşetine ezip attığı kutuyla birlikte poşeti de alıp çıkıyor hemen odadan.

    ‘Bu ne ya si…tiğimin adamına bak ne alıp veremediği vardı kutuyla’ diyor Yılmaz ve sinirinin hala yatışmadığını görüyorum. “Bir daha alacağım ve oraya koyacağım.” diyor ve ekliyor: “Hele o kutuyu da alsında o zaman görürüm onu.” deyip şimdi yaptığı planın verdiği gevşeme ile rahatlıyor azda olsa.

    Çok asabi olmamasına karşın uyandığında biraz gergin oluyor Yılmaz ve bunun üstüne de bu tür olayların yaşanması onu iyice çileden çıkarıyor. Şans eseri de bu olaylar hep sabah yaşanıyor.

    Yılmaz Toroslar’dan gelen bir ailenin çocuğu ve iki senedir artan samimiyetimizden ötürü onun karakterini az çok tanır oldum. Buradan sepetine toplayabildiği çok bilgiyi, yeteneği, arkadaşı toplamak istiyor ve bu da onu çalışkan yapıyor. Bunun için itina ile düzenlediği orta boy bir deftere, birkaç günde ince ayarlamalar yaparak tüm harcamalarını not ediyor ve elindekilerle en fazla ne yapabileceğini tahmin etmeye çalışıyor. Sonraları bu defteri ortaokuldan beri tuttuğunu söylediğinde buraya gelmesinin aslında tesadüf olmadığını düşünüyorum. Kendi deyimiyle aslında böbürlenme ile hiç alakası olmadan: “Biz çobanık olum.” sözü ile köküne bağlılığını ve geldiği yeri iyi bilenlerden olduğunu kanıtlıyor. Nitekim buradaki birçok insan ki ben onlara öğrenci bile diyemiyorum, kendini geldiği yerden tamamen soyutluyor ve kendisinin nerden geldiğini kimseye belli etmemeye çalışıyor.

    Geçen sene sonunda odamdan iki kişi yurttan ayrılıp yerlerini boş bıraktıklarında aklıma; onu kendi odama yerleşmesi için teklif götürme fikri geldi. Yılmaz ve değer verdiğim daha başka ortak bir arkadaşımla birlikte birkaç düzenleme yaptıktan sonra teklifim kabul görüyor ve odamdaki samimiyete ve saygıya dayalı yaşantımız iki arkadaşımın gelmesi ile daha güzel bir hal alıyor. Bu benim için çok iyi çünkü cikleri kurduğumuz düzene alıştırmamızın zor olacağının farkında olduğum ve daha samimi bir ortam kurma düşüncesi ile hareket ettiğimden sevindiğim bir gelişme oldu bu olay.

    Yılmaz daha ilk haftalardan kıdeminden de aldığı tecrübeyle hemen başlıyor bizi geçen sene karşı odadakilere yaptığı gibi ‘ortaklaşa’ hareket edebilme içi örgütlemeye. Dolaplardan birinin altındaki küçük bir bölmeyi odanın ortak olarak kullanabileceği yiyecek – içecek deposu haline getirmeyi teklif ediyor ve biraz da borçlu olduğumu hissederek ona dolabımın alt bölmesini öneriyorum. Bunu hallettikten sonra hemen işe koyuluyoruz, paralar toplanıyor ve kahvesinden çayına, şekerinden bisküvisine, çerezine kadar her şeyden alıp yığıyoruz oraya. Yasak olduğu için bu eşyaları odaya çıkarması ne kadar güç olsa da bunu başardıktan sonra geceleri gırgır şamata yaparken yudum yudum kahve ya da çay içmek çok keyifli oluyor. Su ısıtıcı ve erzaklar yasak olduğu için ayarlamayı iyi yapıyor ve keyfimizi, şekerle birlikte biraz heyecan, biraz o sımsıcak sohbetimizden karıştırıp daha da arttırıyoruz.
    Erzak alınmasına ben de arada dahil olsam da daha çok bunu Yılmaz yapıyor fakat ne kadar para toplanacağını ben belirliyorum ve para toplama işini ben hallediyorum. İşi zaten Yılmaz hallettiğinden, ona daha fazla uğraş yüklemek istemediğimden yardımcı oluyorum.
    Arada yerlerdeki su birikintileri ya da elde dumanı tüten kahvelerle güvenliğe yakalansak da suç aleti ortada olmadığından (ve artık kıdemli olmanın bize getirdiği faydalardan) paçayı hep kurtarıyoruz.

    “Birer lira toplayın kahve alacağım, yarın merkeze gideceğim oradan ucuza bir şeyler alırım” diyorum. Bunu gecenin birinde yapıyoruz çünkü hepimizin aynı zaman diliminde aynı yerde olduğumuz nadir anlardan birisi. Hemen para toplama işini hallediyorum ve Yılmaz’a teslim ediyorum. Tek tek düşünüldüğünde meblağ az gibi görünse de genele baktığımızda durum farklı ve Yılmaz bunun farkında. Parayı toplamayı benim üstlenmiş olmamın nedeni Yılmaz’ın para isteme işini yapmak istememesinden. Hepimiz öğrenciyiz ve ince hesaplarla burada hayatımızı sürdürüyoruz. Bu yüzden de bu işi doğrudan kütüğe bırakmadan aracı görevini üstleniyorum.




    ***


    Kablo – Seyfettin

    “Bu çocuklar niye böyle hiç anlamıyorum. Neden bir kez olsun şu kurallara uyan yok ki. Ya ayakkabılar dağınık ya çöpler; çöp kovası haricinde her yerde, ya yataklar hiç yapılmamış ya da dolapların kapakları hep açık…
    Yıllardır burada temizlik ve düzenleme işleriyle uğraşıyorum ama çok nadir öğrencilerin dışında hep aynı dağınıklık. Niye bunları yapmak o kadar zor geliyor bunlara. Evde de mi böyleler bunlar sanki? Yok hiç de değil. Annelerinin şamarından buraya düşünce azıtıyor hepsi.

    Yılardır buradayım ve bir farkındalığım yok bile. Ya nadiren çok içten gelmeyerek saygı amaçlı bir “Kolay gelsin.” derler ya da çoğu kez yaptıkları gibi burayı dağıtır, bozar, kırar, kirletir ve bunları yapanın düzeltenin farkında bile olmadan yanından umursamaz gelip geçerler. Bazı dikkat ettiğim öğrenciler yok değil. Sürekli olarak nizamlı öğrencilere kola, çay ısmarladığımda oldu ama bunlar bir ikiyi geçmedi. Kuralları çiğnemek, çamaşırları çamaşır kurutma odasına değil de yatakların üzerine atmak, sigarayı koridorda içmek, bunları yaparken kuralları iyice ezdiklerini düşünmek hoşlarına gidiyor galiba. Her gün aynı şeyleri yapıyorum olabildiğince sessizce davranarak. Çabucak temizliyor, elde ettiğim görüntüde bir karışıklık eksiklik var mı diye kontrol ediyorum; bunları yapıp maaşımı da alıyorum tabi ama insan yaptıklarından ötürü maaşına ek olarak bir minnet duyulma hissini de istiyor galiba. En azından ben yaptığım bunca uğraşa bir teşekkür, bir güler yüz istiyorum. Benim iş insanlar neredeyse hep uykudayken ya da ortalarda yokken yapıldığından ve iş bitip de gözünü açan odasına çıkan öğrenciler etrafı tertemiz bulunca bu işi kim yapmış eline sağlık bile demezler. İşte bu yüzden de benim işim en az minnet duyulan işlerden. Okuyup da doktor olsaydım herhalde minnetten ötürü zengin olurdum. Şuna bak nasıl da ayakkabılarını alıp da gelişi güzel bırakmış, alıp atmak geliyor içimden ama bunu yaparsam katta ayakkabı terlik kalmaz. Şuna bak nasıl da gerile gerile uyuyor aldırmadan.

    Dolapların yapılması iyi oldu bana da. Hiç değilse ayakkabıları tek tek dizeceğime, dolaba tıkıp kapağı kapatıyorum. Ancak bu prizler bana pek yaramadı gibi. Hangi odaya girsem, prize takılı ve sere serpe kablolar görüyorum. Üstelik dolaba konan bu kablolar kapağın kapanmasını engelliyor ve dolayısı ile düzeni bozuyor. Müdür katları gezdiğinde azar işitmemem gerekiyor bu yüzden bazen kablolara zarar versem de kapakları zorla kapatıyorum. Bu yüzden birkaç öğrenciyle tartıştım ama onlar da düzeni bozmasalardı ve konan kurallara uygun davransalardı. Sonuçta ben kurallara uygun davranıyor ve sorumluluklarımı yerine getiriyorum.

    Bunlar bir yana hele şu 106’ya ne demeli. Adamlar sırf kıçlarını yataktan kaldırmamak için uzunca bir kablo almışlar. Rahata bak yahu önceleri koridorda boş kutu aramanın, beklemenin intikamını alıyorlar sanki. Acısını birazda benden çıkarıyorlar gibi. Odalara paspas yapmak için girdiğimde ayağıma dolaşıyor ve rahat çalışmamı engelliyor. Paspası rahat hareket ettiremediğimden işim aksıyor düzgün iş çıkaramıyorum ve sinir oluyorum haliyle. Her şeylerini düzeltmem yetmezmiş gibi bir de sırf rahatlarına düşkünler diye kablolarını toplamak zorundayım. Ama artık böyle yapmayacağım. Bunu yapmak zorunda değilim. Onların keyif yapmalarına katlanmak zorunda değilim. Zaten o alt ranzadaki son sınıf olarak bildiğim çocuk ile boş bir kutuyu attım diye de tartışmıştım. Ne yapacağımı biliyorum ama şimdilik sesimi çıkarmayacağım ve vazifeme devam edeceğim. Fakat sinirlerim tam sınıra dayandığında o kabloyu alıp atacağım anında. O beni sinir edip duran odanın keyif kablosu bugüne adar attığım su ısıtıcılar ve yasak eşyaların yanında kendine yer bulacak.

    Oh! Son odayı paspaslıyorum. Bu hoş kokmayan ve tıpkı çamaşır suyuna benzeyen koku yüzünden midem karmakarışık bir hale geldi. Dayan Seyfettin. Son oda ve sonra bu temizliğin üzerine güzel bir tekel 2000, hatta balkondaki hava hoşuma giderse iki tane. İzzet (üst katın temizlikçisi) gelse de iki muhabbet etsek bari. O zaman keyfime keyif katarım. Hem şu odayı da anlatırım ona, hiç değilse neler çektiğimi görür bana destek verir.

    “Ooo Seyfettin ağabey kolay gelsin bitmedi mi işin daha?” Bitti sayılır İzzet geç balkona geliyorum şimdi. Yoruluyorum ama bu sigara muhabbetle gerçekten iyi gidiyor. Bugün hava da gayet iyi. Bugünlük işimde bitti. Son bir kez eksik var mı diye bakıp inmeliyim aşağıya.




    ***






    Yılmaz-Kablo

    Bu temizlikçi niye böyle yapıyor anlamıyorum bir türlü. Yine ayakkabılarla yetinmemiş, terliklerimi de dolaba götürmüş. Çıplak ayakla dolaba mı yürüyeceğim şimdi. Aklı sıra bizi cezalandırdığını sanıyor. Bununla kalsa iyi eşyalarımı koyduğum kutulardan ne istiyor. Sabahları uyandığımda zaten biraz gergin oluyorum. Üstüne Seyfettin’in kavgası da gelince hepten küplere biniyorum. Biz kendi aramızda dolabı paylaşmakta bir sıkıntı yaşamıyoruz ama niyeyse Seyfettin bundan rahatsız olup düzenimizi bozmaya çalışan tek kişi…

    Birde kablomuza takmış kafayı. “Toplayın.” dese yeterli ama arkasından bir sürü laf kalabalığını getirmesi fazla oluyor. Bazen sırf bizi rencide edip, egosunu tatmin etmek için yaptığını düşünüyorum. Kablo bizim işlerimizi kolaylaştırıyor ve bu yüzden bazen toplamadan bırakıyoruz. Seyfettin de bizim gibi bir öğrenci olup bu yurtta yaşasaydı, durumumuzu anlardı o zaman.

    Birde şu çamaşır suyu kokan temizlik malzemesi yok mu; hakikaten kötü kokuyor. Bunların güzel kokanı yok mu arkadaş! Her gözümü açıp da bu kokuyu burnuma ne zamandan beridir doldurduğumu bile düşününce rahatsız oluyorum. Daha kursa gitmek için hazırlanmalıyım. Hem odaya alışveriş de yapmam gerek bugün acele etmeliyim.




    ***




    Seyfettin- Yılmaz -Ben

    Sabahları, Seyfettin ağabeyin elindeki sert tüylü süpürgenin ranzamın altına girdiğinde çıkardığı sesten ötürü uyanmak çok sinir bozucu. Öyle ki sırf bazen uykudaymışım bahanesi ile bir tekme atasım geliyor. Sesimi çıkarmıyorum ve sırtımı dönüp uyumaya devam etmeye çalışıyorum.

    Bugün odanın gürültüsü sanki çok istekli bir biçimde çıkıyor. Birilerinin bunu bilerek yaptığını anlamak için o süpürgenin her ranzaya tak tak çarpmasına dikkat etmeye gerek yok. Gece geç uyuduğum için uykumun tadına tam varamamış ve dipdiri olmamış bir halde, içi yanan gözlerimi ovalıyorum ve tahmin ettiğim gibi Seyfettin ağabey ile Yılmaz’ı göz göze buluyorum. “Bu kabloyu bir daha yerde görürsem alırım.” diyor Seyfettin, çok sinirli bir şekilde. “Ne alıp veremediğin var yahu bir kutularıma takarsın kafanı. Şimdi de kabloya mı taktın?” diyor cüretkâr bir biçimde. Sinirinden iyice şiveli konuştuğunun farkında olmadan devam eden Seyfettin abi; “Hiç bir odada görmedim sizin gibi yapan işiniz bitince goyun yerine ha abu gabloyu” diyor. “Bunu yapmak hoşunuza mı gidiyor anlamiyim argadaş. Paspas yapamiyim aha bu gablo yüzünden.” Zaman zaman seyrediyorum olan biteni. Katılmak istiyorum ama yorgun hissettiğim için “Hiç bulaşma.” diye telkinde bulunuyor, kendi kendine bedenim. Bu ikinci ikaz diye düşünüyorum ve bir daha aynı şey tekrarlanırsa ne yapacak diye merak etmeden yapamıyorum. Çünkü kablo vakasını çözemezsek aramız da para toplayıp aldığımız bu sosyal ağ bağlantımız gidecek gibi duruyor ve tartışmaya bakılırsa Seyfettin gerçekten haklı olduğunu düşündüğü için gözü kara ve yüklenmekte kararlı. Yılmaz daha fazla uzatmıyor ve terk ediyor odayı. Seyfettin de homurdana homurdana sallıyor süpürgeyi, bir o yana bir bu yana ve işini bitirdikten sonra odadan paspas yapmak için gelene dek çıkıyor.

    O günün gecesi biraz düşündükten sonra Seyfettin ile girdiğimiz bu savaşın, kablonun fethedilmesiyle son bulacağını anlıyorum ve konuyu arkadaşlarım ile konuşup bir karara varmayı planlıyorum. Yılmaz ilk önce sabah ki duyguları tekrar yaşayıp gerildikten sonra, lafı devralıyorum ve herkesin anlayacağı frekansta gece en son yatanın kabloyu topladıktan sonra uyumasını kararlaştırıyoruz. Çünkü kablo gittikten sonra yeni bir tane alsak dahi onun da fazla uzun süre bizle olamayacağını biliyorum. Konuşmalarımıza bakılırsa mesele tamam gibi ama bakalım ne kadar uygulayabileceğiz. Gerçi o kablo şarjı fazla gitmeyen telefonlarla dolu bir odada, fazlaca öneme sahip olduğundan bu fikri uygulamanın da gerçekten zor olacağını tahmin ediyorum.

    Seyfettin ağabeyle sohbetim samimi olmasına rağmen şimdiye kadar bu kutulardan ve kablo mevzusundan hiç konuşmadım. Ama bu galiba karşılıklı olacak ki Seyfettin de benim o odada yaşadığımı bilmesine rağmen bu konu için benden herhangi bir şey talep etmedi. Demek ki bu samimiyetin gölgelenmesini ve yarı kirli bir kablo yüzünden aramızın açılmasını ikimiz de istemiyorduk. Zaten meseleyi şimdilik çözdüğümüze göre buna gerek de olmayacak. Belki konuşsak, birlikte ortak bir çözüme de ulaşabiliriz ama bu sohbetimi bu tür işler için torpil amaçlı kullanmak gelmiyor içimden. Onunla olan sohbetimi hep yalın halde ve karşılık amacı gütmeksizin devam ettirmek istiyorum. En azından mecbur kalmadığım sürece böyle olacak.

    Benim aksime Seyfettin ve Yılmaz burada benden daha uzun süredir, yan yana olmalarına karşın araları hiç de hoş değil. Bunda Yılmaz’ın dolabının uğraştığı hobilerle ve kişisel eşyalarla zaten dolmuş olması, bu yüzden de bazı eşyaları dolabın üstüne ya da yatağın altına koyması büyük sebeplerden. Bana anlattığına göre araları bir ara o kadar açılmış ki “Artık bir çorabımı görse alıp atıyor.” durumuna kadar ilerlemiş. İçimden kendi odamda bunları yaşamadığım için şükretmek geliyor. “Biliyorum bu yönden takıntılı. Belki işine de engel oluyor ama eşyalarımı nereye koyayım aga.” diyor bana ve başımla onaylama işareti yaparak ona hak verdiğimi ima ediyorum. Aslında kime hak vereceğimi şaşırmış durumdayım. En iyisi şu anki durumdan başlayarak ters noktaları düzeltmeye çalışmak bana göre.

    “Uyurken kabloyu toplamayı unutmayın.” diyorum ve yatağıma uzanıyorum. Uzandığım anda rahatlıyorum. Gözüm düşüncelere dalıyor hemen. Bu kattaki 106’ya 6 numaralı yatak hiçbir zaman aklımdan çıkmayacak. Odanın kapı tarafından sağ alt yatağı olan bu 6 numara her uzandığımda farklı dünyalara alıp götürüyor beni. Üstümdeki ranzanın alt tarafına yerleştirilmiş, yatak eğrilmesin diye kalınca yapılmış suntayı incelemekten artık ezberlemiş olsam da; birçok insanın buraya anılarından izler bıraktığını düşünmek heyecanlandırıyor beni. İsimlerin baş harflerini, son hecelerini uyaklı olmasına özen gösterebilmek için yazılmış karman çorman aşk dörtlükleri, çakmakla yazılmaya çalışılmış isimleri, ilinin plaka kodunun yanına “İşte filancalı” notu düşenler… Bazı bazı (herhalde dertlenmiş olmalı ki) öğütler verenler, resimler çizenler, sevdiği kızın baş harfini yazıp da o kalp şeklini koca bir okla deldikten sonra o okun ucuna iki damla kan eklemeyi unutmayanlar… Çiğnediği sakızdan rahatsız olup da kalkmaya üşendiği için hemen oracığa yapıştıranlar, bazen ürkek bazen dobra dobra yazılmış siyasi görüşler, içi argo kelimeler ile dolu geyikler… O yatağa ilk kez yattığı günle son kez yattığı günü yan yana yazıp da sanki zamanın ne kadar hızlı aktığını ispatlamaya çalışanlar, tamamlanmamış hayallere benzeyen yarım yazılmış isimler, kenarlara sıkıştırılmış gıda ambalajları, futbolcu manken yapıştırmaları… Daha sayamadığım onlarcası… Burada benden başka yatanların nişaneleri üzerine düşünmek, o küçücük yazılardan küçük bir hayal kurmak ve sonra yarınki derse erken kalkmak gerektiğini düşünerek uykuya dalmaya çalışmak... Ağır ağır ve derinden ilerleyerek… İnşallah kablo toplanır ve sabah uyandığımda aynı teranelerle uğraşmak zorunda kalmam…



    ***
    Kat-Balkon-Muhabbet

    O kadar geç uyuduğumun farkına ancak ikindi sularında uyanınca anlıyorum. Uyandığımda kablonun toplanmış olduğunu görünce iyi anlaştığımızı anladım ve daha ilk günden sorun çıkmadığı için de sevindim. Sigaramı koyduğum yerden alır almaz, doğru balkona yürüyorum. Hava burada nadir açık olduğu ve güneş kendini bizim balkona nadir gösterdiği için sigaramı tüttürürken kemiklerime biraz fayda sağlamak peşindeyim. Balkonda iki-üç arkadaşımın telefonun sesini fazla açmaları yüzünden, sesi tiz çıkan müziği dinlerlerken, bir yandan da muhabbet ettiklerini görüyorum. Daha cik oldukları için konu belli: Üniversite, dersler, hocalar, gazi caddesi ve yatay geçiş… Oradan oraya dönüyor konu. Sigaramdan çıkan karmaşık şekilli mavimsi dumanları izlerken hem muhabbeti diliniyorum hem de arada birkaç tüyo veriyorum. Karşıda hafif dumanlı yamacın ıslak gibi duran fındık fidelerinin arasından yükselen daha koyu renkli çam ağaçlarını seyrediyorum. Balkon, tam bir vadiymiş gibi dağların alçalıp tekrar yükseldiği bir yarığa bakıyor ve güneş de tam o yarığın bir yanındaki tepeden kayıp geride kızıllığını bırakıyor. Karşıda o doğa manzarasının tam da ortasına konmuş iki tane baz istasyonu olmasa kendimi daha da doğada hissedeceğim ama bu istasyonlar doğadaymışım gibi hissetmeme engel oluyorlar. Tam aksi yönde ise uzayıp giden ve bir türlü gökyüzünden keskin çizgilerle ayıramadığım Karadeniz var. Dalgaları hep horon tepiyor… Rengi hep mat görünümlü ama ya yeşilimsi ya gri gibi ya mavi tonlarında salınıp duruyor. İki manzarayı bir arada görebilmek herkese nasip olmuyor. Bu balkon da sadece bu işe yarıyor işte. Kâh denizin uçlarına doğru şaha kalkıp gökyüzüne dolduğunu görebiliyorum, kâh vadi gibi görünen dumanlı tepelerdeki kızıllığın, ağaçların pusuyla farklı renklere bulanışını görebiliyorum. İşte bu manzara yaz kış değişmeden durur. Değişen tek şey de sadece mevsimlerin gelip geçmesiyle birlikte yeşilden daha koyu yeşile, sonra daha koyu; en sonunda da yepyeni ışıl ışıl bir parlak yeşile dönen bir renk cümbüşü. Ama yeşillik ve bitkiler hep baki burada.

    Sigaram bitmeye yaklaşıyor yine keyif sona eriyor. Güneş de iyice daldı, dost olduğu dağların yamacına. Hafiften ürpertti beni ufaktan omuzlarıma sürtünen esinti. Derse de gidemedik zaten. Be adam güneşi zor görüyorsun zaten derse hangi ara gideceksin. En iyisi giyin de derste neler olmuş bitmiş bir sor arkadaşlara.



    ***



    Gece-Oda-Biz

    Yurdun kuralları gereği her akşam izinli olmadığın müddetçe ne yaparsan yap, nerde olursan ol belirlenmiş saatler arasında, yurt sınırları içerisinde olduğunu kanıtlamak için imza atmak zorundasın. Her ay farklı bir deftere olmak üzere otuz günlük kutucuklar halinde, her odanın numarası ve üyeleri belli olan, ay sonuna doğru her yaprağı kırışmış hale gelen bu deftere atıyoruz imzayı. Her gün iniyor güvenliklerin bulunması için sonradan yapıldığı belli olan pvc kabinin önünde duran, imza saatinde kantinden getirilen masanın üzerinde bulunan deftere ufak bir imza atabilmek için bir sürü sıra bekliyoruz.

    Neyse ki imzayı atıyoruz ve bugün anlaştığımız gibi erken film izlemek için odaya geçiyoruz. Ne kadar sözleşip anlaşsak da hiçbir zaman saatinde başlayamıyoruz filme. Çünkü odaya gelir gelmez kalabalığın ve burada yaşadığımız hayatın anlatılmaya değer olması film saatinin gecikmesine sebep oluyor. Herkes ilk önce gün içinde yaşadığı önemli olaylardan bahsediyor ve oda hayatının vazgeçilmezi sohbetleri başlıyor. Hemen su ısıtıcıyı prize takıyoruz ve yaptığımız çay ve kahvelerden hem yudumlayıp hem de çikolata ve bisküvi tarzı bir şeyler atıştırıyoruz. Daha kahveler bitmeden bizim o hayata direk bağlandığımız, vazgeçilmez kablomuzu tıpkı kasap post misalindeki gibi odanın ortasına seriyoruz ve çalışma odasından getirdiğimiz bir sandalyenin (sandalyeler bu şekilde daha çok işe yarıyor) üzerine koyduğumuz bilgisayarın fişini takıyoruz rahatça. Arada misafirlerimiz de olduğundan yataklara tıkış tıkış doluşuyoruz ve bilgisayarın ekranından yansıyanları rahatça görebilmek için uygun pozisyonlar alıyoruz. Aramızdan bir fedakâr seçiyoruz ve filmi başlatmadan önce daha iyi odaklanmak için ışıkları da kapatıyoruz. Gerekli ayarlar yapıldıktan sonra, seçmek için epeyce tartışıp bir orta yol bulduğumuzda filmi başlatıyoruz. Sonradan gelenler filmin adını sorup neler olduğunu anlamaya çalışınca biraz homurdanmalar da yaşanıyor ama sonradan sessizlik tekrar oluşuyor. O kadar kişi hele bizim odada olup da sessiz olunca bu anların sadece böyle özel zamanlarda yaşandığını alıyorum.

    Filmi hemen hemen ortalayınca hem gözlerimizi rahatlatmak hem de bir sigara molası amacıyla filme ara veriyoruz. Koridora çıkıp da sigaramın fitilini ateşlediğimde hala filmi izlerken birkaç arkadaşımın söylediklerini tekrarlıyor ve koridorda yankı yaptırırcasına basıyoruz kahkahayı. Öyle ki bazen filmi izlemeye gelen arkadaşlarımın benle aynı şeyleri izlerken acaba farklı şeyler mi görüyorlar diye merak ediyorum. Transformers diye robotların oradan oraya uçtuğu ve bilim kurgu olduğu çok aşikâr bir filmde; eski zamandan kalma bir robotu görünce “anaaa robotun sakallarına bak! Hee sakalları da var.’’ dendiğinde gülmemek gerçekten elde değil. Bununla da kalmıyor o metal yığınlarının şekilden şekle girdiğini ve kollarından çok etkili silahlar çıktığına aldırış etmiyorlar da, sahne gereği bir robotun ayak kısmı suya değdiğinde “Şimdi bu robot paslanmayacak mı?” diyor. Gerçek film benim için o andan sonra kopuyor ve filmin mola vermeden önceki son on dakikasını tamamen gülmek krizinden dolayı gözlerim yaşlı seyrediyorum. Moladan sonraki kısımda da filme yönelik bu türden saptamalar devam edince, filmi izlemeyi hepten bırakıp ilgiyi onlara yöneltiyorum ve türü aksiyon olan film çoktan komedi olup çıkıyor.

    Film bitiyor ve herkes ışıklar açıldığında, gözlerinin buna alışmasını bekliyor önce. Birkaç arkadaşım gürültüye rağmen çoktan uykuya dalmış oluyor. Bir kaçı ise teşekkür edip odalarına gidiyor. Ben ve arkadaşım da artık zamanının geldiğini düşünerek koridoru dumana boğmaya başlıyoruz. Döndüğümüzde bilgisayar kaldırılmış, kupalar yıkanmış ve sandalye de ait olduğu yere götürülmüş olarak karşılıyor oda bizi. Ama dikkatimi hemen yerdeki kablo çekiyor ve kızacak birini aradığımda hepsinin uyuduğunu fark ediyorum. Anlaşılan bu iş de bana düşüyor. Kabloyu hemen topluyorum ve yatağıma geçiyorum.

    Yatağıma uzanınca şimdilerde mezun olup yurttan çıkan bir ağabeyimin lafı geliyor aklıma. Yurda ilk geldiğim zamanlar yurdu ve etrafı konuşurken “Her ne kadar yabancı olsan da buraya çabuk alışıyorsun.” diyor ve ekliyor “Bir güzelliği daha var: Yurdun yataklarını pek beğenmezsin ama yine de ne şartla olursa olsun başını yasladığın anda uyursun.” Belki bu lafın psikolojisidir. Belki de yurdun öğrencilere bunca şey arsında bir hediyesidir; ama gerçekten doğrudur. Yatağa girdiğim anda ne halde olursam olayım, çok fazla düşünmeye fırsat kalmadan uyuyorum tüm arkadaşlarım gibi. Aklımda hala izlediğimiz filmde arkadaşımın fark edip de bizim ancak söylendikten sonra görebildiğimiz sakallı robot figürü var. Hala gülümsememek elde değil. İzlediğim en farklı filmlerden biri olarak geçti kişisel tarih sayfalarıma bu tatlı anı.

    Bu düşüncelerle dalıyorum uykuya. Yatak mı bana yoksa ben mi yatağa sarıldım pek ayıramıyorum. Uyku beni bir ucumdan tutup çekiştiriyor kendi dünyasına doğru. Sonra ne yatak kalıyor, ne film, ne gürültü ne de en ufak düşünce. Daha tam tanımlayamadığım bir hiçliğin ötesine geliyorum yavaştan. Sakince ama sessiz, ağır, olabildiğince derin ve yumuşak...




    ***





    Ben-Günaydın

    Uyanmak ne kadar zor geliyor. Yastığın altındaki telefonumdan yayılan titreşim ve onu takip eden kulak tırmalayıcı melodi, beni o derinlikten alıp gerçek dünyaya sertçe düşürüyor her sabah. Beynim yine, yeni açılan ve her programını sırayla devreye sokup çalışan bir bilgisayar gibi, düşüncelerimi sıraya koyuyor ve onları bir bir aktif hale getiriyor. Hiç kalkmak istemediğim halde derse gitmek için doğruluyorum, darmaduman bir şekilde yatağımdan.

    Koridorda sallana sallana karşı camdan havaya bakıyor ve daha yüzümü yıkamadan ne giyeceğime karar vermiş oluyorum. Gece içtiğim kahvelerin etkisiyle olsa gerek bedenim beni doğru tuvalete yönlendiriyor ve ikinci defayla yüzümü yıkarken uyanıyorum. Ne kadar uyursam kâr diye alarmı dersten yarım saat öncesine kurduğum için hızlı hareketlerle çorap, gömlek, pantolon, ayakkabı, ders kitabı, kalem, telefon derken odanın kapısını kapatıyor ve okula doğru yol alıyorum hızlı bir şekilde. Yarı uyanık yarı uykulu halde ders bitince kahvaltı için yurda dönüyor ve arkadaşlarımla kantinde üzerimize sinen ve dört bir yanı sarmış patates kızartması kokusuyla birlikte sırada bekliyorum ve günün ilk sohbetlerini ediyorum. Masaya geçtiğimde afiyet olsun komutlarıyla başlıyor ve tebrikleri kabul edermişçesine önümden geçen arkadaşlarımın bana afiyet olsun demesine teşekkürlerimi sunuyorum.

    Kahvaltıdan sonraki sigara keyifleri bambaşka oluyor. Eline çayı alan, türlü markalardaki sigaralarını tam gaz ateşliyor ve çayla orantılı bir şekilde bu anın tadını, mavimsi dumanları içine hızlıca hapsedip ağırdan ağırdan dünyaya salıyor. Ders saatine az kalmış. 106 beni bekler: dişimi fırçalayıp derse geçmeliyim.




    ***



    Ben-Ders

    Rutin şekilde erken kalkıp acil olarak hazırlanıp, okula gittiğim günlerden biri bugün de. Ama sanki uyandığımda terliklerimi giyerken o siyah karolarda başka bir şey gözüme çarpmış gibi. Az daha uyuyayım, sonra biraz daha derken nasıl yıkanıp giyindiğimi tam anlayamadan çıktım odadan. Geç kaldığım bir dakika için koca bir dersten olduğumu ve devamsızlığımın bana açılan tüm kredilerini, limitlerini zorlayana dek kullandığımı bildiğim için biraz daha gecikmeyi göze alamıyorum açıkçası. Nihayetinde derse kılı kılına yetiştim. Neden sonra anladım yerde kablonun kalmış olabileceğini ve aklıma dank etti tam olarak. Seyfettin ağabeyin nerede ve ne yapıyor olduğunu düşündüm. Hoca Kholberg’in ahlak yasasından bahsederken ben Seyfettin ağabeyin bu duruma göre bize söylediği sözü tutup tutmayacağını düşünüyorum. Eğer ahlak yasasına uyarsa ve benim sabahki yarı uykulu, çapaklı gözlerle gördüğüm görüntü kablonun yerde olduğu gerçeği ise, o kablo Seyfettin ağabey odaya girdiği andan itibaren kendine yepyeni bir köşe bulacak. Çünkü ahlak yasası insanlara söylediğin sözleri tutman gerektiği anlamına geliyor. Hemen kablodan sonraki olanlar aklıma geliyor: ya Yılmaz de odada ise. Acaba Seyfettin ağabey nerede ve şu an ne yapıyor…




    ***






    Seyfettin-Kablo

    Arkadaş bu yaşa gelmiş ama daha tuvaleti temiz bırakmayı öğrenememiş. Bu insanları anlamıyorum ha. Ne demeye yaparkenki rahatlığın keyfini sürüyor da başkasını düşünmeden öylece çıkıp gidiyorlar. Duşta kirli çamaşırlarını mı bırakanlar, tuvaleti temiz mi bırakmayanlar, muslukları açık mı bırakanlar, sağa sola izmarit mi atmayanlar, eline bulaşanı duvara mı silmeyenler, balkon duvarında ayakkabı numarasının izini çıkarmaya mı çalışanlar, çöpü çöp kutusundan başka her yere mi atmayanlar… Ne ararsan var burada. Yahu bunlar nasıl bir hayat yaşıyor anlayabilmiş değilim doğrusu. Eminim bu tatiller de olmasa yurt bir yılda çöplükten, kirden, pasaktan geçilmez bir yer haline dönerdi. Bunu ne ben değil belediye bile beceremezdi. Priz kutularının olduğu yerde daha bir başka hale gelmiş durumda. Yanı başındaki balkonda sigara içip çöpü kovaya atmazlar da koridorda içip sağa sola atarlar. Bir gün oturup saysam bir gecede kaç paket sigara içilip de bu koridorun sisli görünümünü anlasam ve bundan ne zevk alıyorlar bilsem şaşırıp kalacağım. Bu hiç değişmiyor da üstelik. Galiba yeni gelen üstlerden alışıyor da ihtarlarımıza uymuyor. Sanki iyi bir şey yapıyorlarmış gibi alt devrelere aktarıyorlar huylarını. Bir an önce şu temizliği bitireyim de bunları düşünmeyeyim artık diyorum ama şimdi odaları süpürmeye başladığımda göreceğim manzaralar durumu daha kötü yapacak. İlk oda ve ben birkaç yıldır bu odadan daha düzensiz, daha pis, daha saçma bir oda görmedim. Bütün odaların çöp kovalarını ağzına kadar dolu hale topluyorum ve 101’e geldiğimde bir bakıyorum çöp kovası bomboş. Çünkü adamlar çöpü kovaya atma gibi bir fikre sahip olmadıklarından çöpler hep yerlerde karşılıyor beni. Şaşılası bir durum yahu bu. Sabah sabah kendi derdime sinirlendim yine. Ne kadar kızsam şikâyet etsem değişmedi bu durum. O çocuklar kesin seçilip de alınmış bu odaya bence. Yoksa böyle bir şey görmedim ben bu zamana kadar. Bence bu adamlar tüm yurdu çöp kovasına döndüreceğinden bir oda feda edilmiş ve hepsi aynı yerde toplanmış. Bu da benim şansım olsa gerek.

    Acımayacaksın, düşünmeyeceksin arkadaş ben bunu anladım. Kaç zamandır bu kadar abartılı olmamıştı bu olaylar. Bakalım bu odada ne çıkacak karşıma. Hayda! Buyur buradan yak. Ne kadar kendimi bu tür durumlara hazırlayıp girsem yine gördüğüm manzara beni krize sokmaya yetiyor da artıyor. Ben bu kabloyu kullandıktan sonra toplayın bir daha görmeyeyim demiştim bu adamlara. Toplayın de engel olmasın bana. Kaç kez burun buruna geldim ama demek fayda etmemiş birazcık bile olsa. Hadi kablo yerde onu geçelim. Ucunda bir alet olsa bari de desem ki kullanıldığı için öyle kalmış da çocukları işi olduğu için yerde bırakmışlar; ama kablo yerde öylece yatıp duruyor. Ucunda ne bir alet ne de başka bir şey var. Bomboş duruyor önümde ve aynen bana: bu kablo senin için bir engel olarak koyuldu, özellikle sen gel ve işini yaparken zorlukla karşılaş işin aksasın duygusunu hissettiriyor. Yani şimdi ne yapayım buna ben. Bunlar çok oluyor artık. Hepsi de uyuyor umursamaz. Biri ikiyi geçti bu iş arkadaş. En iyisi alayım da kabloyu görün gününüzü, nasıl yapıyorlar ne kullanıyorlar beni ilgilendirmez artık. Ben de burada çalışıyorum sonuçta ve kimsenin işime engel olmasını da istemiyorum. Yetti ha! Bu kablo çoktan alınmalıydı aslında. Suç bende iyilik yapıp da görmezden geliyorum. Bakalım bundan sonra ne yapacaksınız.




    ***




    Ben-Ders

    Dersteyim ama bir türlü odaklanamıyorum konuya. Aklım odada kaldı. Ders de zaten hocanın bir o sayfadan bir başka sayfaya atlayarak cümleleri anlaşılmaz bir hal aldığından dinlemek imkânsızdı. Bölümümün amaçlarına yönelik olarak terapi yöntemleri hakkında teorik bir ders alıyorum ve bu kısmı zevkli olmaktan çok uzak olsa da sınıfta uygulamaya dönük olarak yaptığımız örnek terapiler, merak uyandırdığından teorik kısma katlanmamı sağlıyor. Şimdi bilişsel yönden karşınızdaki kişinin fikirlerini anlamak ve değişiklik yapabilmek üzerine bir yöntem işleniyor. Hocam, aramızdan bir gönüllü getiriyor. Ebatları ve yükseklikleri aynı boyutlarda olan sandalyeye oturmadan önce arkadaşıma oturması için sandalyeyi gösteriyor. Konuyu cinsiyet rollerinden başlatıyorlar ve hocam hem oturuş tarzıyla hem mimikleriyle hem de cümle kurarken özenli oluşuyla bize örnek temsil ediyor. Aynı zamanda sorduğu sorular ve karşıdakini dinlerken aradan yakalayıp çıkardığı kısımlarla tecrübesini konuşturuyor. Bize nerelere önem vereceğimizi, hangi sözlerin bizler için nasıl soruya dönüştürüleceğini gösteriyor. Danışanının duygularını kısa sürede yakalıyor ve ona bunları nasıl geliştirdiği, nasıl değiştirebileceği gibi yönler hakkında fikir geliştirip uygulayabilmesi için yönergeler sunuyor. Sonuç olarak bizim işimiz insanlara çözüm bulmak olarak görülse de; danışanlarımıza sorunlarının tam olarak ne olduğunu fark etmelerini sağlamak ve çözüm yolları üretip hayata geçirmelerine motive etmek anlamına geliyor. Çoğu insan bizlerden sorunlarına dönük çözüm önerileri bekleyerek geldiğinden, bu süreçte aslında çözümü üretecek olanın kendisi olduğunu anlayınca hayal kırıklığı oluşabiliyor.

    Teoriyi çok iyi bilse de bize aktarmakta sıkıntı yaşayan hocamın, iş uygulamaya geldiğinde mesleğini konuşturduğunu görüyorum ve öyle olabilmek için pek de bir şey yapmadığımı görünce şimdilik atıyorum bu düşünceyi kafamdan. Hocam dersi genelde ara vermeyecek şekilde düzenlediğinden arada gerçekleştireceğimiz rahatlamayı bu uygulamalar sırasında yapmış oluyorum. Şimdi de bir kız arkadaşımın idealleri ve hayalleri olmasına rağmen bu uğurda savaşmak ve çaba harcamaktan çok uzak olması üzerine bir uygulama başlatılıyor. Bu da öbür uygulama ile aynı süreçte işliyor fakat çözüm açısından danışman farklı bir yol izleyerek danışana amaçlar oluşturuyor ve ondan bunların kendisine uygun olanları seçip gerçekleştirmesini istiyor. Tabi bunlar tam anlamı ile gerçekleştirilen terapiler olmuyor. Çünkü gerçek bir terapi tamamen danışan danışman arasında kalıyor. Bizim için göstermelik konular ve göstermelik bir terapi yapılıyor. Ne kadar da yapmacık olsa insan oraya çıkınca anlatacağı yapmacık sorunları bile kendi hayal dünyasından; yani kendinden seçmiş olacağı için danışan gayet yüzeysel ve yalın olarak uygulama yapmaya özen gösteriyor. Sınıfı da birkaç kişi resim, video çekimi yapmaya çalışırken gördüğü için uyarıyor ve kayıtlı verileri sildiriyor. Dikkatimi tam yoğunlaştıramasam da der bu şekilde ilerlediği için birkaç tüyo öğrendim ve tamamen de kopmamış olduğumu görünce içimi rahatlattım. Uygulamanın bitmesi dersin bittiği anlamına geliyor ve birkaç arkadaşımla sonra gerçekleştirmek üzere planlar yapıp yurda doğru kahvaltı için iniyorum. Öğleden sonra da boş olduğum için kahvaltıdan sonra odaya geçmeyi düşünüyorum. Eyvah! Tamamen aklımdan çıkmış bu kablo. Nasıl da unutuvermişim bir an öyle. Acaba son durum nedir diye merak ediyorum ama şimdiye olanın olmuş olduğunu varsayarak kahvaltıdan sonra rahat rahat çıkıp ne olduysa görürüm zaten diye düşünüyorum.




    ***



    Ben-Oda-Biz

    Kahvaltı yapmak da mesele arkadaş ha. İyi bir gün erkenden işimizi bitirip odamıza çıkalım dedik yani. Sıra kantinden taşıyor sanki. Bekle dur şimdi bir parça atıştırmalık bir şey için. Sıra bize gelene kadar o da kalmayacak galiba. Biter tüm kahvaltılıklar, ben de bu kadar sırayı boşuna beklemiş olurum ve kek poğaça bir şeylerle idare ederim.

    Bir tabldot aldım nihayet. Eh pek bir şey kalmasa da idare eder gibi. Acele bir şeyler aldım hemen. Birkaç tanıdık arıyorum bu sırada tek başıma yemek durumunda kalmamak için. Tanıdık çok oluna zor da olmuyor. Geçiyorum hemen kahvaltıyı ortalamış olan arkadaşların yanına. Afiyet olsun beyler diyorum ve ben de başlıyorum hemen. Biraz soğumuş patates kızartması, bir dilim peynir, biraz domates ve salatalık aldım bugün. Çay artık olmazsa olmazım olmuş o da var. Pek sohbete de girmeden acele acele yapıyorum kahvaltıyı. Nerdeyse onlarla aynı anda bitiyor benim kahvaltım da. İçmek için bir büyük su alıyorum ve vakit kaybetmeden odaya doğru yürümeye başlıyorum.

    Merdivenlerden çıkıp da bizim o tanıdık koridora daha girmeden bildik koku karşılıyor beni. Koridora girdiğimde daha da artan çamaşır suyunun keskin kokusu temizlikçi Seyfettin ağabeyin bu koridoru ziyaret ettiğini işaret ediyor. Görünüşe bakılırsa paspas yapılalı o kadar çok da olmamış. Yarım saat kadar olmalı diye düşünüyorum çünkü karoların üzerindeki o kokuya sebebiyet veren sıvı daha kurumamış. Hemen sola dönüp lavaboların olduğu bölgede mi diye bakıyorum ama Seyfettin ağabey galiba işini bitirip gitmiş kattan. Neyse deyip odaya geçiyorum.

    Günaydın Yılmaz daha yeni mi uyanıyorsunuz hadi kalkın bakalım. “Seyfettin geldi odaya.” devamını bildiğim halde yine de sormak istiyorum: ”Eee?” diyorum ve aslında uyanmış da yatağında uzanmış kütüğü konuşması için teşvik ediyorum. “Kablo yine yerde kalmış geceden, ben uyuyordum alıp götürmüş.” Hiç lafını kesmeden gerisini bekliyorum çünkü anlatacakları bitmemiş gibi görünüyor. “Daha sonradan koridoru paspas yaparken gördüm. Sordum o almış. Vermeye de niyeti olmadığı için hiç istemeye yeltenemedim. O da zaten ben sormadan ‘vermem’ dedi.” Arkadaş niye toplamadınız gece? Sabah aceleyle çıktım farkında olamadım, sonradan anladım yerde kaldığını. “Telefon vardı Mustafa’nın(odamın bir başka üyesi). O da gece uyanmış uyku sersemi telefonunu almış ama kablo kalmış. Seyfettin ağabey de sabah görünce sözünü tutmuş işte olan biten böyle.” Hak ettik yani? “E biraz öyle ama yine de alması iyi olmadı yani. Bize bir sorsaydı vermezdim ama öylece alıp götürmüş.”

    Fazlaca konuşmadım Yılmazla. Kablo gidince odaca ortak olarak yaptığımız ve hem de bizim için gerçekten yarayışlı bir şey olması yüzünden yüzüm asıldı olanlara. Aslında önemsediğim şeyin, kablonun işlevinden öte birlikte bir şeyler yaptığımız ve işler başardığımız duygusunu vermesi olduğunu far ettim. Odaca birlikte bir şeyler yapmak hoşuma gidiyordu ve bunlardan birisi ellerimden kayınca sanki eksik hissettim. Oturduğum yataktan kalktım ve çamaşır kurutma odasına astığım birkaç parça giysimi almaya gittim. Odada giysilerimi katlamaya çalışsam da ütü yapmadan bunun mümkün olmayacağını anlayınca tekrar ütüyle birlikte çamaşır kurutmaya geri döndüm.

    Giysilerimi elde yıkadığım için de yıkandıktan sonra ütüye olan ihtiyaçları artıyor. En son giysilerimi yıkatmak için yurdun en alt katındaki çamaşır makinelerinin bulunduğu bölüme üç lira karşılığı verdiğimde geri aldığım şey: kırk liralık bir tişörtümün makinenin bilmediğim(kapak kısmı diye tahmin ediyorum) bir yerine sıkıştığı için yırtılması olmuştu. Hal böyle olunca ben de artık el-matik kullanarak yıkıyorum çamaşırlarımı. En azından ne kadar temiz olacağını ve yırtılıp yırtılmayacağını biliyorum.

    Çamaşırlarımı kenara koydum ve ütünün ısınmasını beklerken içlerinden bir kısım oluşturan göleklerin üstesinden gelip gelemeyeceğimi dündüm. Bu düşüncelerle başladım zorlu ütüleme işime. Orasını çeviriyorum olmuyor burayı katlıyorum olmuyor. Sanki ütü ve çamaşır benle dalga geçiyor gibi. Doğru dürüst şekil bile almıyorlar yahu bak zaten sinirim tepemde bir de sizinle uğraşmayayım diyorum ama nafile. Bu halimde yararlanıp kendilerini ütünün sıcağında dağlatıp delik deşik olmak istiyorlar galiba. Bir beceremedim zaten şu ütüyü. Ama onun da üstesinden gelirim elbet.

    Bir yandan beynim bu çamaşırları yakmamı emretse de bir yanım kabloyu, yani birliğimizi tekrar kazanmanın yollarını düşünüyor. Gidip bir tane daha almak sorun olmayacaktır elbette. Ama sonuç olarak Seyfettin ağabey ve biz hep burada olacağımızdan yeni kablomuzun ömrü eskisine göre daha kısa olacaktır. Bu yüzden ne yapıp yapmalı ve Seyfettin ağabeyle bir çözüme ulaşıp kablomuzu güvenli bir şekilde almalıyız. Böylece ne yeni kabloya ne de başka anlaşmazlıklara gerek kalır. Ooo düşünmesi çok kolay oldu bakıyorum ama gel gelelim Seyfettin ağabey bu işe ne diyecek. İşin bir de Yılmaz boyutu var: onu hiç düşünemedim bak. Seyfettin ağabey sırf kütüğe zıt gittiği için bu işi çok daha zor bir hale sokabilir. Bakalım artık şansımı bir deneyeceğim ve aslında hiç istemediğim bir şeyi yapmak durumunda kalacağım: Seyfettin ağabeyle olan sohbetimi kullanarak ondan kabloyu isteyeceğim. Bu bizim bu krizi çözmek adına son şansımız olacak.

    Ben bu ütünün ne kadar berbat bir alet olduğunu ve işe yaramaz olduğunu düşünüp suçu kendi beceriksizliğime değil de ütüye bulmaya çalışırken çamaşır kurutmayı kimin ziyaret ettiğini görünce gerçekten çok afalladım.




    ***


    Ben-Seyfettin ağabey-Ütü masası

    Çamaşır kurutmanın bir köşesinde ufak bir prizin yanına tıkıştırılmış ütü masası. Çoğu zaman üzerinde elbiselerin ütülenmesinde değil, özel olarak konuşmak isteyenlerin telefonlarını masanın hemen yanındaki prize takarak dirseklerini dayadığı bir araç olarak kullanılıyor. Ayrıca çoğunlukla ders çalışmada güçlük çekenlerin özel çalışma masası görevini üstleniyor. Mesela ben sesli tekrar yapacağım zamanlar oraya geçip masaya yaslanırım ve başlarım kendime ertesi gün sınavına gireceğim, öğrenmek zorunda olduğum dersin içeriğindeki tümceleri bir bir beynime vurmaya. Böylece işitsel yönümü de kullanırım ve çamaşır kurutmanın duvarlarından dönen sesler beni daha çok öğrenmeye teşvik eder. Asıl amacını asla kullanamayız ya da çok nadir olarak ıslak giysilerimizi asabilmek için yer buluruz. Futbol maçı oynayıp da terden dört köşe olmuş çamaşırlar, havalandırmak için bırakılmış; odada koku yapacağından buraya bırakılmış ayakkabılar, renk renk havlular, lifler, duş süngerleri, çoraplar, tişörtler, pantolonlar, gömlekler, kuruduktan sonra alınmadıkları için köşelere itilmiş çamaşırlar, Seyfettin ağabeyin nizamlı olarak değerlendirmeye almadığı yatakların üzerindeki her şey... Tam anlamıyla bir ıslak, kuru, unutulmuş hafif kokmuş, çamaşırlarla dolu bir oyuk adeta ve her isteyen hatta Seyfettin ağabeyi bile bu oyuğa istediklerini atma konusunda tereddüt etmeden davrandığı tek bölge.

    Ben etrafımda gördüklerimi, havadan kokladıklarımı, elimle dokunduklarımı ve aklımdan geçenleri, elimde sinir olduğum ütüyle birleştirirken içeri giren Seyfettin ağabey beni ilk önce sanki kablo için konuşmak üzere geldiğini hissettirse de heyecanım geçtikten sonra onun buraya, her temizlikten sonraki rutin kontrolü için geldiğini anladım. Bana ve ütüye baktıktan sonra çamaşır kurutma odasının kapısını kapattığında aklımdan geçen sayısız düşüncenin çokluğuna şaşırdım. Konuşmak üzere kendinizi ani olarak hazırladığınızda birden olayın sona erdiğini fark etmek garip olsa da insanda bir hırs uyandırıyor ve suçlu durumdan sanki haklı duruma geçmiş hissediyorsunuz. Tekrar kendimi toparlayıp zaten yakmak üzere olduğum giysilerimin daha da berbat olmaması için ütüyü sağlama alıp fişini çekiyorum. Sonrasında direkt olarak koridora dalıp Seyfettin ağabeyle karşılaşmak istiyorum.

    Kapıyı açtığım anda aynı şoku yaşayacağımı hiç tahmin etmeden kapıyı açtığımda başka bir elin de aynı şeyi yapmaya çalıştığını fark ediyorum. O zaman olayın farklı anlam kazandığını anlıyorum çünkü ne Seyfettin ağabey kapıdan içeri giriyor ne de ben çıkıyorum. Kolay gelsin ağabey diyorum. “Sağ ol.” diyor ve ekliyor hemen “Habu aldığım gablo sizin odanın değil mi?” diye soruyor. Evet ağabey bizimdi de almışsın kabloyu ben odada değildim ne oldu ki kızdın öyle diyorum sonra. “Niye yerde bırakisiz ki gabloyu.” diyor sonra ağabey bana. Bunu söylüyor ama öyle anlıyorum ki daha şimdiden istesem kabloyu vermeye hazır bir hali var. Galiba son çare olarak kabloyu aldı gözüyle baktığımız ağabey bizi sadece daha duyarlı olmaya davet ediyor ve bunu da bu şekilde yaparak onu daha iyi anlamamızı bekliyor. Bu durumu boşa çıkarmamam gerek. Çünkü şu an kabloyu Seyfettin ağabeyden alırsam sorumluluk bana ait olacak ve bir daha ters bir durumla karşılaşırsak aramız bozulacak. Seyfettin ağabeyle sohbetimizi balkona aşıyoruz ve anlattıklarının hiç de boş yere olmadığını fark ediyorum. Gerçekten kablo ona bir engel ve bunun da engellenmesi gerek. Konuşmamızı bitirdiğimizde yaptığım anlaşmadan hem mutlu oluyorum hem de iki tarafın da bundan sonra daha iyi anlaşacağına inanıyorum.

    Yaptığım anlaşmaya göre kabloyu alma şartımı Seyfettin ağabeye anlattığımda, Seyfettin ağabey de bundan hoşnut gözüktü. Eğer bir daha kabloyu yerde ve sana engel oluşturacak halde görürsen bil ki biz görevimizi yapmadık ve al götür ağabey. Kendi işini yapmana engel olma hakkımız yok çünkü. “Zaten bir daha görürsem alırım daha da geriye vermem.” diye onaylıyor Seyfettin ağabey beni. “Zaten seni gördüğüm için veriyorum. Ya değilse vermezdim başkasına.” Dediğinde gururu okşanıyor ve onun için önemli odlumu bilmek beni çok mutlu ediyor. Samimiyetimizin bu işe karışmadan bu işi hallettiğimiz iyi oldu.

    Bu olay kapandıktan sonra Seyfettin ağabeyin uzattığı sigarayı yakıyorum ve birlikte farklı konulardan bahsetmeye başlıyoruz. Seyfettin ağabey balkondan yere değinceye kadar sigarasını takip ettikten sonra bir eyvallah ediyor ve çıkıp gidiyor. Ben balkonda kalıyorum ve bu işi temizce bitirebildiğim için kendime bir sigara daha ödül veriyorum. Bu kaçamak olacak çünkü sigarayı bırakma yolunda çok büyük adımlar attım ve güde dört taneye kadar düşürdüm.

    Kabloyu alıp doğruca oda

      Forum Saati Ptsi Nis. 29, 2024 3:08 pm