Ne seçim yaparsan yap aklın hep
seçemediğinde kalacak
Elindeki silahı, kadının kafasına doğrulttu. Tam o
sırada telefonu çaldı ama o aldırış etmedi. Didem’e
Silahını tutmaya devam etti, kaşlarını çatarak. Bu
durumdan memnun gözükmüyordu fakat bunu
yapmak zorunda olduğunu bildiği için sorun olarak
algılamıyordu. Birkaç saniye bekledikten sonra, ona
doğru bakıp, hafifçe ve sahte bir gülümseme bıraktı.
Kadın onun sahte bir gülümseme olduğunu sezmişti
zaten. Dizlerinin üzerine doğruldu ve gözlerini kapadı.
Dört saniye sonra, beyninin tam ortasına kocaman bir
makineli tüfek kurşunu isabet etmişti bile. Beyninden
dağılan parçalardan biri adamın yüzüne doğru geldi,
bu durumdan tiksindi. Kadının bedeni sanki zaman
10,2 kat yavaşlamış gibi ağır ağır arkaya doğru
düşmeye başladı. Yaklaşık altı saniye sonra, Didem’in
bedeni artık boş bir et çuvalıydı.
Katil, elindeki tabancanın ucuna sıçrayan kan
damlacıklarını cebinden çıkardığı mendille sildi ve
mendili yaktı. Elindeki eldivenleri de yavaşça,
dikkatlice çıkardı ve yenilerini giydi özenle. Birkaç
adım ileri attı ve Didem’in cesedine doğru ilerledi.
Yavaşça cesedi kucağına aldı, üzerindeki pardösüsüne
Didem’in kanları boşalmaya devam ediyordu ama
onun umurunda değildi. Kucağındaki kadını yavaşça
arabasının bagajına doğru taşıdı. Bagajın kapağını
açmadan önce Didem’i yere bıraktı ve üstünü çırptı,
lekelerin geçmeyeceğini bildiği halde. Kapağı açtı ve
Didem’i içine attı. İçeriden de bir bidon benzin aldı ve
arabanın koltuklarına, direksiyonuna, Didem’in
üzerine boşaltmaya başladı. Benzin sıvısı saçlarına
doğru gelince, siyah uzun saçları kafasına yapıştı, jöle
sürmüş gibi bir görüntü kazandı. Kafasındaki kurşun
deliğinin içerisine sıvılar aktıkça, tepki olarak dışarı
kanlar boşalıyordu.
Benzin dökme işlemini bitirdikten sonra bagajın
kapağını kapattı ve arabanın kapılarını da kapattı.
Cebinden bir çakmak çıkardı ve çakmağa bir süre
baktı. Ardından arka cebinden de bir paket Marlboro
çıkardı ve sigarasını çakmağıyla yaktı. Birkaç dakika
sonra son dumanını da içine çekti ve hiç almadığı
kadar çok haz aldı. Sigaraya altı yıl önce başlamıştı ve
giderek bağımlılığı daha da artmıştı. West ile başlayan
sigara bağımlılığı Marlboro’ya kadar gelmişti.
Günde neredeyse üç paket bitiriyordu. Yüzündeki
kırışıklıkların arasından süzülen duman havaya
karıştıktan sonra çakmağını bu kez sigara için değil de,
arabayı hurda yığınına çevirmek için yaktı. Diğer
elindeki izmariti yere attı ve arabanın yanına doğru
tekmeledi. Daha sonra çakmağı da arabanın üzerine
fırlattı. Araba dört saniye içinde tamamıyla yanmaya
başlamıştı. Arabadan gelen alevlerin saçtığı ışık,
beyazlamaya başlayan uzun siyahımsı saçlarını
aydınlatıyor ve beyazlarını daha ön plana çıkarıyordu.
Siyah olan gözlerinin, bebekleri alevi yansıtıyordu.
Birkaç dakika daha bekledi. Arkasını döndü ve
yürümeye başladı. Cebinden telefonunu çıkardığı
sırada, kolu koparak yere düştü. Hayatındaki en acı
dolu yakarışı bastı ve yere çöktü.
Arabanın patlamasıyla, kopan demir parçası saatte 354
km/h hızla gelip, katilin kolunu kesip kopartmıştı.
Katil sol koluyla telefonundaki numarayı tuşladı ve
hoparlöre verdi. Kolundan acayip derecede kan
fışkırıyordu fakat şu durumda yapabileceği hiçbir şey
yoktu. Yardım beklemekten başka…
“Didem öldü!”
Elindeki silahı, kadının kafasına doğrulttu. Tam o
sırada telefonu çaldı. Sağ eliyle silahını tutarken, sol
eliyle elini ceketinin sağ bölümüne daldırdı ve Nokia
5130 Xpress Music’ini çıkardı. Gelen numarayı
cevaplama tuşuna bastı.
“Buyurun efendim… Evet, öldürmek üzereyim…
Neden? Tamam efendim… İşini bitirir bitirmez
yanınıza geleceğim… Peki efendim… Size de, hemen
geli-----”
Adam telefonda konuşurken, Didem ani bir hamle ile
sağ ayağını adamın sağ eline savurdu ve silahını yere
düşürdü. Birden sol dizini adamın kasıklarına geçirdi
ve adam eğilmek zorunda kaldı, acı içine inleyerek. Sağ
diziyle adamın suratına haşince bir diz attı ve adamın
burnu kırıldı ve kanlar akmaya başladı. Katil yere
yığıldıktan sonra Didem, telefonunun üzerine bastı ve
telefonu 34 parçaya ayırdı. Yere düşen silahı aldı ve
adamın beynini dağıttı. Silahı yan tarafta bulunan göle
fırlattı. Silah 2 metre sağa doğru sapmayla 30 metre
uzağa gitti ve 10 metre derine battı.
Son bir kez katilin suratına baktı, yüzünden kanlar
akıyordu… Gözleri hala açıktı ve psikopatça Didem’e
bakıyordu. Sanki ölmemişti, onu öldürmüştü ve
bundan zevk almıştı. Bu zevkin verdiği rahatlıkla böyle
bir bakış atmıştı. Ama öyle bir şey yoktu, katil ölmüştü
hem de beyni dağılarak…
Arkasını döndü ve katilin arabasına doğru ilerlemeye
başladı. Tam arabaya binecekken, geri döndü. Katilin
cesedinin yanına tekrar gitti ve dar siyah
pantolonunun arka tarafındaki bölmeden çıkarttığı
bıçakla, katilin bütün parmaklarını kesti. Daha sonra
cebindeki kimliğini – sahte olduğunu bildiği halde –
aldı ve arka cebine koydu. Silahla adamın suratına
mermi yağdırdı ve tanınmayacak hale getirdi. Daha
sonra arabaya tekrar döndü ve yola koyuldu…
Didem, henüz on altı yaşındayken, babasının
düşmanları yüzünden kaçırılmıştı. Yaklaşık bir hafta
onların elinde türlü işkenceler görmüştü. Babası bir
asker olduğundan, ona karşı olan bir terörist grubu,
Didem’i okuldan çıktıktan sonra kaçırmışlardı. Ne
olduğunu ilk başta anlamamıştı fakat babasıyla
yaptıkları konuşma sonucu her şeyin farkına varmıştı.
Bir terörist lideri ele geçirilmişti ve Didem bu yüzden
kaçırılmıştı.
1990
Didem, dehşet içinde olanları izliyordu. Elleri, ayakları
bağlıydı. Ağzında kocaman bir bant vardı. Dört tane
terörist karşısında telsizle konuşmaya çalışıyordu.
“Komutan. Kızın elimizde.”
“şerefsiz, adi herifler.”
“Başkanımızı ver, kızını al.”
“Ben sizden onu alırken tüm her şeyi hesaba kattım
şerefsizler.”
“Kızının ölmesini bile mi?”
Terörist, silahını çıkardı ve kızın sol omzuna ateş etti.
Didem bağırmaya çalıştı ve sandalye geriye doğru
düştü ve kafasını yere çarptı. Bayılmıştı.
“Duydun mu komutan?”
“Orospu çocukları!”
Terörist, telsizi kapattı. Sandalyeyi tekrar kaldırdı ve
kızın suratına koca bir kova soğuk suyu boca etti.
“Baban seni hiç sevmiyor.” Kızın ağzını açtı.
“Babam beni sizin başkanınızı sevdiğinizden daha çok
seviyor.” Didem, adamın kasıklarına tekmeyi bastı.
Adam öne doğru eğildi ve Didem diğer diziyle adamın
kafasına başka bir diz attı. Bu sırada da adamın
elindeki tabancayı alıp teröristi rehin aldı. Bütün
bunları yapmayı babasından öğrenmişti. Kolundan
çıkan kanlar acısını daha da artırıyordu fakat onun
umurunda değildi.
“Ben sizden onu alırken her şeyi hesaba kattım.”
Bu bir mesajdı, kızına. Didem, bunu hemen anlamıştı,
ne yapması gerektiğini de. Kızına yedi yaşından beri
eğitim veriyordu. Kendisini savunmasını çok iyi
biliyordu Didem. Ayakları bağlı olmasaydı daha sert
bir tekme atabilirdi fakat elinden gelenin en iyisi
buydu. Elleri de bağlıydı ve adamın kafasını, bağlı
iplerin arasına alarak, silahı onun kafasına tutuyordu.
“Ya çekilirsiniz, ya da bu şerefsiz ölür.”
Rehin alınan terörist silahlarınızı indirin işareti yaptı ve
diğerleri silahlarını indirdiler. Didem onlara elindeki
iplere doğru ateş etti ve ipleri koparttı. Bir eliyle silahı
adamın kafasına doğrultmuşken diğer eliyle de yerdeki
demir parçasıyla ayağındaki ipleri kesmişti. Yavaşça,
teröristi de alarak, depodan dışarı çıktı. şimdi nereye
gideceğini bilmiyordu, babasına da hiçbir şekilde
ulaşamazdı şu durumda. Kendisinden beş santimetre
uzun adamın şakağına silah dayamış şekilde bozuk
arazide yürüyordu. Arada sırada arkasına gelen var mı
diye bakmaktan da kendini alamıyordu. Eğer arkadan
biri gelirse, rehin aldığı terörist komutanın beynini
uçuracaktı.
2004
Bu olayın üzerinden, on dört yıl geçmişti. Didem, bu
süre içerisinde birçok kurum için casusluk yapmıştı.
Bilgisayar korsanlığı. Bu meslekten hoşlanıyordu,
ufaklığından beri, bilgisayarla haşır neşir olduğu için
neyin ne olduğunu çok iyi kavramıştı. Tek ilgisi
bilgisayardı ve bu ilgisini mesleğe dönüştürerek
sevdiği işi yapmak istemişti. İlk başlarda tek hedefi,
bilgisayar mühendisi olmaktı fakat babasının ısrarı ile,
MIT için bilgisayar casusluğu da yapmaya başlamıştı.
Fakat, yine kendisine hâkim olamayıp, casusluğun
yanında evinde, kendi deyimiyle “hobi” olarak
bilgisayar korsancılığı yapıyordu. Terörist sitelerini
hackliyor, index atıyordu. Aşırı milliyetçi olarak
doğmuştu ve öyle de ölecekti.
Uzun siyah dalgalı saçlarının altında ufak bir yara izi
vardı. Ama saçları o yarayı kapattığından sorun
olmuyordu. Siyah gözleri, şuanda hiçbir ışık olmayan
yolda sadece araba farının yarattığı bir aydınlıkla 87
km/h hızla giden aracın önündeki yola bakıyordu. 178
cm. boyundaydı. Üzerinde siyah dar pantolon ve siyah
askılısı vardı. Saçları dağınık bırakılmıştı, bu onu daha
seksi kılıyordu. Geniş ve büyük kalçası da erkeklerin
her zaman ilgisini çekmişti.
Konuşmayı pek sevmezdi, sadece icraatını yapardı ve
parasını alırdı. Çalışma stili buydu. Boş yere
konuşmak, ona vakit kaybettirirdi. Amacı, evinin
kirasını ve yiyecek masraflarını çıkaracak kadar para
kazanmaktı fakat yıllar geçtikçe kat kat daha fazlasını
almaya başlamıştı. Babasından gelen bir her şeyle
yetinebilme becerisi vardı. Çoğu insanda olmayan bir
beceri. Maymun iştahlılığı yoktu, elindekiyle
yetinmesini çok iyi biliyordu.
Arabanın torpido gözünü açtı, neler bulabileceğine
bakmak istiyordu. Birkaç CD, sahte kimlikler, ehliyet,
ruhsat, bir paket Marlboro ve bir zippo çakmak.
Marlboro’yu eline aldı, çakmağı da diğer eline.
Uzun zamandır sigara içmiyordu fakat bu gece
uzundu. Daha da uzun olacaktı, hissedebiliyordu.
Olaylar daha da karışınca, bu sigaranın verdiği
zarardan daha fazla zarar alacağını çok iyi bildiğinden,
sorun etmedi. Sigarayı yaktı ve o iğrenç dumanını içine
çekti. O iğrenç, pislik duman ona öyle bir tat verdi ki,
gerçekten muhteşemdi. Ağzı kulaklarına varmak
üzereydi. O heyecanla otuz altı saniyede sigarasını
bitirdi ve izmaritini camdan dışarı fırlattı. Arabanın
içerisinde kalan dumanı bastırmak için camları ve
klimayı da açtı, Dışarıdan gelen soğuk hava karnına ve
boynuna doğru akınca Didem’in içi ürperdi.
Radyoyu açtı, açar açmaz duyduğu cümle, onda şok
etkisi bıraktı.
“Didem’in ölümünden kim sorumlu? 27 Yaşındaki kız,
kimler tarafından ve neden öldürüldü?”
Bu Didem, kendisiydi.
Katilin bilinci yerinde değildi. Yerde öylece yatıyordu.
Kolundan kanlar fışkırmaya devam ediyordu. Telefonu
kendisinden dört metre uzaktaydı ve oraya bu şekilde
– uyansa – ulaşması imkânsızdı.
Katilin telefonla konuştuğu adamın, katilin bu duruma
gelmesi hiç umurundaymış gibi gözükmüyordu. Hatta
onun ölecek duruma gelmesine sevinmişti bile. Çünkü
elinde sonunda katil yakalanacaktı ve yakalandığında,
konuşmasını istemezdi. İyi eğitilmiş, işkenceye
dayanıklıydılar fakat adamın katile attığı kazığı
öğrendikten sonra konuşmaması için hiçbir bahane
olmayacağından, onu öldürmesi gerekliydi. Dışarıdaki
adamına seslendi ve dışarıdaki adam içeri girip
ellerinin ceketinin önünde kavuşturdu.
Patron – katilin aradığı adam – çağırdığı kişinin yanına
gitti. Patron, uzun boylu, beyaz ve gür saçlı birisiydi.
Yüzündeki kırışıklıklar en azından altmış yaşında
olduğunu göstermeye yetecek kadar fazla olduğundan
ona yaşı pek sorulmazdı. Zaten sormaya da cesaret
eden olmazdı çünkü yaş ve diş konusunda çok
hassastı.
Korumanın yanağına elini götürdü ve yanağının
tamamını elinin içine aldı. Sahte bir gülümseme bıraktı
fakat koruma bunu fark edemedi. Uzun yıllar, empati
ve duygusal ifadeler konusunda uzmanlaşan patron,
kime nasıl kendini sevdireceğini çok iyi biliyordu.
Duygularını saklamayı da çok daha iyi bildiğinden,
böyle problemlerle uğraşmak zorunda da kalmıyordu.
Kime ne yapması gerektiğini duygularıyla bile
anlatabilecek kadar sempatikliği vardı insanlar
üzerinde. Gay olma olasılığı da çok yüksekti elbette.
Gülümsemesi bittikten sonra birkaç saniye boğazını
temizledi ve elini adamın yanağından çekti. Ellerini
arkada kavuşturduktan sonra geriye doğru bir iki adım
attı ve masasının üzerindeki dosyaları alıp korumaya
uzattı.
“On dört numara, öldür onu.”
Koruma patronunun elindeki dosyayı aldı ve hiç itiraz
etmeden kafasını “Tamam.” Anlamında sallayıp izin
istedi ve koşar adımlarla dışarı çıktı. Kapı kapandıktan
sonra patron, tekrar katili aradı fakat telefon çaldı,
çaldı, çaldı, cevap gelmedi. Sinyal sesini duyduktan
sonra mesaj bırakmaya başladı.
“Dayan, yardım gelmek üzere.”
345 kilometre ötede, boş bir arazide yatan ‘Katil’,
ölmek üzereydi. Üzerinde yattığı kan gölü soğuktan
donmak üzereydi. Katilin yolundaki yara kristalize
olmuştu çoktan. Yaklaşık yirmi kadar dakika sonra
uzaktan bir BMW M3 görüldü ve katilin yanına doğru
gelmeye başladı. Katilin kafasının tam önüne park
ettikten sonra içinden patronun az önce yanına
çağırdığı adam çıktı ve Katil’e bakmaya başladı. Birkaç
saniye yarasına doğru baktıktan sonra kucağına alıp
arka koltuğa yerleştirdi. Yerdeki kan lekelerinin
üzerine bir kova dolusu domuz kanı boşalttı ve
arabasına binip gaza bastı.
Arazideki bozuk yolda araba sallanıyordu. Bu
sallantının verdiği mide bulantısı, Metin’in zor
dayanabileceği bir şeydi. Ama sarsıntıdan etkilenen
sadece Metin değildi, Katil de bu sarsıntı yüzünden
uyanmıştı. Etrafı bulanık görüyordu, hiçbir şeye anlam
veremiyordu henüz. Birkaç dakika etrafına baktı ve
doğrulmaya çalıştı fakat inanılmaz bir çığlık koptu.
Kolundaki yarayı unutmuştu ve koltuğu ona doğru
değdirmişti. Mikrop kapan yara, ona müthiş bir acı
vermişti. Çığlık sesinden sonra Metin arkasını döndü,
ona doğru baktı.
“Revire gidiyoruz, dayan.”
“Neden bu… Kadar geciktin?”
“Araba bu kadar hızlı gidiyor çünkü.”
Metin bir yandan katili oyalarken, bir yandan arabayı
kullanmaya çalışıyor, bir yandan da katilin sonunu
getirmek için patronun söylemiş olduğu talimatları,
ona belli etmeden uygulamaya çalışıyordu. Sağ eliyle
direksiyonu tutarken, sol elinin ne yaptığını bilmeyen
ve bunu fark eden Katil, sol elinin ne yaptığını anlamak
için biraz kafasını eğdi.
Metin, katilin kafasını eğdiğini anlamadı ve bir yola
bakarak, bir de sol tarafına bakarak ilerlemeye devam
etti. Limanların önünden geçerken, manzaraya bakan
Metin, katilin de dikkatini dağıtmayı başardı.
“şu teknelerden birini alacağım…”
Katil hemen refleks olarak Metin’in işaret ettiği yöne
bakınca, birden gözlerinde bir parlama oldu ve nefessiz
kaldı. Birkaç saniye nefes almaya çalıştı fakat
olmadığını anlayınca, koltuğa yığıldı…
Metin onun dikkatini dağıtarak, sol elinde tuttuğu
şırıngayı boynuna batırmıştı.
Katilin öldüğünden emin olduktan sonra yetmiş metre
kadar geri gitti. Gaza, sonuna kadar asıldı. Araba altı
saniyede, 70 km/h kadar hızlandı. Yaklaşık elli metre
kadar gitti. Elli beş metre. Altmış metre. Altmış beş
metre ve Metin arabadan atladı. Araba, 46 km/h ile 12
metre kadar uzağa uçtu ve suya girdikten sonra, 10
metre kadar derine battı. Metin’in tek avantajı, gecenin
bu saatinde orada kimsenin olmamasıydı. Araba suyun
içine girerken dışarı çıkan suların bir bölümü Metin’in
ceketinin üzerine geldi. Küfretti ve oradaki başka bir
BMW M3’e bindi.
Sorun şuydu, arabaların plakaları aynıydı. O arabanın,
suya battığını kimse fark etmeyecekti. Tabi ki, araba
bulunmazsa…
Hava -13 dereceydi. Bu soğukta, bu saatte dışarıda
dolaşmak dünyanın en aptalca şeyi olmalıydı.
Hayatının en zor günüydü, Didem için. Belki de en
aptalca günüydü ama zordu işte. Hafif hafif, kar
yağmaya başlamıştı. Küçük beyaz noktalar Didem’in
görüş açısını kapatmıyordu fakat dikkatini dağıtmaya
yetiyordu.
Didem şimdi ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu.
şerefsizin teki, onu öldürmeye çalışmıştı ve o son anda
bir şans eseri kurtulmayı başarmıştı. şimdi ne? Onu
öldürmeye çalışanları mı öldürecekti? Zaten ölmüş
olarak gösterilmiyor muydu radyoda? O zaten şuanda
yoktu, ölmüştü. Aranmıyordu. Rahattı. Üstelik
arabada, kadın – erkek bir sürü kimlik de bulmuştu.
Birine kendi fotoğrafını koyup kullanabilirdi.
Katil zaten ölmüştü. Katilin patronu da ölmeliydi.
Didem, onu bulmalıydı. Ancak ona bir bilgisayar
gerekliydi. Dizüstü, masaüstü fark etmezdi. İstediği
programları içinde bulunsun, her türlü bilgisayar
olurdu. 16 MB RAM’I olan bilgisayar bile kâfiydi.
şerefsiz herifler onun bilgisayarıyla beraber havaya
uçmuştu, hepsi olmasa da bir çoğu. Bilgisayarını
kaybettiği için onların hepsini öldürmek istiyordu. Asıl
neden bu olmasan bile, bilgisayarı onun için çok
değerliydi. Ulaşabileceği, güvenebileceği birkaç kişi
vardı ama onların da yaşadıklarından emin değildi.
Fakat yine de şansını deneyebilirdi. Torpido gözünü
tekrar açtı ve içeride telefon var mı diye baktı, bir tane
Nokia N98 vardı. SIM Kartı takılıydı. Hemen tanıdığı
birine – tanımaktan daha fazlasını paylaştığı birine -
mesaj atmak için telefonun kilidini açtı ve mesaj
sekmesine geldi.
Bilmediği bir şey vardı, araba ve telefon, patron
tarafından takip ediliyordu…
23 kilometre ötede büyük bir şirkette, son derece lüks
odasında oturan Patron, Didem’in ne yaptığına
bakıyordu. Araba, hızla Beşiktaş’a doğru ilerliyordu.
Patron, nereye gittiğini kestirmeye çalıştı. Birkaç
dakika daha ekrana baktıktan sonra dışarıdaki adamını
çağırdı.
Dışarıdaki adam içeri girip ellerinin ceketinin önünde
kavuşturdu.
Patron – katilin aradığı adam – çağırdığı kişinin yanına
gitti. Patron, uzun boylu, beyaz ve gür saçlı birisiydi.
Yüzündeki kırışıklıklar en azından altmış yaşında olduğunu
göstermeye yetecek kadar fazla olduğundan ona yaşı pek
sorulmazdı. Zaten sormaya da cesaret eden olmazdı çünkü
yaş ve diş konusunda çok hassastı.
Korumanın yanağına elini götürdü ve yanağının tamamını
elinin içine aldı. Sahte bir gülümseme bıraktı fakat koruma
bunu fark edemedi. Uzun yıllar, empati ve duygusal ifadeler
konusunda uzmanlaşan patron, kime nasıl kendini
sevdireceğini çok iyi biliyordu. Duygularını saklamayı da
çok daha iyi bildiğinden, böyle problemlerle uğraşmak
zorunda da kalmıyordu. Kime ne yapması gerektiğini
duygularıyla bile anlatabilecek kadar sempatikliği vardı
insanlar üzerinde. Gay olma ihtimali de çok yüksekti elbette.
Gülümsemesi bittikten sonra birkaç saniye boğazını
temizledi ve elini adamın yanağından çekti. Ellerini arkada
kavuşturduktan sonra geriye doğru bir iki adım attı ve
masasının üzerindeki dosyaları alıp korumaya uzattı.
“On dört numara, öldür onu, işi başaramadı. Ha, Seda
Didem’in peşine tak en güvendiklerini, bu gece bitmeden o
ölmüş olsun. 7 saat, 43 dakikanız var.”
Koruma patronunun elindeki dosyayı aldı ve hiç itiraz
etmeden kafasını “Tamam.” Anlamında sallayıp izin istedi
ve koşar adımlarla dışarı çıktı.
Yasal olarak pazarlama şirketi olarak gözüken şirket,
aslında bir uyuşturucu şebekesinin öldürme işlerine
bakıyordu.
Katil çoktan ölmüş de olabilirdi, fakat yine de kontrol
etmekte fayda vardı. Yakalanmak istemezdi. Hiçbir
zaman da yakalanmamıştı çünkü çok profesyoneldi bu
konuda.
(Gün doğumuna, 7 Saat 24 Dakika Kaldı)
Didem, biraz dinlenmek için arabasını kenara çekti.
Gözlerini kapadı ve bugün neler yaşadığını şöyle bir
gözden geçirdi. 6 ay önce neler yaşadığını, altı ay sonra
neler yaşayacağını… Bir dakika sonra neler
yaşayacağını asla tahmin edemiyordu. Tek bir hata,
hayatını bu noktaya getirmişti.
Daha uyumamışken arabasından çıkan ‘tık, tık’ sesi ile
irkildi ve doğruldu hemen. Biri cama vuruyordu.
Gecenin ayazında camlar kristalize olduğu için,
adamın kim olduğu görünmüyordu. Didem irkildi ve
silahını doğrultarak pencereyi yavaşça birkaç cm
araladı.
“Kimsiniz?”
Pencerenin dışındaki adam cevap vermedi. Elini,
yavaşça arkasına götürdü, Didem’e fark ettirmemeye
çalışarak fakat Didem, yılların getirdiği tecrübe ile
adamın yapmaya çalıştığını çoktan fark etmişti. İki
ihtimal vardı.
- Adamın belinde rahatsızlık var, eğilmek için belini
tutuyor.
- Belinden silahını çıkarıyor.
2. Seçenek, Didem’i korkutmuştu. Kendi hayatını riske
edemezdi. Birden cam kırıldı, içinden geçen kurşun
saatte 3.500 km/h hızla Didem’in sağ gözünün alt
kısmına doğru gelmeye başladı. Fakat Didem daha
önceden adamın böyle bir şey yapacağını düşündüğü
için, kafasını 34 derece sola doğru eğdi ve kurşun,
saçlarının bir kısmını da alıp götürerek koltuğa
saplandı. Saçlarının gittiği kısımdan kanlar çıkıyordu.
Didem vakit kaybetmeden silahını aldı ve beş altı kere
ateş etti. Birkaç saniye sonra adamın yere düşüşünü
gördü. Arabanın kapısını açtı, açarken kapıda kalan
cam parçaları yere hücum etti. Didem, parçalara
basmamaya dikkat ederek ve sekerek, arabadan indi.
Kurşunun sıyırdığı yeri tuttu.
Adam can çekişiyordu ve ölmek üzereydi. Ağzından
çıkan kanlar konuşmasını engelliyordu. Didem,
adamın kafasını biraz yukarı kaldırdı.
“Patronunuz nerde?”
“Cehennemin dibinde.”
Didem, adamın kafasına son mermiyi sıktı. Ardından
kendi de yere yığıldı. Arkasına bir kurşun isabet
etmişti. İkinci adamı – arkasındaki adamı –
görememişti Didem.
1.Evrendeki hikayenin sonu. Didem öldü. Çok geçmeden
Cem de ele geçirildi ve acımasızca öldürüldü. Patron için
engel kalmamıştı.
Camdan ona ateş eden adamı öldürdükten sonra,
Didem derin bir nefes aldı. Bir sigara daha yakmak
üzereyken, bu sefer sağ camın içerisinden bir kurşun
girdi ve Didem’in sağ elinin işaret parmağına sürterek
direksiyona saplandı. Arabanın kornası çalmaya
başladı. Didem’in işaret parmağındaki tırnağı da
gitmişti ve kanlar fışkırıyordu.
“Lanet olsun.”
Didem koltuğu arkaya doğru eğdi. Kurşunlar önünden
geçip gidiyordu. Silahını sıkıca tuttu ve adamın nerede
olduğunu kestirmeye çalıştı. Fakat hayaleti
görememişti. Çok iyi kamufle olmasını başarmıştı,
Didem’in adamın nerede olduğunu anlamasına imkan
yoktu. Her attığı kurşun başka bir yerden geliyordu,
yani adam sürekli yer değiştiriyordu. şu durumda
yapması en mantıklı olan şey, arabasını çalıştırıp var
olan gücüyle kaçmaktı. Anahtarı taktı ve kontağı
çevirdi. Debriyaja bastı, vitesi değiştirdi ve gaza asıldı.
Araba ani bir kalkışla, önündeki dubayı ezerek yolda
garip bir şekilde ilerlemeye başladı.
Arkasındaki adamı şimdi aynadan görebiliyordu. Tam
olarak arkasındaydı ve elindeki silahla arabaya nişan
almıştı. Didem refleks olarak kafasını eğdi fakat
silahtan çıkan kurşun, arabanın içine gelmemişti.
Birden büyük bir patlama sesi duyuldu ve araba birden
sağa doğru kaymaya başladı. Adam tekerleğe nişan
almıştı ve patlatmıştı da.
“Sikeyim.”
Adam, koşmaya başladı. Didem arabayı zapt etmeye
çalışıyordu fakat bunu başarabilecekmiş gibi
durmuyordu. Araba 65 km/h hızla, önündeki direğe
çarptı ve arabanın ön kısmı direğe geçerek U biçimini
aldı. Didem’in emniyet kemeri takılı olduğu için hafif
bir çarpmayla kurtulmuştu. Bilinci yerine geldikten
sonra, silahının şarjörüne baktı. Altı kurşunu kalmıştı.
Ölmek için arabadan inmesi gerekiyordu. Aynı
zamanda yaşamak için de çıkması gerekiyordu.
Ne yapacağını düşünmeye başladı. “Arabadan çıkarım
ve onu vururum. Ama o da benim çıkmamı bekliyor. Çoktan
nişan almıştır bile. İçeride kalsam gelir vurur. Mantıklı
davranmalıyım.”
Ve arabanın içinden çıktı.
Limanın etrafında dolaşan bir sarhoş, sağa sola
sallanarak penguen gibi yürüyordu. Elindeki gazete
kağıdı ile kaplı şarap şişesindeki son yudumunu da
aldıktan sonra, gecenin ayazında nefes alıp verirken
çıkan buharlara baktı ve denize doğru döndü. Birkaç
adım geriledi, düşecek gibi oldu. Sonra koşar adımlarla
denize doğru gitmeye başladı ve şişeyi fırlattı. şişe
birkaç metre havada ilerledikten sonra ‘cup’ sesi ile
beraber aynı anda suyun içine gömüldü ve yavaş yavaş
diplere doğru batmaya başladı. Sarhoş, geriye doğru
gitmeye çalışırken ayağı dubanın vidasına takıldı,
ondan kurtulmaya çalışırken yanlışlıkla boşluğa adım
attı ve o da suyun içine düştü.
Yüzmeyi biliyordu fakat sarhoş olduğu için ne
yapacağı hakkında en ufak fikri yoktu. Kafası, suyun
içine batıp çıkıyordu sürekli. Kafasını tekrar çıkardı ve
derin derin nefes aldı, bir elini havaya kaldırdı ve
sallamaya başladı yardım istercesine. Aksi gibi,
sokakta kimse yoktu.
On altı metre ötede, bir devriye aracı, limanın
kenarında yavaş yavaş dolaşıyordu. Sürücü
koltuğunun yanındaki koltukta oturan polis, önündeki
lahmacun-ayran ikilisi ile tıkınıyordu. Lahmacununu
dürdükten sonra kocaman bir ısırık aldı ve ardından
kocaman ayranından kocaman bir yudum aldı.
Ağzında lokmasını gevelerken denize doğru baktı. Bir
parıltı, suyun yüzeyinde gidip geliyordu.
Polis ilk başta ne olduğunu anlayamadı fakat sonradan
oradakinin bir adam olduğunu fark etti. Ve adam
boğuluyordu.
Hemen arabadan indiler ve deniz kenarına doğru
koşmaya başladılar. Polis elindeki lahmacununu ve
ayranını diğer polise verdi ve ceketini çıkardı. (Sarhoş
yavaş yavaş dibe batmaya başlar…) Birkaç saniye sonra
polis de suyun içindeydi. Adamı en son gördüğü
noktaya doğru yüzmeye başladı. Onun bulunduğu
noktaya gelince derin bir nefes aldı ve o da suyun içine
daldı.
Aşağıya doğru indikçe, kulaklarındaki basınç artıyor
ve kulak zarı yırtılacak gibi oluyordu. Gözünde gözlük
olmadığı için suyun içinde gözlerini zor açıyordu.
Karanlık olduğu için, su tuzlu olduğu için önünü
görmekte de çok zorlanıyordu. Aynı zamanda gözleri
yanıyordu, tuzlu su yüzünden. Ama bir adamın
hayatını kurtarmaya değecekti. Hatta
ödüllendirilebilirdi bile. Yanındaki ayıya fırsat
vermeden kendisi atlamıştı. Evet, adamı kurtarırsa
kesinlikle ödüllendirilecekti.
“Dayan dostum geliyorum.”
Ellerini rast gele sallıyordu, belki adama denk gelir
diye… Ama şuana kadar hiçbir iz yoktu adama dair.
Suyun dibinde bir ışık parıltısı gördü. Oraya doğru
gitmeye başladı fakat aşağı doğru battıkça,
yaklaşmıyormuş gibi hissediyordu kendini. Yirmi
metre derindeydi ve nefesi tükenmek üzereydi. Yukarı
doğru yüzerken, birden sarhoş adamın koluna çarptı,
irkildi. Daha sonra adamı koltukaltından yakalayıp, su
yüzeyine çıkardı. Derin derin nefes alma seansını
tamamladıktan sonra ortağına seslendi.
Ortağı koşarak kıyıya doğru geldi ve sarhoşu çekerek
yere yatırdı. Kalp masajı yapmaya başladı. “1,2,3,4,5…
Hadi dostum.. 1,2,3,4,5… Hadi, yapabilirsin.” Suni
teneffüs yapmaya başladı. Çok geç olduğunu, ortağının
gelip, onu çekmesinden sonra anladı. Adam ölmüştü,
başaramamışlardı… Telsizini eline aldı ve olan biteni
anlattı, sonuna da bir şey ekledi, olayla ilgisi olmayan
bir şey.
“Suyun dibinde bir ışık huzmesi vardı. Olay yeri
inceleme ekibinin suyun dibine bir dalış yapmasını
istiyorum.”
“Anlaşıldı 4654.”
(Gün doğumuna, 7 Saat 18 Dakika Kaldı)
Aynadaki yüzüne baktı. Sağ yanağındaki siyah
lekesinin üzerindeki kılları, tıraş bıçağı yardımıyla
kesti ve elini oraya değdirerek pürüzsüz olduğuna
emin olmak istedi. Tamamen bütün sakallarını da
kestikten sonra, yüzünü yıkadı ve kremini sürdü.
Musluğu kapadı ve etrafına bakınmaya başladı. Havlu
ile elini ve yüzünü kuruladıktan sonra eline cep
telefonunu aldı.
(1 Yeni Mesaj – Kayıtlı olmayan numara - Oku / Sil)
Oku tuşuna bastı. Yazan mesajı okuduktan sonra uzun
kıvırcık saçlarının arasından siyah tişörtünü geçirdi ve
altına kot pantolonunu da giydikten sonra,
pantolonunun arka kısmına SIG-SAUER P228 silahını
koydu, dolabın üzerindeki anahtarlarını aldı ve kapıyı
çarparak çıktı. Koşar adımlarla arabasının kilidini açtı
ve apar topar arabasına bindikten sonra düğmeye
basarak arabasını çalıştırdı, gaza bastı. Okuduğu mesaj
hala aklından gitmiyordu. Numara kayıtlı değildi,
daha önce de buna benzer bir numara görmemişti fakat
mesajı okuyunca kimden geldiğini çok iyi anlamıştı.
“Yardıma ihtiyacım var. Bu numarayı takip et. Seni
seviyorum.”
Pantolonunun cebinden cep bilgisayarını çıkardı ve
içindeki programa mesajın geldiği numarayı girdi.
Birkaç saniye bekledikten sonra kullanıcı adı-şifre
kombinasyonunu girdi ve “Giriş Tamamlandı –
Numara Yeri Saptanıyor” yazısını görünce rahatladı.
Kafasını kaldırdı ve yola göz attıktan sonra tekrar
bilgisayarına baktı. Numaranın mesaj gönderdiği yer
ekrandaki haritada kırmızı bir nokta olarak
gözüküyordu. “Yol Tarifi Yap” seçeneğine tıkladı ve
kadının konuşmalarını dinleyerek mümkün olan en
hızlı şekilde oraya gitmek için iki eliyle direksiyona
sarıldı.
Cem, gece kalktığında Didem’i yatağında bulamamıştı.
Telefonunu aradıysa da Didem cevap vermemişti. Onu
gerçekten canından çok seviyordu, tam anlamıyla.
Tanışalı sadece birkaç ay olmuştu fakat ilk görüşte aşk
kavramını onlar birbirlerini görmeden anlamıştı
neredeyse. Tanışmaları oldukça tatsız bir mekânda
olmuştu fakat onlar için önemli de değildi zaten,
birbirlerini tanımaları onlar için en büyük güzellikti.
Didem, o sıralar işinde en üst düzeydeydi, çok
ünlüydü ve herkes ondan çekinir hale gelmişti. MIT
için casusluk yapmaya devam ediyordu ve Cem’le
tanıştıkları zaman da bir iş üzerindeydi. Bir restoranın
güvenlik kameralarına sızıp, üstlerinin ona verdiği
video görüntülerini kameranın içine ekleyecekti. Zor
bir işti, üstesinden gelebilirdi. En iyisi oydu ve ondan
başka bu işi yapacak kimse yoktu. Cesaret bile eden
çıkmamıştı Didem hariç. Çünkü ele geçireceği
restoranın güvenlik kamerası, Türkiye’nin en büyük
uyuşturucu şebekesinin merkez bölgesiydi ve çok sıkı
güvenlik önlemleri ile korunmaktaydı. Zaten tüm
hikâye – Didem’in yaşadıkları – böyle başlamıştı…
Didem arabasından indi. Hava yağışlıydı ve feci bir
şekilde rüzgâr vardı. Neredeyse ayakta duramayıp
düşecek durumdaydı Didem. şemsiyesini açtı ve
arabasından inip önündeki restorana baktı. Bu gece
gerçekten zorlu olacaktı. Arabasının kapısını tekrar açtı
ve içinden dizüstü bilgisayarı çantasının yanında
gerekli olacak eşyaları da çıkardıktan sonra kapıyı
kilitledi. Koşar adımlarla restorana doğru yola
koyuldu. Yerde biriken sular, çizmelerinden yukarı
sıçrayıp, dar pantolonunu kirletmişti. Bu halde tam bir
köylü kızına benziyordu.
Kapının önüne geldi. Derin bir nefes aldı ve güler
yüzle korumaların yanına gitti. Sanki yağmur
mağduruymuş gibi dudaklarını büktü ve küçük bir
bebek gibi konuşmaya başladı.
“İçeri girebiliyor muyuz?”
Korumalar onun bu çaresiz ve sempatik durumu
karşısında ne yapacağını şaşırdı. Sağ taraftaki koruma
eline telsizi aldı ve merdivenlerden inip, Didem’in
yanından uzaklaştı. Telsizi açıp birkaç saniye birileriyle
konuştu ve tekrar ikilinin yanına geldiler.
“Tamam, gir. Arkadaş sana oturacağın yeri gösterecek.
Ne bok yiyeceksen ye ama garson hariç sakın
kimseyle konuşma.”
Didem korkmuştu… Bu kadar sinirli olduğuna göre
içeride iyi dolaplar dönüyordu. Kimseye bir şey
çaktırmadan işini bitirip buradan “siktir olup”
gidecekti. İçeri girdi, şemsiyesini kapattı ve yanındaki
korumayı takip etmeye başladı. Yanındaki herif, tam
bir ayıyı andırıyordu. Yaklaşık yüz elli kiloydu ve sırf
kastan oluşuyordu. Sanki yıllardır bir keşmiş gibi
koluna yapay kas şırıngası enjekte ediyor gibiydi.
Didem buradan çıkmak için ne yapması gerekiyorsa
yapacaktı. Eğer işler karışırsa arka tarafındaki silahına
davranıp, önüne çıkan herkesi temizleyecekti. Bunu
yapmak zorundaydı. Güvenliğin zaafı ad buydu.
Sempatik ve seksi bir kadın restorana gelmişti ve onlar
kadının üstünü bile aramamıştı. Geri zekâlılar gecenin
sonunda tatsızlık çıkarsa alınlarının ortasından
vurulacaklardı ve köpek leşi gibi bir yerlere
atılacaklardı.
Hiç belli etmeden korumanın gösterdiği yere oturdu ve
masumca beklemeye başladı. Yaklaşık on metre
ilerideki uzun ve geniş masada bir şeyler
konuşuluyordu fakat Didem bulunduğu yerden onları
duymakta güçlük çekiyordu. Çantasını açtı ve içinden
ufak kulaklığını çıkardı ve taktı. Kulaklığın kablosunu
tişörtünün içinden geçirdi ve ucundaki çıkış noktasını
dizüstü bilgisayarına bağlı bir dinleyiciye taktı. Birkaç
saniye süren cızırtıdan sonra net bir şekilde adamların
ne konuştuğunu duyabiliyordu. Onların bulunduğu
masanın altında bir böcek vardı. Bir veya iki gün önce
Didem gibi casuslardan biri buraya gelip bütün
masaların altına böcek yerleştirmişti. Didem de şimdi
numaralandırdıkları masanın numarasına dizüstü
bilgisayarından bakmış ve o böceğe bağlanarak ne
konuştuklarını dinlemeye başlamıştı. Bu adamlar
resmen kocaman bir mafyaydı. Ve tüm ülkenin başına
büyük bir bela açmak üzereydiler. Didem’in
dinlediğine göre şuana kadar bu ülkenin geçmişinden
bugüne gerçekleştirilecek olan uyuşturucu
sevkıyatlarının birleşimi niteliğinde büyük bir işlem
gerçekleştirilecekti ki bu miktar yirmi bin ton civarıydı.
Birkaç yıldır bu iş üzerinde çalışılıyordu ve şimdi
zamanı gelmişti. Eğer Didem ve istihbarat teşkilatı
bunu engelleyemezse Türkiye’nin seyri uzun bir süre
değişecekti. Bunu kaldıramazdı ülke de, ülkenin
gençleri de…
Didem fark ettirmeden dizüstü bilgisayarını çıkardı ve
etrafına bakındıktan sonra Kapama-Açma tuşuna
basarak bilgisayarının sessizce açılmasını bekledi.
Windows XP açılış ekranını gördükten sonra derin bir
nefes aldı çünkü bilgisayarı bu ve bu gibi durumlarda
sürekli problem çıkarırdı. İçinde en önemli
programlarını bulundurduğundan bilgisayar da
tamamen kendine aitti ve bu bilgisayarı değiştirmeye
hiç niyetli değildi. Ne kadar huysuz bir bilgisayar da
olsa bilgisayarını çok seviyordu. Yaklaşık 2 yıldır aynı
bilgisayarı kullanıyordu ve tamamen de memnundu.
Bilgisayar açıldı, masaüstü arka planındaki bembeyaz
rengi görünce tekrar derin bir nefes aldı ve etrafına
yeniden bakındı. Kimse ona bakmıyordu, bu iyi bir
şeydi. Kimse ona bakmıyordu derken, gözle gördüğü
kişiler ona bakmıyordu… Güvenlik kameralarından 2si
onun bulunduğu masayı gözetliyordu ve Didem’in
dikkatli olması gerekliydi. Muhtemelen kameralardan
biri zoom yapmış bir şekilde Didem’in bilgisayarını
inceliyordu. İnceleyen güvenlik görevlisi yazılım dilini
biliyorsa, Didem boku yemişti.
“Programlar” klasörüne girdi ve içindeki isimsiz
dosyaya çift tıklayarak açtı. Birkaç DLL dosyası, birkaç
uygulama ve bir sürü bilinmeyen uzantılı dosya vardı
klasörün içinde. “TakipSistem2.2.exe” adlı uygulamaya
çift tıkladı ve açılmasını bekledi. Ekran simsiyah oldu
ve ekranın siyahlığı Didem’in suratına da yansıyınca
birkaç güvenlik görevlisinin dikkatini çekti. Didem
onlara gülümsedi ve bilgisayarını onlardan yana
çevirdi. Bilgisayar ekranı tamamen simsiyahtı ve kapalı
gibi duruyordu.
“Hay sıçayım… Lanet olası bağlan.” Diye söylenmeye
başladı Didem. Korumalardan biri sanki bunu duymuş
gibi Didem’den yana baktı ve pis bir bakış fırlattı.
Didem ona doğru baktı tekrar ve ufak tebessüm
ettikten sonra tekrar bilgisayarına döndü. Çantasından
çıkardığı su şişesinin kapağını açtı ve birkaç yudum aldı.
“Ne bok yiyorsun böyle?”
Didem kafasını kaldırdı. Karşısında bir ayı vardı. Yani
koruma görevlisi… Su şişesini sakince masanın üzerine
koydu ve adama güldü.
“İşim bu.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Bilgisayar programcısıyım...”
“Bu kodlar ne?”
“Siktir et dostum.”
“Sen de bizim gibisin güzel bayan… Terbiyesiz ve
tehlikeli…”
“Teşekkürler.”
Adam güldü ve arkasını dönerek gitti. Didem yarım
kaldığı işi tamamladı ve kameraya bağlandı. şuanda
kendisini güvenlik kamerasından izleyebiliyordu.
Arkasındaki tabloya gözü çarptı. Tablonun altında, bir
kamera vardı… Hemen refleks olarak arkasını döndü
ve kameraya canlı canlı baktı. Kamera tam da
bilgisayarını çekiyordu Didem’in. Güvenlik görevlisi
IP’yi anlamış mıydı acaba?
Didem bilgisayarının kapağını biraz aşağı indirdi,
ışıktan LCD ekran biraz zor gözükse de, Didem gözüne
gözlüklerini taktı ve işine devam etti. Elleri klavyenin
üzerindeki tuşların üzerinde gidip geliyordu devamlı.
Korumaların yanına güvenlik görevlisi geldi ve
Didem’i göstererek konuşmaya başladılar. “Siktir.”
Adamlardan biri Didem’e döndü ve pis pis bakmaya
başladı. İşte şimdi hapı yutmuştu. Güvenlik
görevlisinin ne olduğunu anlamaması gerekiyordu.
Bilgisayarının kapağını tam kapamadan eline aldı,
çantasını da öbür eline aldı ve masa örtüsüne
dokunduğu için masa örtüsünü de hepten alıp
çantasına tıktı. Koşmaya başladı arka kapıya doğru.
Kulaklığındaki mikrofondan, merkezden yardım istedi.
Sonra tekrar bilgisayarına eğildi.
%14.
Arka kapıya varınca kapıyı tekmeledi fakat kapı
demirden ve şifreli kilit olduğu için bir işe yaramadı.
Birkaç rastgele şifre denedi, 3 kere yanlış girince
binanın tüm kapıları kilitlendi ve alarm çalmaya
başladı. Herkes ayağa kalktı ve arka kapıya doğru
gelmeye başladı. Yirmi dört silahlı adama karşı bir
kadın.
Didem arka cebinden silahını çıkardı, kurşunlara baktı.
24 adet kurşunu vardı. Yani herkese bir tane. Hata
yapma lüksü yoktu. Emniyeti açtı, yanındaki kolonun
arkasına geçti, bilgisayarını da kapının yukarısındaki
havalandırma deliğine düşmanların göremeyeceği
şekilde sıkıştırdı ve beklemeye başladı. Derin bir nefes
aldı. Hayatının en heyecanlı dakikalarıydı. Buradan
şanslı çıkma olasılığı, bir ekmek fırınından çıkma
olasılığından daha az gibiydi.
%18.
Bu restorana kamera yerleştirilmesindeki asıl amaç,
onlara gözdağı vermekti. Yerleştirdikleri videonun
içinde bir askerin yapmış olduğu bir konuşma vardı.
Gereğinden çok fazla ciddice konuşuyordu ve bununla
hiçbir alakası olmayan bir insan bile bu konuşmadan
çekineceğinden buradaki kaba adamların hepsi bu
konuşmadan çekineceklerdi. Uzman psikoloji eğitim
görevlileriden de yardım alınarak, karşısındakini en
etkili şekilde nasıl korkutabilirim mantığı ile
hazırlanmıştı ve bu video için aylardır uğraşılıyordu.
Eğer Didem buradan o videoyu yüklemeden çıkarsa,
aylardır verilen emek yapılan onca yatırım onun hatası
yüzünden heba olacaktı ve Didem bunu kaldıracak
güçte bir kadın değildi. O hep iyi kalpli olmayı, verdiği
sözün arkasında durmayı öğrenmişti.
Küçükken babasına bir söz vermişti, küçük şeyler için
ağlamayacaktı. Bu sözünü tutamadığı için babası onun
en sevdiği oyuncağını elinden almıştı ve Didem için bu
bir dönüm noktası olmuştu. Artık sürekli verdiği
sözleri tutacağına dair babasına binlerce yemin
döktükten sonra eline oyuncağını almıştı ve sözler
verildiğinde karşılığının da verildiğine inancı
tamamlanmıştı. Zaten, o günden sonra da çok sık söz
vermiyordu fakat verdiği zaman da sözünü yerine
getirmek için her şeyi yapıyordu. şimdi de bu video
ekleme konusunda babasına söz vermişti. Bunu
yapmak zorundaydı, ölse bile. Ölse bile yapacaktı ve o
videoyu buradaki liderler izleyecekti. İzleyecekti.
Zaten Didem oradan çıktıktan sonra, “Patron”ları
onlarla iletişime geçmezse dışarıdaki özel tim içeri
baskın yapacak ve içerideki herkesi öldürecekti.
Uyuşturucu yerlerini tespit etmeleri zorlaşacaktı
elbette ama bunu yapmak zorundalardı. Çünkü büyük
bir belaya girilmişti ve içerideki tüm tanıkları
öldürmek zorundalardı uzlaşma sağlanmazsa.
Adamlar silahlarını çekmiş vaziyette arka kapıya
doğru gelmeye başladılar. “Patron” da onların
arkasından geliyordu. Elinde bir tabanca vardı ve onu
kullanmaya pek niyeti yoktu çünkü yirmi üç tane
adamın üstesinden kim gelebilirdi ki? O arkada kalıp
olanları izlemeyi tercih ederdi. Üzerindeki beyaz ceket
ve beyaz pantolonu kana bulaşmamalıydı çünkü onları
henüz bugün almıştı. Oldukça zengin olmasına rağmen
giysilerinin temizliğine ve düzenine çok dikkat ederdi.
Adamlarına saldırın işareti verdi ve kendisi arkada
durup boş bir masayı devirdi ve arkasına sığındı.
%22.
Video yerleştirilince, güvenlik odasındaki bütün
ekranlar bu videoyla kaplanacaktı. Ses de zaten, kimse
olmasa bile duyulabilmesi için “ultra sound”
teknolojisinde ayarlanmıştı. Görmeseler bile,
duyacaklardı.
Didem derin bir nefes daha aldı, adamların ayak
seslerini duyabiliyordu. Kafasını birkaç santim çıkardı,
tam altı metre ilerisinde bir adam gördü. Silahıyla
etrafı arıyordu. Didem sola baktı, diğer adamı gördü.
Sağa baktı ve bir adam daha gördü. Görüş açısında 3
adam vardı. 3’ünün de işini bitirmeliydi. Sol tarafına
döndü, sırtını kolona yasladı ve tekrar derin bir nefes
alıp kolondan dönerek çıktı. Silahıyla sağ taraftaki
adamın kafasına nişan aldı ve tetiği çekti. Kurşun
adamın sağ gözünden girerek kafasının arkasından
çıktı ve duvara saplandı. Didem ortadaki adama bir
kurşun attı, bu kurşun adam biraz sağa kaydığından
kalbinin birkaç santim yanına geldi ve o da kanlar
içinde yere yığıldı. “Lanet olsun, ateş etme ateş etme.
Ben ateş edene kadar ateş etme.” Didem bu
düşüncesinden sonra tekrar tetiği çekti. Sol taraftaki
adam soluna dönmüş neler olduğuna bakarken,
Didem’in çektiği tetikle beraber hızla gelen kurşun
adamın boynuna saplandı ve kanlar fışkırmaya başladı.
Gırtlağından hırıltılar çıkardıktan sonra, silahını da
düşürerek yığıldı.
Arkadakiler ne olup ne bittiğine anlam veremeden
Didem yerden yuvarlanarak diğer kolona geçti. Kimse
onu görmemişti ve herkes daha önceki bulunduğu
kolona kurşunlar saydırmaya başlamıştı. Didem çok iyi
hedef şaşırtmıştı. Birçok kişinin kurşunu bitecekti ve
“Beni avla.” durumuna geleceklerdi. Birkaç saniye
sonra öyle de olmuştu zaten, Didem’in gözlemlediğine
göre 2 kişinin kurşunu bitmişti ve şarjör
değiştiriyorlardı. Didem tekrar çıktı ve ileriye doğru
atlayarak iki adamı da iki kurşunda yere serdi. On
dokuz tane kalmıştı. Patronu saymazsak on sekiz.
%25’i tamamlanmıştı neredeyse. 3 kere daha bu kadar
adam öldürürse, buradan sağ salim çıkabilecekti.
İleri doğru atlayınca açıkta kalmıştı ve vurulmaya açık
hale gelmişti. 1.2 saniye yerde kaldıktan sonra
yuvarlanmaya başladı. Bir masanın altına girdi. Masayı
havaya kaldırdı ve önüne yıktı. Yıktığı anda da
odunun içine yirmi altı tane kurşun girdi. Derin
nefesini tekrar aldıktan sonra arka cebinden bir bıçak
çıkarttı. Bıçağı eline aldı ve hazırlandı. Kafasını
kaldırdı, en yakın düşmanı gördü ve bıçağı fırlattı.
Kendisine bıçağın geldiğini gören adam, napacağını
şaşırdı ve etrafa kurşunlar yağdırmaya başladı. Birkaç
milisaniye sonra zaten bıçak adamın göğsüne
saplanmıştı. Adam hırsla bıçağı çekti ve bir yakarış
bastı. Dizlerinin üzerine çöktü. Etrafına bakınmaya
başladı. Göğsünden fışkıran kanlar beş metre ileriye
kadar gitmişti. Didem’in de bu arada bir tane kurşun
fazlası olmuştu, yedek durumu için. Didem bağırmaya
başladı, bu kadar silah sesinin içinde sesini
duyurabilmek için.
“Biliyorum burdan sağ çıkamayacağım. Yaklaşık On
dakika sonra burada müthiş bir ses patlaması
yaşanacak. O sesin söylediklerini dikkatle dinleyin
yoksa hepiniz yaklaşık on beş dakika sonra ölmüş
olursunuz!”
Pek dikkate alınmamış gibiydi. Didem buna çok
sinirlenmişti. Yere tükürdü ve ayağıyla üzerine bastı.
Ne söyleyeceğini düşünmeye başladı. Çok geçmeden
ne söyleyeceğine karar verdi ve tekrar bağırmaya
başladı.
“Pekâlâ dostlarım. Sizler bilirsiniz. Ya öleceksiniz ya da
teslim olacaksınız. Size 2 seçenek, bence 2.si daha
mantıklı. İnsan hayatı her şeyden daha önemlidir.
Bunu unutmayın.”
Didem gülmeye başladı. Ahmaklar. Kendi hayatlarını
riske edecek kadar değerli miydi şerefsiz Patron’ları…
Sadece ahmaklıktı, başka bir şey değildi. Didem de
bunun için gülüyordu zaten. Birden kriz geçirmeye
başladı, kahkahalarının sesi yükseldi, hiçkimse
n’olduğunu anlayamadı. Kurşunlar masayı delik deşik
etmişti, Didem’in masayı değiştirmesi gerekiyordu.
Eğer birkaç saniye içinde krizden çıkıp masayı
değiştirmezse hayatının hatasını yapmış olacak ve
delik değiş olacaktı.
%48.
Yüklemenin yarısı yapılmıştı. Patron da Didem’in
söylediklerini duyduktan sonra ayağa kalkmıştı.
Didem’in söyledikleri onu biraz korkutmuş olsa gerek
ki adamlarına dönüp birkaç kişiyi dışarı yollamıştı
etrafı gözetlemesi için. şuanda restoranın içinde on üç
tane adam vardı ve Didem’in on dokuz kurşunu vardı.
Krizi de henüz geçmemişti. Öyle çok kahkaha atıyordu
ki, korkulacak seviyeye gelmişti. Düşmanlar ne
olduğunu hala anlayamamıştı fakat ona doğru
ilerlemeye başlamışlardı silahlarını indirip. Didem ateş
edemeyecek haldeydi…
Küçükken başlamıştı bu hastalığı. Çok sinirlendiğinde
gülmeyi öğretmişti babası. Fakat Didem o kadar sinirli
oluyordu ki, bağırmak yerine gülmeye
şartlandırıyordu kendini. Beyni de bunu yapmasını
emredince, sinirleri birbirine giriyor ve bir gülme krizi
alıyordu. Uzun bi süre tedavi olmuştu fakat tedavi de
fayda etmemişti uzun bi süre. Doktor da ona 20 yıllık
bir reçete yazmıştı. Sakinleştirici ilacın bulunduğu.
şuanda o sakinleştirici iğne Didem’in çantasında yer
alıyordu fakat bunu çıkarması için ona biri daha
lazımdı.
Arkadaki adamlar ateş etmeye devam ederken en
öndeki liderleri durmalarını işaret etti. Ateş kesildi ve
onlar yavaşça kadına yaklaşmaya başladılar. Koskoca
restoranda, dökülen duvarlar ve Didem’in kahkahası
öyle bir yankı yapıyordu ki, herkesin kulakları
çınlamak üzereydi. İyice yaklaştılar. Didem tabancayı
elinde aşağı doğru tutuyordu. En öndeki lider bir
hamle yaptı ve Didem’in elindeki tabancayı aldı.
Suratına okkalı bir tekme yapıştırdı ve Didem’in
yüzünü parçaladı. Yanağındaki deriler sıyrılmıştı ve
sıyrılan yerden kanlar akıyordu. Didem birkaç saniye
durakladıktan sonra tekrar gülmeye başladı fakat bu
suratına ikinci bi tekmeyi yiyip, bayılana kadar sürdü.
Didem bayıldıktan sonra onu birine taşıttırıp,
restoranın mutfağındaki bir sandalyeye bağladılar.
Yaklaşık sekiz dakika sonra Didem kendine geldi.
Henüz daha tam olarak ne olduğunu
hatırlayamıyordu. Tek hatırladığı, bayılmadan önce
suratına yediği kocaman tekmeydi. Bunu kendisine
yapana o tekmeyi çok fena ödetecekti. Bundan emindi.
O anda kapı açıldı ve içeri patron girdi. Didem’i şöyle
bir süzdükten sonra, elindeki tendürdiyotu diğer
elindeki pamuğa döktü ve Didem’in parçalanan
yanağının üzerine koydu.
“Argggggggggggghhhhhh!”
Didem çığlık attı, tendürdiyotun verdiği acıyla. Sonra
sinirle adama baktı. Patron ona yardım mı etmek
istiyordu yoksa işkence mi etmek istiyordu henüz
anlayamamıştı. Ama bunun ona iyi geleceğini
bilmesine rağmen, patrona bir sinir duymuştu.
Gözlerini açtı ve dişlerini sıktı. Patron ona gülümsedi
ve iyice yarayı sildikten sonra Didem’in kafasını
kaldırdı.
“Eğer pansuman yapmasaydım mikrop kapacaktı.
Yüzünde kalıcı bir yara olabilirdi. Bana bir yüz
borçlusun.”
“Sen yüzsüzün tekisin. Sana kendi yüzümü versem ne
bi boka yaramaz, emin ol. İçindeki pisliği kurtaramaz
benim yüzüm.”
“Bu kadar sert olma güzel bayan. Daha benim ne iş
yaptığımdan bile emin değilsiniz. Elinizde kanıtınız
var mı? Yok.”
“Elimizde senin sülaleni içeri tıkacak kadar çok
kanıtımız var şerefsiz, emin ol.”
Patron kuşkulanmaya başladı. Tek kaşını kaldırdı ve
Didem’den biraz uzaklaştı. Elini beyaz ve dalgalı
saçlarının arasından geçirdi ve birkaç saniye
düşündükten sonra cevap verdi.
“Elinde ne kanıtı var bilmiyorum ama bana
söylediğiniz üzere veya benim duyduğum üzere, bana
uyuşturucu kaçakçısı damgası takmışsınız.
Uyuşturucuyla yakalanmadım, adamlarımdan biri de o
iş üzerindeyken yakalanmadı. Uyuşturucunun, öyle bir
şey yok ama olsa bile, yerini bilmiyorsunuz. şimdi
söyle bakalım, beni nasıl tıkacaksınız içeri?”
Didem biraz baktıktan sonra ayağa kalkmak için
çırpındı refleks olarak ama başaramadı. Elleri ve
ayakları zincirle bağlıydı sandalyeye. Üzerindeki kesici
ve delici tüm aletlere el koymuşlardı. Didem şuanda
savunmasızdı. Patron isterse onu öldürebilirdi fakat
bunu neden yapmadığını henüz anlayamamıştı.
“Bir dahaki sefere büyük toplantınızı yapmadan önce,
masanın altına iyice bir bakın. Sinek, böcek çıkabilir.”
Patron dumur olmuştu. Birkaç saniye hiçbir şey
yapmadan, hareket bile etmeden öylece Didem’in
yarasına baktı. Sonra gözlerini kıstı, kapıyı çarparak
dışarı çıktı. Altı-yedi el silah sesi duyuldu ve Patron
tekrar içeri girdi.
“Ben de işe yaramayan böcek ilaçlarını çöpe atarım…”
Korumaların çoğu ölmüştü. Bu iyi bir şeydi. Eğer
Didem’in buradan kaçma gibi bir durumu olacaksa,
korumaların ölmesi onun şansını %80 oranında
artırıyordu. Didem ufak tebessüm etti fakat Patron onu
anlamadı.
“Bir şey soracağım… Bay Patron.”
“Sor.”
Didem biraz seslice sordu.
“Senin gerçek adın ne?” dedi. Patron yine şaşırmıştı
fakat nasıl olsa Didem’i öldüreceğinden gerçek adını
söylemesi sorun olmayacaktı. Yanına doğru gitti.
Kulağına eğildi ve söylemeye hazırlandı.
“Yine böcek olup olmaması ihtimaline karşı, fısıltıyla
kulağına söylemem en mantıklısı değil mi?..” Birkaç
saniye bekledi.
Didem de merakla ne cevap vereceğini bekliyordu.
Çok geçmeden patron kulağına kendisinin gerçek
ismini fısıldadı.
“Salih Serkan ARIL. Evet, duydun güzel bayan. İşte
bilmediğin, gizemli adamın gerçek ismi bu. Ama sen
bunu duyduğuna göre, öleceksindir.” Gülümsedi.
İsmi buydu. Didem ismi duyduktan sonra Serkan’ın
yüzüne doğru baktı ve
“Güzel bir ismin var. Daha önce hiç duymamıştım.
Sabıkalılar listesinde de yoksun sanırım.”
“Evet, yokum. Ben tamamen temizim, Seda Didem
ERKEN.”
Didem dondu. İsmini nereden biliyordu? Ah, evet…
Bilgisayarının oturum adı, Seda Didem ERKEN’di.
Bilgisayarını almışlardı. Didem’e yapılacak en büyük
hata buydu. Eğer biri bilgisayarını aldıysa, onu
öldürürdü. şimdi de öyle yapacaktı. Serkan şerefsizini
öldürecekti, haşince. Kafasını kesebilirdi ama çok kanlı
olurdu, midesi kaldıramazdı. İnsan gibi öldürmeye
karar verdi. Kalbine bir kurşun. Ve işi biter.
“Adımı bilgisayarımdan öğrendin. Bilgisayarımı ele
geçirdiysen, öleceksindir.” Gülümsedi.
“Bu kadar değerli bir bilgisayarın olduğunu bilseydim,
onu parçalar ve çöpe atardım. Ama maalesef, içinde
güzel bilgiler buldum güzel bayan. Onu heba etmek
sadece aptallık olur. Kendime güzel bir programcı
bulurum, (Didem’e yaklaştı, ellerini omzuna koydu.)
senin gibi seksi, senin gibi güzel… Bütün
programlarını ben kullanırım.”
Didem deliye dönmek üzereydi. Düşündüğü üzere, bu
adam az sonra onu taciz etmeye başlayacaktı. Eğer
böyle bir şey yaparsa, onun kafasını kesecekti. Kararını
vermişti. Programlarının çoğu, kullanıcı adı ve şifre
istemeden çalışıyordu. Bu bir dezavantajdı ama çoğu
MIT’ın veritabanına bağlanıyordu. Anlaşılırdı başka
eller tarafından kullanıldığı. Bu da bir avantajdı.
“Ee, sanırım ölme vaktin geldi güzel bayan. Yani,
Seda.”
“Bana Seda denmesinden hiç hoşlanmam, Salih.”
“O zaman bir ortak noktamız var, Seda. Neyse lafı
fazla uzatmamak gerek değil mi?”
“Kesinlikle.”
Serkan, kıç tarafına sıkıştırdığı silahını çıkardı.
şarjörüne baktı, bir kurşunu vardı.
“Bir kurşun, sana yeter. Para harcamaya gerek yok.”
Yine güldü, eskort kadınlar gibi.
“Artar bile.”
Didem’in kafasına dayadı silahı Serkan. Tam tetiği
çekecekken, vaz geçti. Kalbine dayadı silahı.
“On saniye, sonra ölüsün. 10,9,8,7,6,5,…”
Didem gözlerini kapadı. Dua ediyordu. Hayatında
belki de ikinci kez dua ediyordu ama ediyordu işte.
Ölecekti 4 saniye sonra…
Birden kapı kırılarak açıldı, Serkan oraya baktığı anda
karnına kocaman bir susturuculu silahtan çıkan mermi
yedi. Silahı ateşleyen adamın suratında maske vardı,
özel timden geliyor gibi bir hali vardı. Serkan mermiyi
yer yemez, elindeki silahı ateşledi. Karnına yediği
kurşun yüzünden eli birkaç santim sola kaydığı için
tetiği çektikten sonra çıkan kurşun Didem’in kalbine
değil, göğsüne saplandı. Didem birkaç saniye nefes
almaya çalıştı. Öksürdü, ağzından kanla beraber
tükürüğünü attı.
Serkan yere yığıldı ve gözlerini kapadı. Maskeli adam,
Didem’in yanına gitti ve sandalyenin arka tarafına gitti.
Zincirin bağlandığı kilide 3-4 el ateş etti ve kilidi
parçaladıktan sonra Didem’i ayağa kaldırdı.
Kalçasından tutarak onu omzuna aldı ve bacaklarını
tutarak ilerlemeye başladı. Dengesini sağladıktan sonra
bir bacağını bıraktı ve boşta kalan eliyle susturuculu
silahını tutmaya başladı. Yavaş yavaş ve kontrollü
gidiyordu. Dar koridordan geçerken önüne bir koruma
çıktı. Maskeli adam, sağa doğru döndü ve duvara
yaslanarak sol eliyle tuttuğu susturuculu silahı
korumanın kalbine hedefleyip, tetiği çekti. Koruma
yere yığıldı. Maskeli adam Didem’le beraber onun
üzerinden geçerken öldüğüne emin olmak için kafasına
bir kurşun daha sıktı.
Serkan, can çekişiyordu. Ayağa kalktı zorla ve yere
düşen silahını aldı. Kurşunu yoktu. Bunu sonradan
hatırladı ve silahı tekrar bütün gücüyle yere
fırlatmasına rağmen ufacık bir ses çıktı. Kapının koluna
tutunarak koridora çıktı ve duvardan da destek alarak
ilerlemeye başladı. Koridorun sonundaki korumanın
silahını aldı ve ilerlemeye devam etti.
Birkaç metre daha gittikten sonra onları merdivenden
çıkarken gördü. Elini duvardan çekti ve koşar
adımlarla gitmeye başladı. Merdivenlerin oraya
vardığında onlar çıkmak üzereydiler. Dengesini
kaybetti ve yere düştü. Silahını onlara doğrulttu ve 2-3
el ateş etti. Kurşunlardan sadece bir tanesi Didem’in
omzuna saplandı, diğerleri üzerinden veya yanından
geçerek duvara saplandı.
Maskeli adam birden arkasını döndü. Didem çığlık
atıyordu acıdan. Bugün yediği 2. kurşun, hayatında
yediği 6.kurşundu…
Maskeli adam, silahıyla Serkan’a ateş etti ama isabet
ettiremedi. Serkan’ın tekrar ateş etmesini göze
alamadığı için bir daha ateş etmedi ve koşarak
merdivenlerden çıktı. Hole çıktığında korumaların
çoğu yerde kanlar içinde başlarından vurulmuş şekilde
yatıyordu.
Maskeli, onlara bakmamaya çalışarak koşmaya başladı.
Arkasından gelen bir koruma elindeki tam otomatik
tüfekle ateş etmeye başladı. Kurşunlar kolonlara ve
duvarlara saplandı fakat hiçbiri ikiliye isabet etmedi.
Maskeli özel tim elemanı, kapıya ateş etti açtı ve tam
kurşunun kafasına geleceği sırada kapıyı kapattı.
Kurşun demiri yamultarak iz çıkardı ve adamın
kafasına battı.
İçerideki sesler yalıtımda bir numara olan duvarlardan
bile geçip, dışarı taşıyordu. Didem, sesleri duyunca
güldü ve gözlerini kapayıp, bayıldı.
“Türk Polisi ve Askerleri, sizin yakanızı bırakmaz. Er
ya da geç, KÖPEK gibi öldürüleceksiniz. KÖPEK gibi
leşiniz sokaklara atılacak. YOL yakınken, VAZGEÇİN
bu sevdadan. O malı İNSANlara vermekle,
DÜNYA’nın en büyük hatasını yaparsınız. HATA
yapma lüksünüz yok. ŞİMDİ, videonun sonunda
verilecek TELEFON numarasına EĞER TAM OLARAK
10 dakika sonra arama YAPMAZSANIZ, bina havaya
uçar. TÜM HER ŞEYİYLE!
EROL DENİZ
1/B FEN BİLGİSİ ÖĞRETMENLİĞİ
seçemediğinde kalacak
Elindeki silahı, kadının kafasına doğrulttu. Tam o
sırada telefonu çaldı ama o aldırış etmedi. Didem’e
Silahını tutmaya devam etti, kaşlarını çatarak. Bu
durumdan memnun gözükmüyordu fakat bunu
yapmak zorunda olduğunu bildiği için sorun olarak
algılamıyordu. Birkaç saniye bekledikten sonra, ona
doğru bakıp, hafifçe ve sahte bir gülümseme bıraktı.
Kadın onun sahte bir gülümseme olduğunu sezmişti
zaten. Dizlerinin üzerine doğruldu ve gözlerini kapadı.
Dört saniye sonra, beyninin tam ortasına kocaman bir
makineli tüfek kurşunu isabet etmişti bile. Beyninden
dağılan parçalardan biri adamın yüzüne doğru geldi,
bu durumdan tiksindi. Kadının bedeni sanki zaman
10,2 kat yavaşlamış gibi ağır ağır arkaya doğru
düşmeye başladı. Yaklaşık altı saniye sonra, Didem’in
bedeni artık boş bir et çuvalıydı.
Katil, elindeki tabancanın ucuna sıçrayan kan
damlacıklarını cebinden çıkardığı mendille sildi ve
mendili yaktı. Elindeki eldivenleri de yavaşça,
dikkatlice çıkardı ve yenilerini giydi özenle. Birkaç
adım ileri attı ve Didem’in cesedine doğru ilerledi.
Yavaşça cesedi kucağına aldı, üzerindeki pardösüsüne
Didem’in kanları boşalmaya devam ediyordu ama
onun umurunda değildi. Kucağındaki kadını yavaşça
arabasının bagajına doğru taşıdı. Bagajın kapağını
açmadan önce Didem’i yere bıraktı ve üstünü çırptı,
lekelerin geçmeyeceğini bildiği halde. Kapağı açtı ve
Didem’i içine attı. İçeriden de bir bidon benzin aldı ve
arabanın koltuklarına, direksiyonuna, Didem’in
üzerine boşaltmaya başladı. Benzin sıvısı saçlarına
doğru gelince, siyah uzun saçları kafasına yapıştı, jöle
sürmüş gibi bir görüntü kazandı. Kafasındaki kurşun
deliğinin içerisine sıvılar aktıkça, tepki olarak dışarı
kanlar boşalıyordu.
Benzin dökme işlemini bitirdikten sonra bagajın
kapağını kapattı ve arabanın kapılarını da kapattı.
Cebinden bir çakmak çıkardı ve çakmağa bir süre
baktı. Ardından arka cebinden de bir paket Marlboro
çıkardı ve sigarasını çakmağıyla yaktı. Birkaç dakika
sonra son dumanını da içine çekti ve hiç almadığı
kadar çok haz aldı. Sigaraya altı yıl önce başlamıştı ve
giderek bağımlılığı daha da artmıştı. West ile başlayan
sigara bağımlılığı Marlboro’ya kadar gelmişti.
Günde neredeyse üç paket bitiriyordu. Yüzündeki
kırışıklıkların arasından süzülen duman havaya
karıştıktan sonra çakmağını bu kez sigara için değil de,
arabayı hurda yığınına çevirmek için yaktı. Diğer
elindeki izmariti yere attı ve arabanın yanına doğru
tekmeledi. Daha sonra çakmağı da arabanın üzerine
fırlattı. Araba dört saniye içinde tamamıyla yanmaya
başlamıştı. Arabadan gelen alevlerin saçtığı ışık,
beyazlamaya başlayan uzun siyahımsı saçlarını
aydınlatıyor ve beyazlarını daha ön plana çıkarıyordu.
Siyah olan gözlerinin, bebekleri alevi yansıtıyordu.
Birkaç dakika daha bekledi. Arkasını döndü ve
yürümeye başladı. Cebinden telefonunu çıkardığı
sırada, kolu koparak yere düştü. Hayatındaki en acı
dolu yakarışı bastı ve yere çöktü.
Arabanın patlamasıyla, kopan demir parçası saatte 354
km/h hızla gelip, katilin kolunu kesip kopartmıştı.
Katil sol koluyla telefonundaki numarayı tuşladı ve
hoparlöre verdi. Kolundan acayip derecede kan
fışkırıyordu fakat şu durumda yapabileceği hiçbir şey
yoktu. Yardım beklemekten başka…
“Didem öldü!”
Elindeki silahı, kadının kafasına doğrulttu. Tam o
sırada telefonu çaldı. Sağ eliyle silahını tutarken, sol
eliyle elini ceketinin sağ bölümüne daldırdı ve Nokia
5130 Xpress Music’ini çıkardı. Gelen numarayı
cevaplama tuşuna bastı.
“Buyurun efendim… Evet, öldürmek üzereyim…
Neden? Tamam efendim… İşini bitirir bitirmez
yanınıza geleceğim… Peki efendim… Size de, hemen
geli-----”
Adam telefonda konuşurken, Didem ani bir hamle ile
sağ ayağını adamın sağ eline savurdu ve silahını yere
düşürdü. Birden sol dizini adamın kasıklarına geçirdi
ve adam eğilmek zorunda kaldı, acı içine inleyerek. Sağ
diziyle adamın suratına haşince bir diz attı ve adamın
burnu kırıldı ve kanlar akmaya başladı. Katil yere
yığıldıktan sonra Didem, telefonunun üzerine bastı ve
telefonu 34 parçaya ayırdı. Yere düşen silahı aldı ve
adamın beynini dağıttı. Silahı yan tarafta bulunan göle
fırlattı. Silah 2 metre sağa doğru sapmayla 30 metre
uzağa gitti ve 10 metre derine battı.
Son bir kez katilin suratına baktı, yüzünden kanlar
akıyordu… Gözleri hala açıktı ve psikopatça Didem’e
bakıyordu. Sanki ölmemişti, onu öldürmüştü ve
bundan zevk almıştı. Bu zevkin verdiği rahatlıkla böyle
bir bakış atmıştı. Ama öyle bir şey yoktu, katil ölmüştü
hem de beyni dağılarak…
Arkasını döndü ve katilin arabasına doğru ilerlemeye
başladı. Tam arabaya binecekken, geri döndü. Katilin
cesedinin yanına tekrar gitti ve dar siyah
pantolonunun arka tarafındaki bölmeden çıkarttığı
bıçakla, katilin bütün parmaklarını kesti. Daha sonra
cebindeki kimliğini – sahte olduğunu bildiği halde –
aldı ve arka cebine koydu. Silahla adamın suratına
mermi yağdırdı ve tanınmayacak hale getirdi. Daha
sonra arabaya tekrar döndü ve yola koyuldu…
Didem, henüz on altı yaşındayken, babasının
düşmanları yüzünden kaçırılmıştı. Yaklaşık bir hafta
onların elinde türlü işkenceler görmüştü. Babası bir
asker olduğundan, ona karşı olan bir terörist grubu,
Didem’i okuldan çıktıktan sonra kaçırmışlardı. Ne
olduğunu ilk başta anlamamıştı fakat babasıyla
yaptıkları konuşma sonucu her şeyin farkına varmıştı.
Bir terörist lideri ele geçirilmişti ve Didem bu yüzden
kaçırılmıştı.
1990
Didem, dehşet içinde olanları izliyordu. Elleri, ayakları
bağlıydı. Ağzında kocaman bir bant vardı. Dört tane
terörist karşısında telsizle konuşmaya çalışıyordu.
“Komutan. Kızın elimizde.”
“şerefsiz, adi herifler.”
“Başkanımızı ver, kızını al.”
“Ben sizden onu alırken tüm her şeyi hesaba kattım
şerefsizler.”
“Kızının ölmesini bile mi?”
Terörist, silahını çıkardı ve kızın sol omzuna ateş etti.
Didem bağırmaya çalıştı ve sandalye geriye doğru
düştü ve kafasını yere çarptı. Bayılmıştı.
“Duydun mu komutan?”
“Orospu çocukları!”
Terörist, telsizi kapattı. Sandalyeyi tekrar kaldırdı ve
kızın suratına koca bir kova soğuk suyu boca etti.
“Baban seni hiç sevmiyor.” Kızın ağzını açtı.
“Babam beni sizin başkanınızı sevdiğinizden daha çok
seviyor.” Didem, adamın kasıklarına tekmeyi bastı.
Adam öne doğru eğildi ve Didem diğer diziyle adamın
kafasına başka bir diz attı. Bu sırada da adamın
elindeki tabancayı alıp teröristi rehin aldı. Bütün
bunları yapmayı babasından öğrenmişti. Kolundan
çıkan kanlar acısını daha da artırıyordu fakat onun
umurunda değildi.
“Ben sizden onu alırken her şeyi hesaba kattım.”
Bu bir mesajdı, kızına. Didem, bunu hemen anlamıştı,
ne yapması gerektiğini de. Kızına yedi yaşından beri
eğitim veriyordu. Kendisini savunmasını çok iyi
biliyordu Didem. Ayakları bağlı olmasaydı daha sert
bir tekme atabilirdi fakat elinden gelenin en iyisi
buydu. Elleri de bağlıydı ve adamın kafasını, bağlı
iplerin arasına alarak, silahı onun kafasına tutuyordu.
“Ya çekilirsiniz, ya da bu şerefsiz ölür.”
Rehin alınan terörist silahlarınızı indirin işareti yaptı ve
diğerleri silahlarını indirdiler. Didem onlara elindeki
iplere doğru ateş etti ve ipleri koparttı. Bir eliyle silahı
adamın kafasına doğrultmuşken diğer eliyle de yerdeki
demir parçasıyla ayağındaki ipleri kesmişti. Yavaşça,
teröristi de alarak, depodan dışarı çıktı. şimdi nereye
gideceğini bilmiyordu, babasına da hiçbir şekilde
ulaşamazdı şu durumda. Kendisinden beş santimetre
uzun adamın şakağına silah dayamış şekilde bozuk
arazide yürüyordu. Arada sırada arkasına gelen var mı
diye bakmaktan da kendini alamıyordu. Eğer arkadan
biri gelirse, rehin aldığı terörist komutanın beynini
uçuracaktı.
2004
Bu olayın üzerinden, on dört yıl geçmişti. Didem, bu
süre içerisinde birçok kurum için casusluk yapmıştı.
Bilgisayar korsanlığı. Bu meslekten hoşlanıyordu,
ufaklığından beri, bilgisayarla haşır neşir olduğu için
neyin ne olduğunu çok iyi kavramıştı. Tek ilgisi
bilgisayardı ve bu ilgisini mesleğe dönüştürerek
sevdiği işi yapmak istemişti. İlk başlarda tek hedefi,
bilgisayar mühendisi olmaktı fakat babasının ısrarı ile,
MIT için bilgisayar casusluğu da yapmaya başlamıştı.
Fakat, yine kendisine hâkim olamayıp, casusluğun
yanında evinde, kendi deyimiyle “hobi” olarak
bilgisayar korsancılığı yapıyordu. Terörist sitelerini
hackliyor, index atıyordu. Aşırı milliyetçi olarak
doğmuştu ve öyle de ölecekti.
Uzun siyah dalgalı saçlarının altında ufak bir yara izi
vardı. Ama saçları o yarayı kapattığından sorun
olmuyordu. Siyah gözleri, şuanda hiçbir ışık olmayan
yolda sadece araba farının yarattığı bir aydınlıkla 87
km/h hızla giden aracın önündeki yola bakıyordu. 178
cm. boyundaydı. Üzerinde siyah dar pantolon ve siyah
askılısı vardı. Saçları dağınık bırakılmıştı, bu onu daha
seksi kılıyordu. Geniş ve büyük kalçası da erkeklerin
her zaman ilgisini çekmişti.
Konuşmayı pek sevmezdi, sadece icraatını yapardı ve
parasını alırdı. Çalışma stili buydu. Boş yere
konuşmak, ona vakit kaybettirirdi. Amacı, evinin
kirasını ve yiyecek masraflarını çıkaracak kadar para
kazanmaktı fakat yıllar geçtikçe kat kat daha fazlasını
almaya başlamıştı. Babasından gelen bir her şeyle
yetinebilme becerisi vardı. Çoğu insanda olmayan bir
beceri. Maymun iştahlılığı yoktu, elindekiyle
yetinmesini çok iyi biliyordu.
Arabanın torpido gözünü açtı, neler bulabileceğine
bakmak istiyordu. Birkaç CD, sahte kimlikler, ehliyet,
ruhsat, bir paket Marlboro ve bir zippo çakmak.
Marlboro’yu eline aldı, çakmağı da diğer eline.
Uzun zamandır sigara içmiyordu fakat bu gece
uzundu. Daha da uzun olacaktı, hissedebiliyordu.
Olaylar daha da karışınca, bu sigaranın verdiği
zarardan daha fazla zarar alacağını çok iyi bildiğinden,
sorun etmedi. Sigarayı yaktı ve o iğrenç dumanını içine
çekti. O iğrenç, pislik duman ona öyle bir tat verdi ki,
gerçekten muhteşemdi. Ağzı kulaklarına varmak
üzereydi. O heyecanla otuz altı saniyede sigarasını
bitirdi ve izmaritini camdan dışarı fırlattı. Arabanın
içerisinde kalan dumanı bastırmak için camları ve
klimayı da açtı, Dışarıdan gelen soğuk hava karnına ve
boynuna doğru akınca Didem’in içi ürperdi.
Radyoyu açtı, açar açmaz duyduğu cümle, onda şok
etkisi bıraktı.
“Didem’in ölümünden kim sorumlu? 27 Yaşındaki kız,
kimler tarafından ve neden öldürüldü?”
Bu Didem, kendisiydi.
Katilin bilinci yerinde değildi. Yerde öylece yatıyordu.
Kolundan kanlar fışkırmaya devam ediyordu. Telefonu
kendisinden dört metre uzaktaydı ve oraya bu şekilde
– uyansa – ulaşması imkânsızdı.
Katilin telefonla konuştuğu adamın, katilin bu duruma
gelmesi hiç umurundaymış gibi gözükmüyordu. Hatta
onun ölecek duruma gelmesine sevinmişti bile. Çünkü
elinde sonunda katil yakalanacaktı ve yakalandığında,
konuşmasını istemezdi. İyi eğitilmiş, işkenceye
dayanıklıydılar fakat adamın katile attığı kazığı
öğrendikten sonra konuşmaması için hiçbir bahane
olmayacağından, onu öldürmesi gerekliydi. Dışarıdaki
adamına seslendi ve dışarıdaki adam içeri girip
ellerinin ceketinin önünde kavuşturdu.
Patron – katilin aradığı adam – çağırdığı kişinin yanına
gitti. Patron, uzun boylu, beyaz ve gür saçlı birisiydi.
Yüzündeki kırışıklıklar en azından altmış yaşında
olduğunu göstermeye yetecek kadar fazla olduğundan
ona yaşı pek sorulmazdı. Zaten sormaya da cesaret
eden olmazdı çünkü yaş ve diş konusunda çok
hassastı.
Korumanın yanağına elini götürdü ve yanağının
tamamını elinin içine aldı. Sahte bir gülümseme bıraktı
fakat koruma bunu fark edemedi. Uzun yıllar, empati
ve duygusal ifadeler konusunda uzmanlaşan patron,
kime nasıl kendini sevdireceğini çok iyi biliyordu.
Duygularını saklamayı da çok daha iyi bildiğinden,
böyle problemlerle uğraşmak zorunda da kalmıyordu.
Kime ne yapması gerektiğini duygularıyla bile
anlatabilecek kadar sempatikliği vardı insanlar
üzerinde. Gay olma olasılığı da çok yüksekti elbette.
Gülümsemesi bittikten sonra birkaç saniye boğazını
temizledi ve elini adamın yanağından çekti. Ellerini
arkada kavuşturduktan sonra geriye doğru bir iki adım
attı ve masasının üzerindeki dosyaları alıp korumaya
uzattı.
“On dört numara, öldür onu.”
Koruma patronunun elindeki dosyayı aldı ve hiç itiraz
etmeden kafasını “Tamam.” Anlamında sallayıp izin
istedi ve koşar adımlarla dışarı çıktı. Kapı kapandıktan
sonra patron, tekrar katili aradı fakat telefon çaldı,
çaldı, çaldı, cevap gelmedi. Sinyal sesini duyduktan
sonra mesaj bırakmaya başladı.
“Dayan, yardım gelmek üzere.”
345 kilometre ötede, boş bir arazide yatan ‘Katil’,
ölmek üzereydi. Üzerinde yattığı kan gölü soğuktan
donmak üzereydi. Katilin yolundaki yara kristalize
olmuştu çoktan. Yaklaşık yirmi kadar dakika sonra
uzaktan bir BMW M3 görüldü ve katilin yanına doğru
gelmeye başladı. Katilin kafasının tam önüne park
ettikten sonra içinden patronun az önce yanına
çağırdığı adam çıktı ve Katil’e bakmaya başladı. Birkaç
saniye yarasına doğru baktıktan sonra kucağına alıp
arka koltuğa yerleştirdi. Yerdeki kan lekelerinin
üzerine bir kova dolusu domuz kanı boşalttı ve
arabasına binip gaza bastı.
Arazideki bozuk yolda araba sallanıyordu. Bu
sallantının verdiği mide bulantısı, Metin’in zor
dayanabileceği bir şeydi. Ama sarsıntıdan etkilenen
sadece Metin değildi, Katil de bu sarsıntı yüzünden
uyanmıştı. Etrafı bulanık görüyordu, hiçbir şeye anlam
veremiyordu henüz. Birkaç dakika etrafına baktı ve
doğrulmaya çalıştı fakat inanılmaz bir çığlık koptu.
Kolundaki yarayı unutmuştu ve koltuğu ona doğru
değdirmişti. Mikrop kapan yara, ona müthiş bir acı
vermişti. Çığlık sesinden sonra Metin arkasını döndü,
ona doğru baktı.
“Revire gidiyoruz, dayan.”
“Neden bu… Kadar geciktin?”
“Araba bu kadar hızlı gidiyor çünkü.”
Metin bir yandan katili oyalarken, bir yandan arabayı
kullanmaya çalışıyor, bir yandan da katilin sonunu
getirmek için patronun söylemiş olduğu talimatları,
ona belli etmeden uygulamaya çalışıyordu. Sağ eliyle
direksiyonu tutarken, sol elinin ne yaptığını bilmeyen
ve bunu fark eden Katil, sol elinin ne yaptığını anlamak
için biraz kafasını eğdi.
Metin, katilin kafasını eğdiğini anlamadı ve bir yola
bakarak, bir de sol tarafına bakarak ilerlemeye devam
etti. Limanların önünden geçerken, manzaraya bakan
Metin, katilin de dikkatini dağıtmayı başardı.
“şu teknelerden birini alacağım…”
Katil hemen refleks olarak Metin’in işaret ettiği yöne
bakınca, birden gözlerinde bir parlama oldu ve nefessiz
kaldı. Birkaç saniye nefes almaya çalıştı fakat
olmadığını anlayınca, koltuğa yığıldı…
Metin onun dikkatini dağıtarak, sol elinde tuttuğu
şırıngayı boynuna batırmıştı.
Katilin öldüğünden emin olduktan sonra yetmiş metre
kadar geri gitti. Gaza, sonuna kadar asıldı. Araba altı
saniyede, 70 km/h kadar hızlandı. Yaklaşık elli metre
kadar gitti. Elli beş metre. Altmış metre. Altmış beş
metre ve Metin arabadan atladı. Araba, 46 km/h ile 12
metre kadar uzağa uçtu ve suya girdikten sonra, 10
metre kadar derine battı. Metin’in tek avantajı, gecenin
bu saatinde orada kimsenin olmamasıydı. Araba suyun
içine girerken dışarı çıkan suların bir bölümü Metin’in
ceketinin üzerine geldi. Küfretti ve oradaki başka bir
BMW M3’e bindi.
Sorun şuydu, arabaların plakaları aynıydı. O arabanın,
suya battığını kimse fark etmeyecekti. Tabi ki, araba
bulunmazsa…
Hava -13 dereceydi. Bu soğukta, bu saatte dışarıda
dolaşmak dünyanın en aptalca şeyi olmalıydı.
Hayatının en zor günüydü, Didem için. Belki de en
aptalca günüydü ama zordu işte. Hafif hafif, kar
yağmaya başlamıştı. Küçük beyaz noktalar Didem’in
görüş açısını kapatmıyordu fakat dikkatini dağıtmaya
yetiyordu.
Didem şimdi ne yapacağını kestirmeye çalışıyordu.
şerefsizin teki, onu öldürmeye çalışmıştı ve o son anda
bir şans eseri kurtulmayı başarmıştı. şimdi ne? Onu
öldürmeye çalışanları mı öldürecekti? Zaten ölmüş
olarak gösterilmiyor muydu radyoda? O zaten şuanda
yoktu, ölmüştü. Aranmıyordu. Rahattı. Üstelik
arabada, kadın – erkek bir sürü kimlik de bulmuştu.
Birine kendi fotoğrafını koyup kullanabilirdi.
Katil zaten ölmüştü. Katilin patronu da ölmeliydi.
Didem, onu bulmalıydı. Ancak ona bir bilgisayar
gerekliydi. Dizüstü, masaüstü fark etmezdi. İstediği
programları içinde bulunsun, her türlü bilgisayar
olurdu. 16 MB RAM’I olan bilgisayar bile kâfiydi.
şerefsiz herifler onun bilgisayarıyla beraber havaya
uçmuştu, hepsi olmasa da bir çoğu. Bilgisayarını
kaybettiği için onların hepsini öldürmek istiyordu. Asıl
neden bu olmasan bile, bilgisayarı onun için çok
değerliydi. Ulaşabileceği, güvenebileceği birkaç kişi
vardı ama onların da yaşadıklarından emin değildi.
Fakat yine de şansını deneyebilirdi. Torpido gözünü
tekrar açtı ve içeride telefon var mı diye baktı, bir tane
Nokia N98 vardı. SIM Kartı takılıydı. Hemen tanıdığı
birine – tanımaktan daha fazlasını paylaştığı birine -
mesaj atmak için telefonun kilidini açtı ve mesaj
sekmesine geldi.
Bilmediği bir şey vardı, araba ve telefon, patron
tarafından takip ediliyordu…
23 kilometre ötede büyük bir şirkette, son derece lüks
odasında oturan Patron, Didem’in ne yaptığına
bakıyordu. Araba, hızla Beşiktaş’a doğru ilerliyordu.
Patron, nereye gittiğini kestirmeye çalıştı. Birkaç
dakika daha ekrana baktıktan sonra dışarıdaki adamını
çağırdı.
Dışarıdaki adam içeri girip ellerinin ceketinin önünde
kavuşturdu.
Patron – katilin aradığı adam – çağırdığı kişinin yanına
gitti. Patron, uzun boylu, beyaz ve gür saçlı birisiydi.
Yüzündeki kırışıklıklar en azından altmış yaşında olduğunu
göstermeye yetecek kadar fazla olduğundan ona yaşı pek
sorulmazdı. Zaten sormaya da cesaret eden olmazdı çünkü
yaş ve diş konusunda çok hassastı.
Korumanın yanağına elini götürdü ve yanağının tamamını
elinin içine aldı. Sahte bir gülümseme bıraktı fakat koruma
bunu fark edemedi. Uzun yıllar, empati ve duygusal ifadeler
konusunda uzmanlaşan patron, kime nasıl kendini
sevdireceğini çok iyi biliyordu. Duygularını saklamayı da
çok daha iyi bildiğinden, böyle problemlerle uğraşmak
zorunda da kalmıyordu. Kime ne yapması gerektiğini
duygularıyla bile anlatabilecek kadar sempatikliği vardı
insanlar üzerinde. Gay olma ihtimali de çok yüksekti elbette.
Gülümsemesi bittikten sonra birkaç saniye boğazını
temizledi ve elini adamın yanağından çekti. Ellerini arkada
kavuşturduktan sonra geriye doğru bir iki adım attı ve
masasının üzerindeki dosyaları alıp korumaya uzattı.
“On dört numara, öldür onu, işi başaramadı. Ha, Seda
Didem’in peşine tak en güvendiklerini, bu gece bitmeden o
ölmüş olsun. 7 saat, 43 dakikanız var.”
Koruma patronunun elindeki dosyayı aldı ve hiç itiraz
etmeden kafasını “Tamam.” Anlamında sallayıp izin istedi
ve koşar adımlarla dışarı çıktı.
Yasal olarak pazarlama şirketi olarak gözüken şirket,
aslında bir uyuşturucu şebekesinin öldürme işlerine
bakıyordu.
Katil çoktan ölmüş de olabilirdi, fakat yine de kontrol
etmekte fayda vardı. Yakalanmak istemezdi. Hiçbir
zaman da yakalanmamıştı çünkü çok profesyoneldi bu
konuda.
(Gün doğumuna, 7 Saat 24 Dakika Kaldı)
Didem, biraz dinlenmek için arabasını kenara çekti.
Gözlerini kapadı ve bugün neler yaşadığını şöyle bir
gözden geçirdi. 6 ay önce neler yaşadığını, altı ay sonra
neler yaşayacağını… Bir dakika sonra neler
yaşayacağını asla tahmin edemiyordu. Tek bir hata,
hayatını bu noktaya getirmişti.
Daha uyumamışken arabasından çıkan ‘tık, tık’ sesi ile
irkildi ve doğruldu hemen. Biri cama vuruyordu.
Gecenin ayazında camlar kristalize olduğu için,
adamın kim olduğu görünmüyordu. Didem irkildi ve
silahını doğrultarak pencereyi yavaşça birkaç cm
araladı.
“Kimsiniz?”
Pencerenin dışındaki adam cevap vermedi. Elini,
yavaşça arkasına götürdü, Didem’e fark ettirmemeye
çalışarak fakat Didem, yılların getirdiği tecrübe ile
adamın yapmaya çalıştığını çoktan fark etmişti. İki
ihtimal vardı.
- Adamın belinde rahatsızlık var, eğilmek için belini
tutuyor.
- Belinden silahını çıkarıyor.
2. Seçenek, Didem’i korkutmuştu. Kendi hayatını riske
edemezdi. Birden cam kırıldı, içinden geçen kurşun
saatte 3.500 km/h hızla Didem’in sağ gözünün alt
kısmına doğru gelmeye başladı. Fakat Didem daha
önceden adamın böyle bir şey yapacağını düşündüğü
için, kafasını 34 derece sola doğru eğdi ve kurşun,
saçlarının bir kısmını da alıp götürerek koltuğa
saplandı. Saçlarının gittiği kısımdan kanlar çıkıyordu.
Didem vakit kaybetmeden silahını aldı ve beş altı kere
ateş etti. Birkaç saniye sonra adamın yere düşüşünü
gördü. Arabanın kapısını açtı, açarken kapıda kalan
cam parçaları yere hücum etti. Didem, parçalara
basmamaya dikkat ederek ve sekerek, arabadan indi.
Kurşunun sıyırdığı yeri tuttu.
Adam can çekişiyordu ve ölmek üzereydi. Ağzından
çıkan kanlar konuşmasını engelliyordu. Didem,
adamın kafasını biraz yukarı kaldırdı.
“Patronunuz nerde?”
“Cehennemin dibinde.”
Didem, adamın kafasına son mermiyi sıktı. Ardından
kendi de yere yığıldı. Arkasına bir kurşun isabet
etmişti. İkinci adamı – arkasındaki adamı –
görememişti Didem.
1.Evrendeki hikayenin sonu. Didem öldü. Çok geçmeden
Cem de ele geçirildi ve acımasızca öldürüldü. Patron için
engel kalmamıştı.
Camdan ona ateş eden adamı öldürdükten sonra,
Didem derin bir nefes aldı. Bir sigara daha yakmak
üzereyken, bu sefer sağ camın içerisinden bir kurşun
girdi ve Didem’in sağ elinin işaret parmağına sürterek
direksiyona saplandı. Arabanın kornası çalmaya
başladı. Didem’in işaret parmağındaki tırnağı da
gitmişti ve kanlar fışkırıyordu.
“Lanet olsun.”
Didem koltuğu arkaya doğru eğdi. Kurşunlar önünden
geçip gidiyordu. Silahını sıkıca tuttu ve adamın nerede
olduğunu kestirmeye çalıştı. Fakat hayaleti
görememişti. Çok iyi kamufle olmasını başarmıştı,
Didem’in adamın nerede olduğunu anlamasına imkan
yoktu. Her attığı kurşun başka bir yerden geliyordu,
yani adam sürekli yer değiştiriyordu. şu durumda
yapması en mantıklı olan şey, arabasını çalıştırıp var
olan gücüyle kaçmaktı. Anahtarı taktı ve kontağı
çevirdi. Debriyaja bastı, vitesi değiştirdi ve gaza asıldı.
Araba ani bir kalkışla, önündeki dubayı ezerek yolda
garip bir şekilde ilerlemeye başladı.
Arkasındaki adamı şimdi aynadan görebiliyordu. Tam
olarak arkasındaydı ve elindeki silahla arabaya nişan
almıştı. Didem refleks olarak kafasını eğdi fakat
silahtan çıkan kurşun, arabanın içine gelmemişti.
Birden büyük bir patlama sesi duyuldu ve araba birden
sağa doğru kaymaya başladı. Adam tekerleğe nişan
almıştı ve patlatmıştı da.
“Sikeyim.”
Adam, koşmaya başladı. Didem arabayı zapt etmeye
çalışıyordu fakat bunu başarabilecekmiş gibi
durmuyordu. Araba 65 km/h hızla, önündeki direğe
çarptı ve arabanın ön kısmı direğe geçerek U biçimini
aldı. Didem’in emniyet kemeri takılı olduğu için hafif
bir çarpmayla kurtulmuştu. Bilinci yerine geldikten
sonra, silahının şarjörüne baktı. Altı kurşunu kalmıştı.
Ölmek için arabadan inmesi gerekiyordu. Aynı
zamanda yaşamak için de çıkması gerekiyordu.
Ne yapacağını düşünmeye başladı. “Arabadan çıkarım
ve onu vururum. Ama o da benim çıkmamı bekliyor. Çoktan
nişan almıştır bile. İçeride kalsam gelir vurur. Mantıklı
davranmalıyım.”
Ve arabanın içinden çıktı.
Limanın etrafında dolaşan bir sarhoş, sağa sola
sallanarak penguen gibi yürüyordu. Elindeki gazete
kağıdı ile kaplı şarap şişesindeki son yudumunu da
aldıktan sonra, gecenin ayazında nefes alıp verirken
çıkan buharlara baktı ve denize doğru döndü. Birkaç
adım geriledi, düşecek gibi oldu. Sonra koşar adımlarla
denize doğru gitmeye başladı ve şişeyi fırlattı. şişe
birkaç metre havada ilerledikten sonra ‘cup’ sesi ile
beraber aynı anda suyun içine gömüldü ve yavaş yavaş
diplere doğru batmaya başladı. Sarhoş, geriye doğru
gitmeye çalışırken ayağı dubanın vidasına takıldı,
ondan kurtulmaya çalışırken yanlışlıkla boşluğa adım
attı ve o da suyun içine düştü.
Yüzmeyi biliyordu fakat sarhoş olduğu için ne
yapacağı hakkında en ufak fikri yoktu. Kafası, suyun
içine batıp çıkıyordu sürekli. Kafasını tekrar çıkardı ve
derin derin nefes aldı, bir elini havaya kaldırdı ve
sallamaya başladı yardım istercesine. Aksi gibi,
sokakta kimse yoktu.
On altı metre ötede, bir devriye aracı, limanın
kenarında yavaş yavaş dolaşıyordu. Sürücü
koltuğunun yanındaki koltukta oturan polis, önündeki
lahmacun-ayran ikilisi ile tıkınıyordu. Lahmacununu
dürdükten sonra kocaman bir ısırık aldı ve ardından
kocaman ayranından kocaman bir yudum aldı.
Ağzında lokmasını gevelerken denize doğru baktı. Bir
parıltı, suyun yüzeyinde gidip geliyordu.
Polis ilk başta ne olduğunu anlayamadı fakat sonradan
oradakinin bir adam olduğunu fark etti. Ve adam
boğuluyordu.
Hemen arabadan indiler ve deniz kenarına doğru
koşmaya başladılar. Polis elindeki lahmacununu ve
ayranını diğer polise verdi ve ceketini çıkardı. (Sarhoş
yavaş yavaş dibe batmaya başlar…) Birkaç saniye sonra
polis de suyun içindeydi. Adamı en son gördüğü
noktaya doğru yüzmeye başladı. Onun bulunduğu
noktaya gelince derin bir nefes aldı ve o da suyun içine
daldı.
Aşağıya doğru indikçe, kulaklarındaki basınç artıyor
ve kulak zarı yırtılacak gibi oluyordu. Gözünde gözlük
olmadığı için suyun içinde gözlerini zor açıyordu.
Karanlık olduğu için, su tuzlu olduğu için önünü
görmekte de çok zorlanıyordu. Aynı zamanda gözleri
yanıyordu, tuzlu su yüzünden. Ama bir adamın
hayatını kurtarmaya değecekti. Hatta
ödüllendirilebilirdi bile. Yanındaki ayıya fırsat
vermeden kendisi atlamıştı. Evet, adamı kurtarırsa
kesinlikle ödüllendirilecekti.
“Dayan dostum geliyorum.”
Ellerini rast gele sallıyordu, belki adama denk gelir
diye… Ama şuana kadar hiçbir iz yoktu adama dair.
Suyun dibinde bir ışık parıltısı gördü. Oraya doğru
gitmeye başladı fakat aşağı doğru battıkça,
yaklaşmıyormuş gibi hissediyordu kendini. Yirmi
metre derindeydi ve nefesi tükenmek üzereydi. Yukarı
doğru yüzerken, birden sarhoş adamın koluna çarptı,
irkildi. Daha sonra adamı koltukaltından yakalayıp, su
yüzeyine çıkardı. Derin derin nefes alma seansını
tamamladıktan sonra ortağına seslendi.
Ortağı koşarak kıyıya doğru geldi ve sarhoşu çekerek
yere yatırdı. Kalp masajı yapmaya başladı. “1,2,3,4,5…
Hadi dostum.. 1,2,3,4,5… Hadi, yapabilirsin.” Suni
teneffüs yapmaya başladı. Çok geç olduğunu, ortağının
gelip, onu çekmesinden sonra anladı. Adam ölmüştü,
başaramamışlardı… Telsizini eline aldı ve olan biteni
anlattı, sonuna da bir şey ekledi, olayla ilgisi olmayan
bir şey.
“Suyun dibinde bir ışık huzmesi vardı. Olay yeri
inceleme ekibinin suyun dibine bir dalış yapmasını
istiyorum.”
“Anlaşıldı 4654.”
(Gün doğumuna, 7 Saat 18 Dakika Kaldı)
Aynadaki yüzüne baktı. Sağ yanağındaki siyah
lekesinin üzerindeki kılları, tıraş bıçağı yardımıyla
kesti ve elini oraya değdirerek pürüzsüz olduğuna
emin olmak istedi. Tamamen bütün sakallarını da
kestikten sonra, yüzünü yıkadı ve kremini sürdü.
Musluğu kapadı ve etrafına bakınmaya başladı. Havlu
ile elini ve yüzünü kuruladıktan sonra eline cep
telefonunu aldı.
(1 Yeni Mesaj – Kayıtlı olmayan numara - Oku / Sil)
Oku tuşuna bastı. Yazan mesajı okuduktan sonra uzun
kıvırcık saçlarının arasından siyah tişörtünü geçirdi ve
altına kot pantolonunu da giydikten sonra,
pantolonunun arka kısmına SIG-SAUER P228 silahını
koydu, dolabın üzerindeki anahtarlarını aldı ve kapıyı
çarparak çıktı. Koşar adımlarla arabasının kilidini açtı
ve apar topar arabasına bindikten sonra düğmeye
basarak arabasını çalıştırdı, gaza bastı. Okuduğu mesaj
hala aklından gitmiyordu. Numara kayıtlı değildi,
daha önce de buna benzer bir numara görmemişti fakat
mesajı okuyunca kimden geldiğini çok iyi anlamıştı.
“Yardıma ihtiyacım var. Bu numarayı takip et. Seni
seviyorum.”
Pantolonunun cebinden cep bilgisayarını çıkardı ve
içindeki programa mesajın geldiği numarayı girdi.
Birkaç saniye bekledikten sonra kullanıcı adı-şifre
kombinasyonunu girdi ve “Giriş Tamamlandı –
Numara Yeri Saptanıyor” yazısını görünce rahatladı.
Kafasını kaldırdı ve yola göz attıktan sonra tekrar
bilgisayarına baktı. Numaranın mesaj gönderdiği yer
ekrandaki haritada kırmızı bir nokta olarak
gözüküyordu. “Yol Tarifi Yap” seçeneğine tıkladı ve
kadının konuşmalarını dinleyerek mümkün olan en
hızlı şekilde oraya gitmek için iki eliyle direksiyona
sarıldı.
Cem, gece kalktığında Didem’i yatağında bulamamıştı.
Telefonunu aradıysa da Didem cevap vermemişti. Onu
gerçekten canından çok seviyordu, tam anlamıyla.
Tanışalı sadece birkaç ay olmuştu fakat ilk görüşte aşk
kavramını onlar birbirlerini görmeden anlamıştı
neredeyse. Tanışmaları oldukça tatsız bir mekânda
olmuştu fakat onlar için önemli de değildi zaten,
birbirlerini tanımaları onlar için en büyük güzellikti.
Didem, o sıralar işinde en üst düzeydeydi, çok
ünlüydü ve herkes ondan çekinir hale gelmişti. MIT
için casusluk yapmaya devam ediyordu ve Cem’le
tanıştıkları zaman da bir iş üzerindeydi. Bir restoranın
güvenlik kameralarına sızıp, üstlerinin ona verdiği
video görüntülerini kameranın içine ekleyecekti. Zor
bir işti, üstesinden gelebilirdi. En iyisi oydu ve ondan
başka bu işi yapacak kimse yoktu. Cesaret bile eden
çıkmamıştı Didem hariç. Çünkü ele geçireceği
restoranın güvenlik kamerası, Türkiye’nin en büyük
uyuşturucu şebekesinin merkez bölgesiydi ve çok sıkı
güvenlik önlemleri ile korunmaktaydı. Zaten tüm
hikâye – Didem’in yaşadıkları – böyle başlamıştı…
Didem arabasından indi. Hava yağışlıydı ve feci bir
şekilde rüzgâr vardı. Neredeyse ayakta duramayıp
düşecek durumdaydı Didem. şemsiyesini açtı ve
arabasından inip önündeki restorana baktı. Bu gece
gerçekten zorlu olacaktı. Arabasının kapısını tekrar açtı
ve içinden dizüstü bilgisayarı çantasının yanında
gerekli olacak eşyaları da çıkardıktan sonra kapıyı
kilitledi. Koşar adımlarla restorana doğru yola
koyuldu. Yerde biriken sular, çizmelerinden yukarı
sıçrayıp, dar pantolonunu kirletmişti. Bu halde tam bir
köylü kızına benziyordu.
Kapının önüne geldi. Derin bir nefes aldı ve güler
yüzle korumaların yanına gitti. Sanki yağmur
mağduruymuş gibi dudaklarını büktü ve küçük bir
bebek gibi konuşmaya başladı.
“İçeri girebiliyor muyuz?”
Korumalar onun bu çaresiz ve sempatik durumu
karşısında ne yapacağını şaşırdı. Sağ taraftaki koruma
eline telsizi aldı ve merdivenlerden inip, Didem’in
yanından uzaklaştı. Telsizi açıp birkaç saniye birileriyle
konuştu ve tekrar ikilinin yanına geldiler.
“Tamam, gir. Arkadaş sana oturacağın yeri gösterecek.
Ne bok yiyeceksen ye ama garson hariç sakın
kimseyle konuşma.”
Didem korkmuştu… Bu kadar sinirli olduğuna göre
içeride iyi dolaplar dönüyordu. Kimseye bir şey
çaktırmadan işini bitirip buradan “siktir olup”
gidecekti. İçeri girdi, şemsiyesini kapattı ve yanındaki
korumayı takip etmeye başladı. Yanındaki herif, tam
bir ayıyı andırıyordu. Yaklaşık yüz elli kiloydu ve sırf
kastan oluşuyordu. Sanki yıllardır bir keşmiş gibi
koluna yapay kas şırıngası enjekte ediyor gibiydi.
Didem buradan çıkmak için ne yapması gerekiyorsa
yapacaktı. Eğer işler karışırsa arka tarafındaki silahına
davranıp, önüne çıkan herkesi temizleyecekti. Bunu
yapmak zorundaydı. Güvenliğin zaafı ad buydu.
Sempatik ve seksi bir kadın restorana gelmişti ve onlar
kadının üstünü bile aramamıştı. Geri zekâlılar gecenin
sonunda tatsızlık çıkarsa alınlarının ortasından
vurulacaklardı ve köpek leşi gibi bir yerlere
atılacaklardı.
Hiç belli etmeden korumanın gösterdiği yere oturdu ve
masumca beklemeye başladı. Yaklaşık on metre
ilerideki uzun ve geniş masada bir şeyler
konuşuluyordu fakat Didem bulunduğu yerden onları
duymakta güçlük çekiyordu. Çantasını açtı ve içinden
ufak kulaklığını çıkardı ve taktı. Kulaklığın kablosunu
tişörtünün içinden geçirdi ve ucundaki çıkış noktasını
dizüstü bilgisayarına bağlı bir dinleyiciye taktı. Birkaç
saniye süren cızırtıdan sonra net bir şekilde adamların
ne konuştuğunu duyabiliyordu. Onların bulunduğu
masanın altında bir böcek vardı. Bir veya iki gün önce
Didem gibi casuslardan biri buraya gelip bütün
masaların altına böcek yerleştirmişti. Didem de şimdi
numaralandırdıkları masanın numarasına dizüstü
bilgisayarından bakmış ve o böceğe bağlanarak ne
konuştuklarını dinlemeye başlamıştı. Bu adamlar
resmen kocaman bir mafyaydı. Ve tüm ülkenin başına
büyük bir bela açmak üzereydiler. Didem’in
dinlediğine göre şuana kadar bu ülkenin geçmişinden
bugüne gerçekleştirilecek olan uyuşturucu
sevkıyatlarının birleşimi niteliğinde büyük bir işlem
gerçekleştirilecekti ki bu miktar yirmi bin ton civarıydı.
Birkaç yıldır bu iş üzerinde çalışılıyordu ve şimdi
zamanı gelmişti. Eğer Didem ve istihbarat teşkilatı
bunu engelleyemezse Türkiye’nin seyri uzun bir süre
değişecekti. Bunu kaldıramazdı ülke de, ülkenin
gençleri de…
Didem fark ettirmeden dizüstü bilgisayarını çıkardı ve
etrafına bakındıktan sonra Kapama-Açma tuşuna
basarak bilgisayarının sessizce açılmasını bekledi.
Windows XP açılış ekranını gördükten sonra derin bir
nefes aldı çünkü bilgisayarı bu ve bu gibi durumlarda
sürekli problem çıkarırdı. İçinde en önemli
programlarını bulundurduğundan bilgisayar da
tamamen kendine aitti ve bu bilgisayarı değiştirmeye
hiç niyetli değildi. Ne kadar huysuz bir bilgisayar da
olsa bilgisayarını çok seviyordu. Yaklaşık 2 yıldır aynı
bilgisayarı kullanıyordu ve tamamen de memnundu.
Bilgisayar açıldı, masaüstü arka planındaki bembeyaz
rengi görünce tekrar derin bir nefes aldı ve etrafına
yeniden bakındı. Kimse ona bakmıyordu, bu iyi bir
şeydi. Kimse ona bakmıyordu derken, gözle gördüğü
kişiler ona bakmıyordu… Güvenlik kameralarından 2si
onun bulunduğu masayı gözetliyordu ve Didem’in
dikkatli olması gerekliydi. Muhtemelen kameralardan
biri zoom yapmış bir şekilde Didem’in bilgisayarını
inceliyordu. İnceleyen güvenlik görevlisi yazılım dilini
biliyorsa, Didem boku yemişti.
“Programlar” klasörüne girdi ve içindeki isimsiz
dosyaya çift tıklayarak açtı. Birkaç DLL dosyası, birkaç
uygulama ve bir sürü bilinmeyen uzantılı dosya vardı
klasörün içinde. “TakipSistem2.2.exe” adlı uygulamaya
çift tıkladı ve açılmasını bekledi. Ekran simsiyah oldu
ve ekranın siyahlığı Didem’in suratına da yansıyınca
birkaç güvenlik görevlisinin dikkatini çekti. Didem
onlara gülümsedi ve bilgisayarını onlardan yana
çevirdi. Bilgisayar ekranı tamamen simsiyahtı ve kapalı
gibi duruyordu.
“Hay sıçayım… Lanet olası bağlan.” Diye söylenmeye
başladı Didem. Korumalardan biri sanki bunu duymuş
gibi Didem’den yana baktı ve pis bir bakış fırlattı.
Didem ona doğru baktı tekrar ve ufak tebessüm
ettikten sonra tekrar bilgisayarına döndü. Çantasından
çıkardığı su şişesinin kapağını açtı ve birkaç yudum aldı.
“Ne bok yiyorsun böyle?”
Didem kafasını kaldırdı. Karşısında bir ayı vardı. Yani
koruma görevlisi… Su şişesini sakince masanın üzerine
koydu ve adama güldü.
“İşim bu.”
“Ne iş yapıyorsun?”
“Bilgisayar programcısıyım...”
“Bu kodlar ne?”
“Siktir et dostum.”
“Sen de bizim gibisin güzel bayan… Terbiyesiz ve
tehlikeli…”
“Teşekkürler.”
Adam güldü ve arkasını dönerek gitti. Didem yarım
kaldığı işi tamamladı ve kameraya bağlandı. şuanda
kendisini güvenlik kamerasından izleyebiliyordu.
Arkasındaki tabloya gözü çarptı. Tablonun altında, bir
kamera vardı… Hemen refleks olarak arkasını döndü
ve kameraya canlı canlı baktı. Kamera tam da
bilgisayarını çekiyordu Didem’in. Güvenlik görevlisi
IP’yi anlamış mıydı acaba?
Didem bilgisayarının kapağını biraz aşağı indirdi,
ışıktan LCD ekran biraz zor gözükse de, Didem gözüne
gözlüklerini taktı ve işine devam etti. Elleri klavyenin
üzerindeki tuşların üzerinde gidip geliyordu devamlı.
Korumaların yanına güvenlik görevlisi geldi ve
Didem’i göstererek konuşmaya başladılar. “Siktir.”
Adamlardan biri Didem’e döndü ve pis pis bakmaya
başladı. İşte şimdi hapı yutmuştu. Güvenlik
görevlisinin ne olduğunu anlamaması gerekiyordu.
Bilgisayarının kapağını tam kapamadan eline aldı,
çantasını da öbür eline aldı ve masa örtüsüne
dokunduğu için masa örtüsünü de hepten alıp
çantasına tıktı. Koşmaya başladı arka kapıya doğru.
Kulaklığındaki mikrofondan, merkezden yardım istedi.
Sonra tekrar bilgisayarına eğildi.
%14.
Arka kapıya varınca kapıyı tekmeledi fakat kapı
demirden ve şifreli kilit olduğu için bir işe yaramadı.
Birkaç rastgele şifre denedi, 3 kere yanlış girince
binanın tüm kapıları kilitlendi ve alarm çalmaya
başladı. Herkes ayağa kalktı ve arka kapıya doğru
gelmeye başladı. Yirmi dört silahlı adama karşı bir
kadın.
Didem arka cebinden silahını çıkardı, kurşunlara baktı.
24 adet kurşunu vardı. Yani herkese bir tane. Hata
yapma lüksü yoktu. Emniyeti açtı, yanındaki kolonun
arkasına geçti, bilgisayarını da kapının yukarısındaki
havalandırma deliğine düşmanların göremeyeceği
şekilde sıkıştırdı ve beklemeye başladı. Derin bir nefes
aldı. Hayatının en heyecanlı dakikalarıydı. Buradan
şanslı çıkma olasılığı, bir ekmek fırınından çıkma
olasılığından daha az gibiydi.
%18.
Bu restorana kamera yerleştirilmesindeki asıl amaç,
onlara gözdağı vermekti. Yerleştirdikleri videonun
içinde bir askerin yapmış olduğu bir konuşma vardı.
Gereğinden çok fazla ciddice konuşuyordu ve bununla
hiçbir alakası olmayan bir insan bile bu konuşmadan
çekineceğinden buradaki kaba adamların hepsi bu
konuşmadan çekineceklerdi. Uzman psikoloji eğitim
görevlileriden de yardım alınarak, karşısındakini en
etkili şekilde nasıl korkutabilirim mantığı ile
hazırlanmıştı ve bu video için aylardır uğraşılıyordu.
Eğer Didem buradan o videoyu yüklemeden çıkarsa,
aylardır verilen emek yapılan onca yatırım onun hatası
yüzünden heba olacaktı ve Didem bunu kaldıracak
güçte bir kadın değildi. O hep iyi kalpli olmayı, verdiği
sözün arkasında durmayı öğrenmişti.
Küçükken babasına bir söz vermişti, küçük şeyler için
ağlamayacaktı. Bu sözünü tutamadığı için babası onun
en sevdiği oyuncağını elinden almıştı ve Didem için bu
bir dönüm noktası olmuştu. Artık sürekli verdiği
sözleri tutacağına dair babasına binlerce yemin
döktükten sonra eline oyuncağını almıştı ve sözler
verildiğinde karşılığının da verildiğine inancı
tamamlanmıştı. Zaten, o günden sonra da çok sık söz
vermiyordu fakat verdiği zaman da sözünü yerine
getirmek için her şeyi yapıyordu. şimdi de bu video
ekleme konusunda babasına söz vermişti. Bunu
yapmak zorundaydı, ölse bile. Ölse bile yapacaktı ve o
videoyu buradaki liderler izleyecekti. İzleyecekti.
Zaten Didem oradan çıktıktan sonra, “Patron”ları
onlarla iletişime geçmezse dışarıdaki özel tim içeri
baskın yapacak ve içerideki herkesi öldürecekti.
Uyuşturucu yerlerini tespit etmeleri zorlaşacaktı
elbette ama bunu yapmak zorundalardı. Çünkü büyük
bir belaya girilmişti ve içerideki tüm tanıkları
öldürmek zorundalardı uzlaşma sağlanmazsa.
Adamlar silahlarını çekmiş vaziyette arka kapıya
doğru gelmeye başladılar. “Patron” da onların
arkasından geliyordu. Elinde bir tabanca vardı ve onu
kullanmaya pek niyeti yoktu çünkü yirmi üç tane
adamın üstesinden kim gelebilirdi ki? O arkada kalıp
olanları izlemeyi tercih ederdi. Üzerindeki beyaz ceket
ve beyaz pantolonu kana bulaşmamalıydı çünkü onları
henüz bugün almıştı. Oldukça zengin olmasına rağmen
giysilerinin temizliğine ve düzenine çok dikkat ederdi.
Adamlarına saldırın işareti verdi ve kendisi arkada
durup boş bir masayı devirdi ve arkasına sığındı.
%22.
Video yerleştirilince, güvenlik odasındaki bütün
ekranlar bu videoyla kaplanacaktı. Ses de zaten, kimse
olmasa bile duyulabilmesi için “ultra sound”
teknolojisinde ayarlanmıştı. Görmeseler bile,
duyacaklardı.
Didem derin bir nefes daha aldı, adamların ayak
seslerini duyabiliyordu. Kafasını birkaç santim çıkardı,
tam altı metre ilerisinde bir adam gördü. Silahıyla
etrafı arıyordu. Didem sola baktı, diğer adamı gördü.
Sağa baktı ve bir adam daha gördü. Görüş açısında 3
adam vardı. 3’ünün de işini bitirmeliydi. Sol tarafına
döndü, sırtını kolona yasladı ve tekrar derin bir nefes
alıp kolondan dönerek çıktı. Silahıyla sağ taraftaki
adamın kafasına nişan aldı ve tetiği çekti. Kurşun
adamın sağ gözünden girerek kafasının arkasından
çıktı ve duvara saplandı. Didem ortadaki adama bir
kurşun attı, bu kurşun adam biraz sağa kaydığından
kalbinin birkaç santim yanına geldi ve o da kanlar
içinde yere yığıldı. “Lanet olsun, ateş etme ateş etme.
Ben ateş edene kadar ateş etme.” Didem bu
düşüncesinden sonra tekrar tetiği çekti. Sol taraftaki
adam soluna dönmüş neler olduğuna bakarken,
Didem’in çektiği tetikle beraber hızla gelen kurşun
adamın boynuna saplandı ve kanlar fışkırmaya başladı.
Gırtlağından hırıltılar çıkardıktan sonra, silahını da
düşürerek yığıldı.
Arkadakiler ne olup ne bittiğine anlam veremeden
Didem yerden yuvarlanarak diğer kolona geçti. Kimse
onu görmemişti ve herkes daha önceki bulunduğu
kolona kurşunlar saydırmaya başlamıştı. Didem çok iyi
hedef şaşırtmıştı. Birçok kişinin kurşunu bitecekti ve
“Beni avla.” durumuna geleceklerdi. Birkaç saniye
sonra öyle de olmuştu zaten, Didem’in gözlemlediğine
göre 2 kişinin kurşunu bitmişti ve şarjör
değiştiriyorlardı. Didem tekrar çıktı ve ileriye doğru
atlayarak iki adamı da iki kurşunda yere serdi. On
dokuz tane kalmıştı. Patronu saymazsak on sekiz.
%25’i tamamlanmıştı neredeyse. 3 kere daha bu kadar
adam öldürürse, buradan sağ salim çıkabilecekti.
İleri doğru atlayınca açıkta kalmıştı ve vurulmaya açık
hale gelmişti. 1.2 saniye yerde kaldıktan sonra
yuvarlanmaya başladı. Bir masanın altına girdi. Masayı
havaya kaldırdı ve önüne yıktı. Yıktığı anda da
odunun içine yirmi altı tane kurşun girdi. Derin
nefesini tekrar aldıktan sonra arka cebinden bir bıçak
çıkarttı. Bıçağı eline aldı ve hazırlandı. Kafasını
kaldırdı, en yakın düşmanı gördü ve bıçağı fırlattı.
Kendisine bıçağın geldiğini gören adam, napacağını
şaşırdı ve etrafa kurşunlar yağdırmaya başladı. Birkaç
milisaniye sonra zaten bıçak adamın göğsüne
saplanmıştı. Adam hırsla bıçağı çekti ve bir yakarış
bastı. Dizlerinin üzerine çöktü. Etrafına bakınmaya
başladı. Göğsünden fışkıran kanlar beş metre ileriye
kadar gitmişti. Didem’in de bu arada bir tane kurşun
fazlası olmuştu, yedek durumu için. Didem bağırmaya
başladı, bu kadar silah sesinin içinde sesini
duyurabilmek için.
“Biliyorum burdan sağ çıkamayacağım. Yaklaşık On
dakika sonra burada müthiş bir ses patlaması
yaşanacak. O sesin söylediklerini dikkatle dinleyin
yoksa hepiniz yaklaşık on beş dakika sonra ölmüş
olursunuz!”
Pek dikkate alınmamış gibiydi. Didem buna çok
sinirlenmişti. Yere tükürdü ve ayağıyla üzerine bastı.
Ne söyleyeceğini düşünmeye başladı. Çok geçmeden
ne söyleyeceğine karar verdi ve tekrar bağırmaya
başladı.
“Pekâlâ dostlarım. Sizler bilirsiniz. Ya öleceksiniz ya da
teslim olacaksınız. Size 2 seçenek, bence 2.si daha
mantıklı. İnsan hayatı her şeyden daha önemlidir.
Bunu unutmayın.”
Didem gülmeye başladı. Ahmaklar. Kendi hayatlarını
riske edecek kadar değerli miydi şerefsiz Patron’ları…
Sadece ahmaklıktı, başka bir şey değildi. Didem de
bunun için gülüyordu zaten. Birden kriz geçirmeye
başladı, kahkahalarının sesi yükseldi, hiçkimse
n’olduğunu anlayamadı. Kurşunlar masayı delik deşik
etmişti, Didem’in masayı değiştirmesi gerekiyordu.
Eğer birkaç saniye içinde krizden çıkıp masayı
değiştirmezse hayatının hatasını yapmış olacak ve
delik değiş olacaktı.
%48.
Yüklemenin yarısı yapılmıştı. Patron da Didem’in
söylediklerini duyduktan sonra ayağa kalkmıştı.
Didem’in söyledikleri onu biraz korkutmuş olsa gerek
ki adamlarına dönüp birkaç kişiyi dışarı yollamıştı
etrafı gözetlemesi için. şuanda restoranın içinde on üç
tane adam vardı ve Didem’in on dokuz kurşunu vardı.
Krizi de henüz geçmemişti. Öyle çok kahkaha atıyordu
ki, korkulacak seviyeye gelmişti. Düşmanlar ne
olduğunu hala anlayamamıştı fakat ona doğru
ilerlemeye başlamışlardı silahlarını indirip. Didem ateş
edemeyecek haldeydi…
Küçükken başlamıştı bu hastalığı. Çok sinirlendiğinde
gülmeyi öğretmişti babası. Fakat Didem o kadar sinirli
oluyordu ki, bağırmak yerine gülmeye
şartlandırıyordu kendini. Beyni de bunu yapmasını
emredince, sinirleri birbirine giriyor ve bir gülme krizi
alıyordu. Uzun bi süre tedavi olmuştu fakat tedavi de
fayda etmemişti uzun bi süre. Doktor da ona 20 yıllık
bir reçete yazmıştı. Sakinleştirici ilacın bulunduğu.
şuanda o sakinleştirici iğne Didem’in çantasında yer
alıyordu fakat bunu çıkarması için ona biri daha
lazımdı.
Arkadaki adamlar ateş etmeye devam ederken en
öndeki liderleri durmalarını işaret etti. Ateş kesildi ve
onlar yavaşça kadına yaklaşmaya başladılar. Koskoca
restoranda, dökülen duvarlar ve Didem’in kahkahası
öyle bir yankı yapıyordu ki, herkesin kulakları
çınlamak üzereydi. İyice yaklaştılar. Didem tabancayı
elinde aşağı doğru tutuyordu. En öndeki lider bir
hamle yaptı ve Didem’in elindeki tabancayı aldı.
Suratına okkalı bir tekme yapıştırdı ve Didem’in
yüzünü parçaladı. Yanağındaki deriler sıyrılmıştı ve
sıyrılan yerden kanlar akıyordu. Didem birkaç saniye
durakladıktan sonra tekrar gülmeye başladı fakat bu
suratına ikinci bi tekmeyi yiyip, bayılana kadar sürdü.
Didem bayıldıktan sonra onu birine taşıttırıp,
restoranın mutfağındaki bir sandalyeye bağladılar.
Yaklaşık sekiz dakika sonra Didem kendine geldi.
Henüz daha tam olarak ne olduğunu
hatırlayamıyordu. Tek hatırladığı, bayılmadan önce
suratına yediği kocaman tekmeydi. Bunu kendisine
yapana o tekmeyi çok fena ödetecekti. Bundan emindi.
O anda kapı açıldı ve içeri patron girdi. Didem’i şöyle
bir süzdükten sonra, elindeki tendürdiyotu diğer
elindeki pamuğa döktü ve Didem’in parçalanan
yanağının üzerine koydu.
“Argggggggggggghhhhhh!”
Didem çığlık attı, tendürdiyotun verdiği acıyla. Sonra
sinirle adama baktı. Patron ona yardım mı etmek
istiyordu yoksa işkence mi etmek istiyordu henüz
anlayamamıştı. Ama bunun ona iyi geleceğini
bilmesine rağmen, patrona bir sinir duymuştu.
Gözlerini açtı ve dişlerini sıktı. Patron ona gülümsedi
ve iyice yarayı sildikten sonra Didem’in kafasını
kaldırdı.
“Eğer pansuman yapmasaydım mikrop kapacaktı.
Yüzünde kalıcı bir yara olabilirdi. Bana bir yüz
borçlusun.”
“Sen yüzsüzün tekisin. Sana kendi yüzümü versem ne
bi boka yaramaz, emin ol. İçindeki pisliği kurtaramaz
benim yüzüm.”
“Bu kadar sert olma güzel bayan. Daha benim ne iş
yaptığımdan bile emin değilsiniz. Elinizde kanıtınız
var mı? Yok.”
“Elimizde senin sülaleni içeri tıkacak kadar çok
kanıtımız var şerefsiz, emin ol.”
Patron kuşkulanmaya başladı. Tek kaşını kaldırdı ve
Didem’den biraz uzaklaştı. Elini beyaz ve dalgalı
saçlarının arasından geçirdi ve birkaç saniye
düşündükten sonra cevap verdi.
“Elinde ne kanıtı var bilmiyorum ama bana
söylediğiniz üzere veya benim duyduğum üzere, bana
uyuşturucu kaçakçısı damgası takmışsınız.
Uyuşturucuyla yakalanmadım, adamlarımdan biri de o
iş üzerindeyken yakalanmadı. Uyuşturucunun, öyle bir
şey yok ama olsa bile, yerini bilmiyorsunuz. şimdi
söyle bakalım, beni nasıl tıkacaksınız içeri?”
Didem biraz baktıktan sonra ayağa kalkmak için
çırpındı refleks olarak ama başaramadı. Elleri ve
ayakları zincirle bağlıydı sandalyeye. Üzerindeki kesici
ve delici tüm aletlere el koymuşlardı. Didem şuanda
savunmasızdı. Patron isterse onu öldürebilirdi fakat
bunu neden yapmadığını henüz anlayamamıştı.
“Bir dahaki sefere büyük toplantınızı yapmadan önce,
masanın altına iyice bir bakın. Sinek, böcek çıkabilir.”
Patron dumur olmuştu. Birkaç saniye hiçbir şey
yapmadan, hareket bile etmeden öylece Didem’in
yarasına baktı. Sonra gözlerini kıstı, kapıyı çarparak
dışarı çıktı. Altı-yedi el silah sesi duyuldu ve Patron
tekrar içeri girdi.
“Ben de işe yaramayan böcek ilaçlarını çöpe atarım…”
Korumaların çoğu ölmüştü. Bu iyi bir şeydi. Eğer
Didem’in buradan kaçma gibi bir durumu olacaksa,
korumaların ölmesi onun şansını %80 oranında
artırıyordu. Didem ufak tebessüm etti fakat Patron onu
anlamadı.
“Bir şey soracağım… Bay Patron.”
“Sor.”
Didem biraz seslice sordu.
“Senin gerçek adın ne?” dedi. Patron yine şaşırmıştı
fakat nasıl olsa Didem’i öldüreceğinden gerçek adını
söylemesi sorun olmayacaktı. Yanına doğru gitti.
Kulağına eğildi ve söylemeye hazırlandı.
“Yine böcek olup olmaması ihtimaline karşı, fısıltıyla
kulağına söylemem en mantıklısı değil mi?..” Birkaç
saniye bekledi.
Didem de merakla ne cevap vereceğini bekliyordu.
Çok geçmeden patron kulağına kendisinin gerçek
ismini fısıldadı.
“Salih Serkan ARIL. Evet, duydun güzel bayan. İşte
bilmediğin, gizemli adamın gerçek ismi bu. Ama sen
bunu duyduğuna göre, öleceksindir.” Gülümsedi.
İsmi buydu. Didem ismi duyduktan sonra Serkan’ın
yüzüne doğru baktı ve
“Güzel bir ismin var. Daha önce hiç duymamıştım.
Sabıkalılar listesinde de yoksun sanırım.”
“Evet, yokum. Ben tamamen temizim, Seda Didem
ERKEN.”
Didem dondu. İsmini nereden biliyordu? Ah, evet…
Bilgisayarının oturum adı, Seda Didem ERKEN’di.
Bilgisayarını almışlardı. Didem’e yapılacak en büyük
hata buydu. Eğer biri bilgisayarını aldıysa, onu
öldürürdü. şimdi de öyle yapacaktı. Serkan şerefsizini
öldürecekti, haşince. Kafasını kesebilirdi ama çok kanlı
olurdu, midesi kaldıramazdı. İnsan gibi öldürmeye
karar verdi. Kalbine bir kurşun. Ve işi biter.
“Adımı bilgisayarımdan öğrendin. Bilgisayarımı ele
geçirdiysen, öleceksindir.” Gülümsedi.
“Bu kadar değerli bir bilgisayarın olduğunu bilseydim,
onu parçalar ve çöpe atardım. Ama maalesef, içinde
güzel bilgiler buldum güzel bayan. Onu heba etmek
sadece aptallık olur. Kendime güzel bir programcı
bulurum, (Didem’e yaklaştı, ellerini omzuna koydu.)
senin gibi seksi, senin gibi güzel… Bütün
programlarını ben kullanırım.”
Didem deliye dönmek üzereydi. Düşündüğü üzere, bu
adam az sonra onu taciz etmeye başlayacaktı. Eğer
böyle bir şey yaparsa, onun kafasını kesecekti. Kararını
vermişti. Programlarının çoğu, kullanıcı adı ve şifre
istemeden çalışıyordu. Bu bir dezavantajdı ama çoğu
MIT’ın veritabanına bağlanıyordu. Anlaşılırdı başka
eller tarafından kullanıldığı. Bu da bir avantajdı.
“Ee, sanırım ölme vaktin geldi güzel bayan. Yani,
Seda.”
“Bana Seda denmesinden hiç hoşlanmam, Salih.”
“O zaman bir ortak noktamız var, Seda. Neyse lafı
fazla uzatmamak gerek değil mi?”
“Kesinlikle.”
Serkan, kıç tarafına sıkıştırdığı silahını çıkardı.
şarjörüne baktı, bir kurşunu vardı.
“Bir kurşun, sana yeter. Para harcamaya gerek yok.”
Yine güldü, eskort kadınlar gibi.
“Artar bile.”
Didem’in kafasına dayadı silahı Serkan. Tam tetiği
çekecekken, vaz geçti. Kalbine dayadı silahı.
“On saniye, sonra ölüsün. 10,9,8,7,6,5,…”
Didem gözlerini kapadı. Dua ediyordu. Hayatında
belki de ikinci kez dua ediyordu ama ediyordu işte.
Ölecekti 4 saniye sonra…
Birden kapı kırılarak açıldı, Serkan oraya baktığı anda
karnına kocaman bir susturuculu silahtan çıkan mermi
yedi. Silahı ateşleyen adamın suratında maske vardı,
özel timden geliyor gibi bir hali vardı. Serkan mermiyi
yer yemez, elindeki silahı ateşledi. Karnına yediği
kurşun yüzünden eli birkaç santim sola kaydığı için
tetiği çektikten sonra çıkan kurşun Didem’in kalbine
değil, göğsüne saplandı. Didem birkaç saniye nefes
almaya çalıştı. Öksürdü, ağzından kanla beraber
tükürüğünü attı.
Serkan yere yığıldı ve gözlerini kapadı. Maskeli adam,
Didem’in yanına gitti ve sandalyenin arka tarafına gitti.
Zincirin bağlandığı kilide 3-4 el ateş etti ve kilidi
parçaladıktan sonra Didem’i ayağa kaldırdı.
Kalçasından tutarak onu omzuna aldı ve bacaklarını
tutarak ilerlemeye başladı. Dengesini sağladıktan sonra
bir bacağını bıraktı ve boşta kalan eliyle susturuculu
silahını tutmaya başladı. Yavaş yavaş ve kontrollü
gidiyordu. Dar koridordan geçerken önüne bir koruma
çıktı. Maskeli adam, sağa doğru döndü ve duvara
yaslanarak sol eliyle tuttuğu susturuculu silahı
korumanın kalbine hedefleyip, tetiği çekti. Koruma
yere yığıldı. Maskeli adam Didem’le beraber onun
üzerinden geçerken öldüğüne emin olmak için kafasına
bir kurşun daha sıktı.
Serkan, can çekişiyordu. Ayağa kalktı zorla ve yere
düşen silahını aldı. Kurşunu yoktu. Bunu sonradan
hatırladı ve silahı tekrar bütün gücüyle yere
fırlatmasına rağmen ufacık bir ses çıktı. Kapının koluna
tutunarak koridora çıktı ve duvardan da destek alarak
ilerlemeye başladı. Koridorun sonundaki korumanın
silahını aldı ve ilerlemeye devam etti.
Birkaç metre daha gittikten sonra onları merdivenden
çıkarken gördü. Elini duvardan çekti ve koşar
adımlarla gitmeye başladı. Merdivenlerin oraya
vardığında onlar çıkmak üzereydiler. Dengesini
kaybetti ve yere düştü. Silahını onlara doğrulttu ve 2-3
el ateş etti. Kurşunlardan sadece bir tanesi Didem’in
omzuna saplandı, diğerleri üzerinden veya yanından
geçerek duvara saplandı.
Maskeli adam birden arkasını döndü. Didem çığlık
atıyordu acıdan. Bugün yediği 2. kurşun, hayatında
yediği 6.kurşundu…
Maskeli adam, silahıyla Serkan’a ateş etti ama isabet
ettiremedi. Serkan’ın tekrar ateş etmesini göze
alamadığı için bir daha ateş etmedi ve koşarak
merdivenlerden çıktı. Hole çıktığında korumaların
çoğu yerde kanlar içinde başlarından vurulmuş şekilde
yatıyordu.
Maskeli, onlara bakmamaya çalışarak koşmaya başladı.
Arkasından gelen bir koruma elindeki tam otomatik
tüfekle ateş etmeye başladı. Kurşunlar kolonlara ve
duvarlara saplandı fakat hiçbiri ikiliye isabet etmedi.
Maskeli özel tim elemanı, kapıya ateş etti açtı ve tam
kurşunun kafasına geleceği sırada kapıyı kapattı.
Kurşun demiri yamultarak iz çıkardı ve adamın
kafasına battı.
İçerideki sesler yalıtımda bir numara olan duvarlardan
bile geçip, dışarı taşıyordu. Didem, sesleri duyunca
güldü ve gözlerini kapayıp, bayıldı.
“Türk Polisi ve Askerleri, sizin yakanızı bırakmaz. Er
ya da geç, KÖPEK gibi öldürüleceksiniz. KÖPEK gibi
leşiniz sokaklara atılacak. YOL yakınken, VAZGEÇİN
bu sevdadan. O malı İNSANlara vermekle,
DÜNYA’nın en büyük hatasını yaparsınız. HATA
yapma lüksünüz yok. ŞİMDİ, videonun sonunda
verilecek TELEFON numarasına EĞER TAM OLARAK
10 dakika sonra arama YAPMAZSANIZ, bina havaya
uçar. TÜM HER ŞEYİYLE!
EROL DENİZ
1/B FEN BİLGİSİ ÖĞRETMENLİĞİ