Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    ______DÜŞ_____

    avatar
    1001060050


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 24/12/10

    ______DÜŞ_____ Empty ______DÜŞ_____

    Mesaj  1001060050 C.tesi Ara. 25, 2010 9:00 pm

    I

    Terminalde beklerken uzak ufuklarda güneş evinin yolunu tutmuş gidiyordu, minik tepelerin üzerine düşen bu akşamüstü kızıltısı beni yıllarca hüzünlere gark etmişti ve ilerleyen yıllarda da aynı vazifeyi göreceği aşikârdı; ne var ki ilk defa bana yeni beklentilerin, umutların müjdesini verir gibiydi. Arkada duvar dibinde duran valizlerime dönüp baktım, kımıldamadan duruyorlardı. Sanki dört senenin yorgunluğu onların da boynuna binmişti. Çoğunun içi tozlu kitaplarımla doluydu ama kitaplarımın sayfa aralarında tonlarca hatıra kaldığını da bilmiyor değildim. Gerçi o hatıralar henüz üzerinden çokça zaman geçmediği için can yakacak ölçüde kıymetli gelmiyordu gözüme, ruhuma ne zaman bir etki edeceklerini henüz kestiremiyordum.

    Otobüsün gelmesine çok bir zaman kalmamıştı, benimle aynı otobüse binecek olanlar da toplanmaya başlamışlardı. Ben, yüküm fazla olduğu için biraz daha erken gelmiştim. Artık daha fazla tahammül gücüm kalmamıştı zaten. Hem eşyaları toparladıktan sonra oda iyice çöplüğe dönmüştü, bir kaç saniye dahi olsun kalınamayacak bir duruma gelmişti. Dahası, uzun zamandır beni yeteri kadar boğmuştu. Artık buradan, bu kentten kaçar gibi gitmenin vakti gelmiş,gelmiş de geçiyordu bile.

    Otobüs gelmeden bir sigara yaktım, içimde tuhaf bir mutluluk, rahatlık vardı. Otobüs bekleyenlerin içinde yaşlı bir teyze de vardı. Yanında oğlu ve gelini olduğunu tahmin ettiğim iki kişi de onu uğurlamak için bekliyorlardı. Teyze muhtemelen kışı geçirmek için oğlunun yanına gelmişti ve artık bahar gelip havalar da ısınınca köye dönme vakti de gelmiş demekti.

    Ve işte geliyordu! Beyaz otobüs… Beni belki defalarca bu kente getiren otobüslerden, hep sevdiklerimden ayıran otobüslerden biri perona yanaşıyordu. Hemen muavine kolilerimi nasıl yerleştireceğini tarif ettim. Olur da açılıp etrafa dökülürler diye özel bir ehemmiyet verdim bu işe. Bir zaman sonra anons yapıldı, otobüsün artık peronu terk etme vaktiydi. İşte gidiyordum. Uzun uğraşlarıma mâl olan, pek çok acı hatıramın olduğu bu şehre veda ediyordum. Baktığım cam artık çok da yabancı gelmeyen binaları, yolları geride bırakıyordu. Gözlerimin önünden caddeler, insanlar, kahkahalar ve gözyaşları geçiyordu. Bir yolun bittiği yerdeydim ve büyük bir ihtimalle bu bitişin sebep olacağıyeni bir yolun başladığı yerde… Ama bunu henüz bilmiyordum.

    ...

    Belirsizliklerden hiç hoşlanmadım oldum olası, yine hoşlanmıyordum ama bu kez sanki daha bir memnundum halimden. İçim rahattı. En azından kaderin ağır bir imtihanını başı dik tamamlamış olmanın mutluluğu vardı üzerimde. Hem artık okumuş bir adamdım, hiç şüphesiz ekmeğimi kazanacağım bir işim olacaktı. Aileme yardımcı olabilecek, sosyal hayatta kendime bir statü edinebilecektim. Maalesef kuru bilgi çok işe yaramıyordu, çalışmak, çabalamak zorundaydım. Yaşım da kemale ermişti nitekim zaman kaybetmek istemezdim.

    ...

    Yol boyu yanımda oturan adamla neredeyse hiç konuşmadım, ilk oturduğunda selam vermişti ben de selamını almıştım. Şehirden çıkıp düz ovalar boyu yola devam etmeye başlayıncaya kadar ikimizde dışarıyı seyrettik. Sonra bana öğrenci olup olmadığımı sordu, okulu bitirdiğimi ve nihayet memleketime döndüğümü söyledim. Şivesinden hemşeri olduğumuz anlaşılıyordu. Orta yaşlı bir adamdı, kara bıyıkları, esmer bir teni, kır saçları vardı. İnşaat işlerinde çalışıyormuş. Yüzünden çokça yıprandığı belli oluyordu. “iyi ki okumuşsun” dedi “bu devirde ekmek kazanmak çok güç, bizim zamanımızda imkân yoktu okuyamadık bilsen nasıl pişmanım, her gün inşaat köşelerinde canım çıkıyor, yine de çoluk çocuğa yetiremiyorum” diye yakındı. Kendisine hak verdim. “ bak” dedi, ellerini gösterdi “şu ellerime bak, her yanı nasır bağladı kazma kürekten, yüzüm gözüm buruştu sen ne güzel daha genceciksin, kıymetini bil” dedi. “Haklısın ağabey” dedim “ama okumak da kolay iş değil, bedenen değil ama zihnen yeteri kadar yıpranıyor insan” dedim. Bunları söylerken yaşadığım dört yıl yine aklıma geldi, başım döndü, miden bulandı bir an için yüzümü ovuşturdum, derin bir nefes aldım. “tabii!” dedi bana sonuna kadar hak verir bir sesle “hiç kolay olur mu?” dedi “okumak, kolay olsa her Allahın kulu okur” diye de ekledi. Sonra bir iki memleket mevzusuna giriştik ama çok uzatmadık. Ben mevzu uzamasın diye elimden geleni yapıyordum. Senelerce bu anın hayalini kurmuştum, susmak ve düşünmek istiyordum sadece. Bu yüzden kâh gözlerimi yumuyor kâh iyice camdan yana dönüyordum. Neticede hava da iyice kararmıştı, artık benim çaba sarf etmeme de gerek kalmamıştı. Yanımdaki adam uyumaya başlamıştı bile.

    Dışarıda hava kararıp, otobüsün içindeki ışıklar yanınca pencereden dışarısı görünmüyordu, zaten görecek bir şey de yoktu. Uzak tepelerde belli belirsiz ışıklardan başka her taraf tenhaydı. Camda kendi kendimi seyre daldım. Geçen dört sene beni çok değiştirmişti. Belki dışarıdan bakan birisi için çok büyük bir değişiklik yoktu ama manevi anlamda çok yıprandığımı hissediyordum. Belki bu yüzden fiziki anlamda da değiştiğime inandırıyordum kendimi. Şakaklarımda birkaç tel ağarmış saçım vardı, üst taraftaki beyaz teller zaten eskiden de vardı. Sayıları artmış mıydı bilemem ama onlar pek yeni sayılmazdı.

    Yolculuk uzun sürecekti. Eskiden sıkıntıdan uzardı yollar bu defa belli belirsiz bir mutluluktan uzuyordu. Bir an evvel sabah olsa da eve varsam diye iç geçiriyordum boyuna. Sanki ben bunu istedikçe otobüs yavaşlıyor, tekerlekler dönmemek için olanca güçlerini harcıyordu. Uyumaya çalışsam uyuyamayacaktım, iyi biliyordum. Daha o güne dek otobüste uyuyabilmiş değildim. Dahası sallanmaktan karnım da acıkmıştı, ağzım da acı bir tat peyda olmuştu. Güzel yemeklerin hayalleri geldi aklıma, sonra yine hemen sabah olsun diye sabırsızlanmaya başladım. Sabah annemle kahvaltı edecektim, o sürekli soru soracak ben hep yarım yamalak cevaplar verecektim. Bunu bilerek yapmazdım ama çok konuşan birisi değildim, çok detaya girmeyi konuşmayı pek sevmezdim, hele yol yorgunluğu da buna eklenince verdiğim cevaplar birkaç kelimeyle sınırlı kalırdı. Annem bundan alınmazdı pek, hep bu duruma bir gerekçe bulurdu. Ona göre ya açlıktan, ya uykusuzluktan ya da uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın verdiği garip hissiyattan dolayı böyle davranırdım. Zaten bu yüzden kısa bir süre sonra “uyu biraz, yorgunsun” derdi. Bense yol boyu uyuyamama rağmen eve varınca yine uyumaya, uyuyarak zaman kaybetmeye pek yanaşmazdım.

    Yorgun bir otobüs koltuğunda şehirler geçiyorduk aslında buna alışkın olmam lazımdı artık. Bu ilk otobüs yolculuğum değildi ama biliyordum ki son da olmayacaktı. Belki de bu yüzden içim sıkıldı biraz. Aklıma Faruk Nafiz’in “yolcu ile arabacı” şiiri geldi;

    “- Gurbet âdemden kara, hasret ölümden acı
    Ne zaman tükenecek bu yollar arabacı?
    - Henüz bana yolunun sonu budur denmedi
    Ben ömrümü harcadım bu yollar tükenmedi”

    Şair doğru söylüyordu, belki ben de ömrümü harcayacaktım ama yollar yine de tükenmeyecekti. Hep terminaller, hep otobüsler, hep kavuşmalar ve ayrılıklar olacaktı başköşede. Belki de kavuşmaları değerli kılan ayrılıklardı, ya da ayrılıkları dayanılmaz kılan şey kavuşmalardı. İnsanoğlunun bu acizliği çok ağrıma gidiyordu doğrusu. Hiçbir şeyi değiştiremiyorduk. Bir şeyi yapmak istemeden, yapmak zorunda olmak sanırım insan ruhuna en büyük eziyetti. Gitmek istemeden gitmek, kalmak isteyip kalamamak… Bu, hep böyle olmuştu acaba hep de böyle mi olacaktı? İçimi yine garip bir sıkıntı kaplamıştı. “Neyse” dedim kendi kendime, “kapat artık bu bahsi, şimdi kavuşma vakti bunun tadını çıkarmaya bak”.

    Gün ağarmaya başlamıştı, artık yüksek dağlar, hırçın ormanlardan geçiyorduk. Uzak zirvelerde hala kar vardı, çam ağaçlarının diplerinde allı morlu çiçekler çıplak sırtlarda sarı tutyalar açmıştı. Dağlar o kadar yüksekti ki güneş hala gökyüzüne tırmanamamıştı. Ama geliyordu belli ki... Hava iyice aydınlamıştı. Ruhum benzersiz bir hafifliğe bürünmüştü, sanki uçup gidecekti içimden. Seyrine doyulmaz manzaralar görünmeye başladığına göre yolculuk da sona ermek üzereydi. Kalbim iyiden iyiye göğsümün kapılarını çalmaya başlamıştı, dudaklarım toprağı öpmek, dizlerim kırlarda koşmak için can atıyordu. Gece boyunca terleyen sırtım, uyuşan bacaklarım tüm olanları unutmuş, gözlerimle aynı anda harekete geçmeye başlamışlardı.

    İşte gelmiştik. Yine bir terminalde almıştık soluğu. Bu kez hiç alışık olmadığım o güzel yüzü ile, o en güzel yüzüyle çıkmıştı karşıma. Gerçi yine orada ayrılığa hazırlanan insanlar, vedaya sallanan eller, beyaz mendiller de yok değildi ama gelen yolcuları karşılayacak insanların gülen gözleri terminalin ayrılık yüzünü görmeme mani oluyordu. Kalabalığın arasında beni bekleyen birilerini arıyor bir yandan da eşyalarımı sağ salim indirmeye çalışıyordum. Neyse ki bu yolculuk da bitmişti artık.

    II

    Yattığım yerden bir zaman kalkamadım. Günün bu saatlerinde uyumak bana hiç yaramıyordu, bunu çok iyi bilmeme rağmen uyumaktan kendimi alamamıştım. Daha akşam olmamıştı ama hava ağır ağır kararmaktaydı, kendimi çok kötü hissediyordum, midem ekşimiş, her yanım tutulmuş, başım çatlayacak gibi olmuştu. Güçlükle doğruldum, oturduğum yerden odama bir göz gezdirdim. O kadar dağınıktı ki henüz ışığı açmadığım için dışarıdaki karanlığın da etkisiyle tıpkı bir mezarlığı andırıyordu.

    Aklımda da odam kadar dağınıktı. Masanın üzerinde bir sürü kitap ve gazete oldukça düzensiz bir halde duruyordu. Masayla duvar arasına sıkışan bir dergi ise ufak bir kıpırtıda düşecek gibiydi. Sandalyenin üzerine rastgele fırlatıverdiğim kıyafetlerim ölü gibi yatıyordu. Yıkamadan bıraktığım fincanım sineklere leziz bir ziyafet sofrası olmuştu. Kapı yarı açıktı ve yerdeki kilimin bir ucu pervaza doğru tırmanmış, diğer ucuysa koridordaki duvara doğru kaymıştı. Pencere açık olduğu için henüz havalar çok soğumamış olsa da üşümüştüm. Perdeler hafiften dışarıdaki rüzgârın tesiriyle içeri dışarı havalanıyordu.

    Kalktım. Sendeleyerek yürümeye başladım. Niyetim ışığı açmaktı, tam elim duvara uzanmıştı ki perdelerin açık olduğu geldi aklıma. Yıllardır süregelen tuhaf takıntılarımdan biriydi bu; perdeler açıkken ışığı yakmazdım, dışarıdan birilerinin içeriyi gözetlediği kuşkusuna kapılırdım. Perdeyi kapamak için pencereye yöneldim. Evin arkasındaki boş arazi de hala oynayan çocuklar vardı. Gözüme bir adam ilişti. Koyu renk ceketli, kot pantolon giyen, elleri ceplerinde, yapılı bir adam çocukların arka tarafında dikiliyordu. Gözlerinde koyu renk bir gözlük olduğu için bulunduğum pencereye mi, yoksa çocukların oyununu mu izlediğini anlayamadım. Bir süre baktım. O da arkasını döndü ve hemen yan taraftaki beyaz arabaya binip kayboldu. Perdeleri kapadım ama ışığı açmadım.

    Dönüp masama oturdum. Kolum masaya değer değmez odanın sessizliğinde büyük bir gürültü çıkararak az evvel gördüğüm dergi yere düştü. Sanki tek bir kıpırtı yeri yerinden oynatacakmış gibi hareketsiz kaldım. Sonra kafamı yavaşça yere eğdim. Derginin arasından bir resim fırlayıvermişti. Masamın üstündeki küçük lambayı yaktım. Eğilip yerdeki resmi aldım.

    Resimler… Sanki yaradan insanlara yaşayacakları ömrü vermeden evvel bu resimlerden gösterirmiş gibi bir his uyandırırdı bende. Zaman nehrinden ufak tefek kareler ve her bir kare kendisinden önce ve sonrasına ait uzun zaman dilimlerinin özetiymiş gibi dururlardı albümlerde. Bir birlerine dakikalardan ipliklerle bağlanan bu kareler bir ömrün minyatürü gibiydiler benim için. Bu resmin de hikâyesi uzundu. Bir sigaranın boşluğunda seneler öncesine gidip geldim. Çocukluğuma dair tek resimdi bu, neden böylesi özensiz davranmış onu kıytırık bir derginin arasında bırakıvermiştim? Çok dalgındım son zamanlarda, ona takılıp kaldım. Bir ara bulunduğu yerden niçin çıkardığımı hatırlar gibi oldum. Normal şartlar altında çok değer verdiğim nesnelerin kendilerini güvende hissedecekleri yerleri vardır. Onun yeri de albümdü elbette ama sanırım onu üniversiteye giderken yanıma almak için ya da bir dosta göstermek için çıkarmıştım yerinden. Her neyse, hala sağlamdı ve kaybetmediğim için şanslıydım.

    Resimdeki yaşlı kadın babaannemdi. Kucağında duran küçük çocuk ise bendim. Babaannem o kırış kırış emektar elleriyle iki koltuğumun altından tutarak beni dizleri üzerine dikiltmişti. Parmağında çok eski gümüş bir yüzük vardı, koyu renk bir kazak vardı üzerinde, onun üzerindeyse koyu yeşil, kolsuz bir yelek vardı. Benimse üzerimde eflatun desenleri olan açık renkli bir kazak ve o kazağa ait bir pantolon vardı. Ellerim resmi çeken herkimse ona doğru uzanmıştı. Hem babaannemin hem de benim yüzümüzde tarifi zor bir gülümseme hâkimdi. Babaannem bana bakıyor, bense makineye gülümsüyordum. Arkada kerpiç duvara yaslı mavi, naylon bir leğen duruyordu. Böylesi bir resim için çok kötü bir fondu ama neticede köy yeriydi. Hem o zamanlarda o kadar da acemilik olmalıydı belki de.

    Bu resim beni mutlu mu ediyordu, üzüyor muydu? Buna hiçbir zaman karar veremedim. Gülen tek resmimdi bu, hatta beni hala tebessüm ettiren tek resimdi. Ama yine de tarifi güç duygular tadıyordum ona her baktığımda.

    Babaannemin hayatımda önemli bir yeri vardı. Onun ellerinde büyümüştüm, annem çok küçük yaşta evlendiğinden bir çocuk nasıl yetiştirilir bilemezdi elbet, hem köy yerinde ister istemez benimle ilgilenemezdi bu yüzden altı çocuk büyütmüş bir kadının ilk torununu da büyütmemesi için bir neden yoktu.

    Çocukluğuma dair hatırladığım her küçük kesitin içinde babaannem muhakkak vardı. Yalnız bir çocukluk geçirmiştim bu yüzden oyunlarım, oyuncaklarım ve hiç olmayan arkadaşlarım hep O’ydu. Bana elmalardan inekler yapmayı o öğretmişti. Elmalara küçük çalılar batırır kuyruk ve ayak yapardık. Bir de fasulye tanelerinden koyun sürüsü yapmayı öğrenmiştim ondan. Evin önündeki beton avluda sözüm ona bu hayvanlara çobanlık yapardım. Zaten köy yerinde oyun da, oyuncak da gündelik hayata ilişkin olmalıydı. Yine de büyük keyif alırdım bu oyunlardan.

    Babaannem sabah inekleri sağmaya giderdi. Epey erken kalkardı. Buna ben de alışmıştım. Hele sonbahar iyice köyün üzerine çöreklendiğinde o sıcacık yatağı bırakıp kalkmak ne zordur tahmin edersiniz ama ben buna da pek zorlanmazdım. Köyün sürüsü sabah erkenden karşı yamaçtan geçerdi çünkü. Ben, içerde ılık bir hava dağıtan sobanın hemen yanındaki yatağımdan çıkar alacakaranlıkta pencerenin önüne kuruluverirdim. Evimiz çok eski, kerpiçten bir evdi. Ön duvarları kışın sıcak, yazın serin olsun diye taştan yapılmıştı. İki pencere vardı dışarıya açılan. İkisinin de önü yaklaşık bir metre genişliğindeydi. Yani o yaşta bir çocuğun rahatlıkla çıkıp oturabileceği genişlikteydi. Hatta bazen buralara meyve, sebze serip kuruturdu babaannem. Saçaklardan yağmur damlaları düşer, tıngır tıngır sesler çıkarırdı. Camın buharını elerimle siler karşı yamaçtan geçecek sürüyü beklemeye koyulurdum. Bir zaman sonra kayalara tırmanarak, sağa sola dağılarak kısacası peşlerindeki çobana türlü eziyetler vererek geçip giderlerdi. Benim de merakım geçmiş olurdu. Sonra taze sağılmış sütün kaymağıyla, hele günlerden çarşambaysa şehir ekmeğiyle, bir güzel kahvaltı ederdim. Çünkü Salı günleri dedem şehre iner oradan şehir ekmeği getirirdi onu da yemek Çarşamba günü nasip olurdu.

    ...

    Daha bir dolu hatıra geçti zihnimden. Kalkıp ışığı yaktım, resmi masanın üzerine bıraktım. “Allah rahmet eylesin” dedim kendi kendime. Gırtlağıma bir şey düğümlendi bir an. O gitti gideli eskisi gibi değildi hiçbir şey. Dünya, düzen ve nizam çok değişmişti. Ya da ben değişmiştim.


    III

    Sarı… Bu ömrümün rengi iyiden iyiye dört yanı sarmaya başlamıştı. Rüzgâr insanın etini sivrisinek gibi ısırıyordu artık. Paltomun önünü ilikleyip boynumu omuzlarımın arasına iyice otutturdum. Dosyamı koltuğumun altına sıkıştırıp ellerimi paltomun ceplerinde yumruk yaptım.
    Hastalanmamalıydım. Rüzgâr yerdeki kuru yaprakları, tozu, pisliği ne varsa gökyüzüne savuruyordu. Gözlerim tozla dumanla dolmuştu, saçlarımın arasına akasya yaprakları takılmıştı. Gökyüzü tüm yazın efkârını içinde biriktiren bulutlarla kaplanmıştı. Onların da en çok istediği şeyin ağlamak olduğunu düşündüm. Haksız sayılmazlardı. Benim sonbaharım ne zaman gelecek diye düşündüm! Ben de yirmi küsur yıldır biriktiriyordum hüzünlerimi. Ağlamak benim de hakkım değil miydi? Bir bulut kadar olamayacak mıydım?

    İlk yağmur damlaları düştü yüzüme, saçlarıma… Saçlarımdan akışını hissettim yağmurun, alnımdan yanaklarıma, yanaklarımdan adım adım geçtiğim kaldırımlara…

    Son otobüs yolculuğunun üzerinden neredeyse dört ay geçmişti. Hayatımda yenilikler vardı lakin değişmeyen şey yine aynıydı. Bundan kaçıp kurtulamıyordum, kendimden kaçamıyordum, gidemiyordum.

    Yine böyle bir hazan gününde, yerler sapsarı kıyafetini giyinmişken ve rüzgâr pencereleri olanca gücüyle sarsarken gelmiştim dünyaya. İlk bu renkle kucaklamıştı hayat beni. Hazan mevsimi… Aylardan kasım, günlerden cumaydı.

    Ruhum da ister istemez bu renge boyanmıştı. Bunalım rengine, sarıya… Çıldırasıya yağan yağmurlar anımsarım. Yamaçlardan seller kopar, önüne ne katarsa sürükleyip köyün orta yerinden geçen dereye yem ederdi. Gök gürültüleri öylesine şiddetli olurdu ki sanki ilahi bir kudret kocaman kayaları avuçlarına almış da kartopu sıkar gibi sıkıyor, çatır çatır ufalıyor sanırdım. Hele geceleri… Kara bulutlar azgın boğalar gibi kafa kafaya gelip güç gösterisinde bulunmaya görsünler evin içi gün gibi aydınlık olur, kerpiçten duvarlarda türlü siluetler telaştan apaçık ortada kalmış gibi saklanmaya çalışırlardı.

    ...
    Olur da haylazlıktan sokakta kalır ıslanırsam babaannem saçlarımı havluyla kurutur beni sıcacık sobanın dibine oturturdu. Dedim ya, o gittikten sonra her şey değişti. Eski yağmurlar da yağmıyor şimdilerde, öyle gürüldemiyor gökyüzü, rüzgâr öyle esmiyor! Zaten o sonbaharlarda, siperini kıracakmış gibi kütürdeyerek yanan sobanın başında bıraktım en enfes öyküleri. Ormanlarda geçen yaşanmış ayı ve kurt masalları; yahut da cinli perili öyküler hep o sobanın başında kaldı. Şimdilerde o soba yerinde yok! Ne zaman o eski kerpiç eve girecek olsam, o sobanın durduğu yere dikilecek olsam kulağımda seneler öncesinden çığlıklar canlanır, burnuma tadına doyum olmaz ıslak toprak kokusunda hatıraların görüntüsü yayılır. Duvarda asılı duran geyik desenli kilimin arkasından bir dev çıkacak sanırım. Korkarım!
    ...


    IV

    Neyse ki çok ıslanmamıştım. Yine de ellerime üflemeden anahtarı kapının deliğine yerleştiremeyecek kadar üşümüştüm. Kör olası ayakkabımın da tabanına bir kürek çamur yapışmıştı. Epeyce bir homurdanmama yetti bu çamur.

    Elimdeki dosyayı rasgele fırlattım masanın üzerine, sonra yine perdeyi kapadım. Karnım acıkmıştı ama canım yemek istemiyordu. Yapılacak işler de vardı. Şu iş güç hayatı da sandığımdan sıkıntılıydı. Öyle ha deyince yatıp uyumak yahut da dilediğin zaman dilediğin yere gitmek mümkün değildi. Hele iş, eve geliyorsa sıkıntının da büyüğü buydu.

    Paltomu çıkarıp kapının arkasındaki askıya astım. Yağmur damlaları tencerede patlayan mısır tanelerinin kapağa çarptığı gibi çarpıyordu cama. İyiden iyiye şiddetini artırıyor diye düşündüm. Perdeyi aralayıp camın önüne dikildim. Uzak ufuktaki dağların tepeleri sisten görünmüyordu. Henüz erken olmasına rağmen etraftaki evlerin ışıkları açılmıştı. Başlarında poşet olan birkaç adam da sağa sola koşturuyordu. Hemen yattığım odada duran küçük tüpün üstüne bir demlik su koydum. Günün bu saatinde bu manzara varken eksik olan tek şey bir demlik çaydı. Mutfağa git gel zor oluyordu bu yüzden odada bir ufak tüp saklamakta fayda vardı. Hem bu yağmur kaçmazdı.

    Bu yağmur, bu yağmur bu kıldan ince,
    Öpüşten yumuşak yağan bu yağmur
    Bu yağmur bu yağmur bir gün dinince
    Aynalar yüzümü tanımaz olur!

    Nur içinde yatsın şair güzel söylemişti yine. Hah, su da kaynıyordu işte, demliğin ucundan buram buram sıcacık bir buhar odaya yayılıyordu. Buhar bir hayalet gibi ürküterek, bir dansöz gibi kıvrılarak, tüm maharetiyle dans ederken, demliğin içinde fokurdayan su onun bu raksına ritim tutuyordu. Ölçüp tartarak koydum çay otlarını küçük demliğe, sonra kaynayan suyu ağır ağır, gezdirerek üzerine boşalttım. Kaynar su soğuk metale değince sanki bir mezardan günahkâr bir ölünün feryatları yükseliyordu. Sonra tekrar suyun kaynamasını bekledim. Demlik cızırdıyor, sesi sanki seneler evvelinden geliyordu. Yorgun, mutsuz, derinden…

    Dedemden öğrenmiştim; çayı ateşte kabartmak gerekirdi, otlar iyice suyun yüzünde birikip ortadan çatladığında yeniden çökene kadar beklemek icap ederdi. Çatlayan yerden çay otları parça parça demliğe gömülürken sanki bir deniz bir kenti yutuyor, insanlar can derdi ile bir şekilde sağa sola kaçışıyor ama sulara gömülmekten kurtulamıyorlardı. Deniz köpük köpüktü artık, alacağını almıştı. Çayımı koyup şekerini attım. Çay kaşığının sapı bardaktan çıkan buharın sıcaklığıyla ıslanmıştı. İşte o ses… Beni hayata bağlayan o ses… Kaşık bardağa değdikçe çıkan o ses tüm zarafetiyle yankılandı odamın soğuk duvarlarında. Bileğimi biraz daha yormak suretiyle uzattım bu müthiş senfoniyi. Bahtiyardım. Sıcak sıcak yudumladım bu zevki. Tıpkı o sıcak sobanın başındaki gibi, buram buram, dilimi damağımı acıtarak…


    V

    Şu geceleri erken yatamama huyumdan da bir türlü vazgeçemiyordum. Üniversite yıllarından kalma kötü bir alışkanlıktı bu. Dahası sabahları karşı yamaçtan geçecek olan sürüyü görme hevesiyle yataktan fırlayamıyordum da. İşe gitmem gerektiğini haber veren o çalar saat ömrümden ömür götürüyordu ama ben buna rağmen erken yatmayı beceremiyordum. Gerçi neredeyse bir demlik çay içtikten sonra erken de yatsam uyumak çok büyük zanaattı.

    İşte en çok da bu şeyi seviyordum. Serin bir gecede yorganıma sıkı sıkıya sarılarak, sanki tüm yalnızlığı o sarmalayışta eritmek istercesine sarılarak uyumaya çalışmak. Böyle zamanlarda uyuyamamaktan çok da rahatsız olmazdım zira çocukken çizgi filmlerden öğrendiğim “çitten atlayan koyunları sayma” hikâyesinin artık işe yaramadığı kesin olsa da bana ninni gibi gelen düşüncelerim vardı.

    Seneler evvel, yani artık o gizemli hatıraların kaldığı kerpiç köy evinden ayrılmak vakti geldiğinde ya da şöyle söyleyelim “medeniyet” denen ejderha çıkagelip güzelim hayatımızın köküne dinamit yerleştirdikten sonra başka bir ev yapmıştık kendimize. Bu ev beton bir evdi. Beton gibi soğuk ve yüzsüz… Yine de bahçe içinde güzel sayılabilecek bir evdi. Köyün orta yerinden akan dere tam da bu evin dibinden geçerdi. Geceleyin kocaman ceviz ağacının dalları camlara sürtünür insanın içinde garip ürpertiler meydana getirirdi. Ne bu ev yapılıncaya kadar, ne de yapıldıktan sonra hasretle yâd edeceğim şeyler yaşamıştım. Sadece ve sadece bir his kalmıştı yadigâr. İşte o his de şimdi yanı başımdaydı. Hayali bile olsa o derenin şırıltısı ve ceviz ağacının hışırtılarını dinleyerek daldığım serin gece uykularını nereye gitsem yanımda götürmüştüm. Ne zaman içimi telaş bassa, ne zaman gecenin kör karanlığında bir başınalığıma lanet etsem çitten atlayan koyun yerine bu evdeki gecelerimi hayal ederdim. İyi de gelirdi hani, nasıl uyuduğumu anlayamazdım bile. Ta ki sabahın kör vaktinde başucumda bir medeniyet horozu gün doğumunu haber verene kadar.

    Hayır, böyle olmamalı diye kuduracak olurdum. Yatak bir rüya gibi içine çekerdi beni hayat kavgası ise meydan okur bir düşman edasıyla diğer yandan çekerdi. Kalkardım. Yapılacak işlerim vardı. Artık çalışıyordum, hala kalmışsa eğer birkaç güzel şey anlatmalıydım insanlara, belki birkaç kişiyi kendinden kurtarmalıydım, erdemlerin mukaddesatına inandırmalıydım birilerini. Ayazlardan geçmeliydim, yücelerden uçmalıydım.


    VI

    Esasında işimi sevmiyor değildim. Neticede çok genç ve idealist sayılabilecek birisiydim, elbette insanlara faydalı olabilmek en temel gayemdi. Yaptığım işi takdir edenler de vardı üstelik ama insan yetinme duygusundan yoksun yaratılmıştı sanki. Hiçbir şeyden memnun olamıyordu ya da ödün vermeyi sevmiyordu. Bazı şeyleri elde etmek için başka şeylerden vazgeçmek gerektiği gerçeği zaman zaman nefsine ağır geliyordu âdemoğlunun.

    Geçmişe büyük bir özlem duymak, gelecek için büyük umutlar beslemek ama bu ikisi arasında geçen süreçte tatminsizliği hep başköşede tutmak; işte insanın en acı sorunu. Yani dün ve yarın arasında düşünsel ve fiziksel mekikler dokurken bugünü göz ardı etmek. Oysa insanın, geçmişi özlerken aslında bugünün de, yarın geldiğinde geçmişte kalacağını bilmesi gerekmez miydi? Ya da bugünün aslında düne göre gelecekte bir zaman olduğu bilincine varmış olması gerekmez miydi?

    İnsan tüm bunları biliyordu ama belki bazı şeylerin anlaşılması için üzerinden çokça bir zaman geçmesi gerekiyordu. Bu da onu zihinsel çemberin dışına iteliyordu. Düşündüm; hayatımdan memnun muydum? Evet, memnun olmamı gerektiren çok sebebim vardı. Lakin yine de eksik bir şey her zaman vardı içimde bir yerlerde.

    Bu boşluğu çok kez doldurmaya çalışmıştım esasında. Gel gör ki olmuyor, dolmuyordu. Şimdiki hayatım da bu boşluğu dolduracak gibi değildi. Ya sunulan fırsatlar zamanında değerlendirilmemişti, ya olunması gereken zamanda olunması gereken yerde olunmamıştı. Ya da o zaman ve mekân olgusu henüz birbiriyle birlikte olamamıştı..

    Bazı şeyler ukdedir insan için. Zamanında sahip olamadığı imkânlar sonradan fazlasıyla sahip olunsalar da o ukdeyi bertaraf edemiyorlar. Hep dahası var insan için hep dahası ve her dahanın bir de bahanesi.

    Yanımdan bir sel gibi akıp giden insanlar yoktu artık, ayrıca koca bir kentin insanın zihnini altüst eden gürültüsü de. Yol boyu üç beş çocuk birkaç adam ve arabadan başka bir şey görmedim. Aradığım sükûnet buna benzer bir şeydi. İşte evime gidiyordum, dilediğimce kafamı dinleyebilir, okuyabilir, düşünebilirdim.

    Düşünmek, çoğumuzun çok az yaptığı en belirgin insani özellik… Derin detaylarda boğulurcasına düşünmek, geçmişi, geleceği… Çok da severim düşünmeyi, oldum olası dalar giderim uzaklara. Hatta bir gün parmak uçlarımı kemirerekten zıpkın düşüncelere daldığımı gören annemle aramda şöyle bir diyalog geçmişti:
    “ - Ne düşünüyorsun oğlum?
    — Ne düşünmem gerektiğini düşünüyorum anne!
    — Seni bazen anlayamıyorum oğlum!
    Bazen mi? Şanslısın o zaman.

    Belki yalnız geçen çocukluğumun tesiriyle böyle olmuştum. Böyle olmuştum diyorum çünkü artık derin düşüncelere dalıp giden biri gibi algılanmak hem çevremi hem de beni rahatsız etmeye başlamıştı. Kötü bir şey değildi yaptığım ama yadırganıyor olmak sıradan bir şey yapıyor olsam dahi kitlesel çoğunluğa –yani modern! 21. yy insanına- göre kötü bir şey yapıyor olduğum manasını taşıyordu.

    Neyse, evet yalnız geçen çocukluk çağı diyordum. Doğruydu, oldukça yalnız geçmişti. Küçücük bir köy yeriydi tüm dünyam. Köyünse dışında kalan bir meskûn mahaldi. Yaklaşık on, on iki sene kimseyi tanımadım akranlarımdan. Bu da beni annemle, babaannemle ya da dedemle arkadaş olmaya itmişti. Belki de ondan kendimi hep yaşlı birisi gibi hissettim. Hep yaşlı insanların anlattığı savaş, kıtlık ve yoksulluk temalı öyküler dinlediğimden midir bilinmez sanki yaşadığım çağa geç kalmış olduğuma inanmıştım. Fena mı olurdu şöyle 15. yy Anadolusu’nda yahut bir Yörük yaylasında hatta bir Çerkez köyünde yaşıyor olsaydım?

    Kapıyı kapatıp sırtımı duvara yasladım, işte bir gün daha geçmişti. Geleli, bu yeni hayata başlayalı haftalar olmuştu ama tuhaf bir yorgunluk ve bıkkınlık hissiyle yaşıyordum. Ne var ki yalnızlık, bir başınalık bana büyük keyif veriyordu. Kendime yemek hazırlamak, tadını alarak kendimle muhabbet ederek bir akşam yemeği yemek söz konusu olabilecek en büyük zevkti. Zaten yıllar yılı alışılagelmiş bir yalnızlık zaman içerisinde acı bir zevke dönüşmüştü.

    Kalabalık bir yalnızlık… Çevrede bir sürü insan, bir dolu mevzu varken soyut bir çemberin içinde yaşamak; işte bu benim hayatımdı. Hissettiğim boşluğu bu şekilde doldurmayı deniyordum artık, uzun zaman bunun hayalini kurmuş hatta bilinçli olarak ailemden biraz daha uzakta iş hayatına başlamıştım. Bu sayede cumartesi sabahları sırtıma ceketimi geçirebiliyor, önümde bir fincan kahveyle pipo keyfi yapabiliyor bir eskicide bulduğum daktiloda bir şeyler karalayabiliyordum. Tek eksiğim dallarına serçeler konan bir ağacın evimin camına misafir olmayışıydı. Ama ziyanı da yoktu, zaten bu hazan mevsiminde serçeyi nereden bulabilirdim?


    VII

    Şu evin arkasındaki boş arazide top oynayan çocukları seviyor muydum, onlardan nefret mi ediyordum? Buna tam karar veremiyordum. Beni hüzünlendiriyorlardı ama hüzünden de keyif alıyordum! Akşamüzeri eve gelip bir şeyler yedikten sonra pencereden bir müddet bu çocukları izlemek bir çeşit alışkanlık halini almıştı. Kendimi yıllar öncesinde buluyordum her defasında. Hatta kimi zaman inip aralarına karışasım geliyordu. Seneler önce, yine bir evin camından mahalle arasında top oynayan çocukları izlerdim.

    Doğup büyüdüğüm köye veda vakti geldiğinde henüz okul çağına yeni gelmiş bir çocuktum. Soğuk bir minibüsün mazot kokan koltuklarında köyümden ilk defa ayrılmış ve mavi duvarları olan soğuk bir apartman dairesine gelmiştim. Şehir hayatı o denli tuhaf ve yabancı gelmişti ki köy yerinde sahip olduğum çocuksu özgürlük burada yerini tamamıyla tutsaklığa terk etmişti.

    Loş bir apartman dairesinin camından sokaktaki yaşıtlarımı izlemek beni mahvediyordu. Dilimde, artık annemin de duymaktan sıkıldığı tek bir cümle vardı; “canım sıkılıyor…” Günler bu pencerenin önünde geçiyor, bense yeni baştan köye dönebilmenin hayalini kuruyordum. Artık ne bana hikâyeler anlatan babaannem ne de her sabah kremalı bisküvi getiren dedem vardı. Yapayalnızdım. Ne zaman evdeki haylazlıklarıma kızan babama anneme gücensem “ben köye gidiyorum” deyip kapının önüne kuruluverirdim.

    Sonra bir gün evde bir misket bulmuş annemin ısrarlarıyla mahalle arasına inebilmiştim. Akşam döndüğümde avuç dolusu misketim olmuştu. Misketler… Bu medeniyet oyuncaklarını ilk defa görüyordum, rengârenk misketler… İlk zamanlar içlerinde plastik bir şerit var sanır, taşla kırıp içinden onu almaya çalışırdım, neticede bu boş uğraştan vazgeçmiştim.

    Mahallede oyunlar dönemlikti. Bir misket mevsimi, bir futbol mevsimi, bir saklambaç mevsimi vardı. Bir de boru mevsimi! Kâğıttan fişekleri plastik inşaat borularının içinden üflemek şekliyle birbirimize fırlatır, savaş oyunları oynardık. Sonraları bu oyunlar da neşesini yitirdi. Bizden sonraki çocuklar da bu oyunları devam ettirmeyince mahalle araları da otopark oluverdi. Medeniyet ejderhasına yenik düştü!

    Adına fakirlik mi, çaresizlik mi diyeceğimi tam bilemediğim bir şey sadece bizim mi bilmiyorum, ama hayatlarımızı kuşatıvermişti o dönemlerde. Babam bir takım demliği bile türlü güçlüklerle aldığını anlatırdı sonraları. Belki de bu yüzden dedemin anlattığı o kıtlık hikâyelerini daha iyi anlamaya başlamıştım. İkinci dünya savaşı tüm vahimliğiyle milletin üzerinden geçmiş, insanlar bir kıl çarığa muhtaç hale gelmiş o zamanlar. Hatta olay o denli vahim boyutlara ulaşmış ki dedemin anlattığı bir anı küçücük ruhumda türlü şaşkınlıklara sebebiyet vermişti.

    Köylü o zamanlarda dağa odun kesmeye gitmiş, öyle bir kıtlık varmış ki kimsenin doğru düzgün azığı yokmuş. Köyde namı deli olan yaşlı bir amca yanında azık diye bir tas un kuymağı getirmiş. Biz ne olduğunu hiç görmedik ama dedem “ köpeğe versen yemez” derdi bu yemek için. Her neyse adam tam yemek yemeye bir çamın dibine oturduğu esnada dedemi görmüş, olur da yemeğime ortak olur ben de aç kalırım düşüncesiyle olsa gerek namına derin bir ironi düşüren ilginç bir eylemde bulunup dedemin göreceği şekilde tasın içine tükürüvermiş. Böylece yemeği dedemin ortaklığından kurtarıvermiş.

    Şükür ben o denli yokluklar içinde büyümemiştim ama bu hali gören insanların elinde büyümek çocuk dahi olsam kişiliğimde bazı etkiler yapmıştı. Ailemi madden zor durumda bırakabilecek en ufak masraflardan bile nefsime gem vurup kaçınmak gibi bir adet edinmiştim.

    Buna dair anımsadığım en eski hatıra şehre taşındıktan sonraları bir bahar zamanı başımdan geçmişti. Adına dondurma dedikleri ve çocukların yediği bir şey satılıyormuş bu amaca yönelik dükkânlarda. Doğru düzgün arkadaşım olmadığı için akrabamız olan alt komşunun benimle aynı yaştaki kızı ve onun küçük kız kardeşi çokça vakit geçirdiğim kişilerdi. Bir gün dondurma almaya gideceklerdi, çileli anacığım da kim bilir ne şartlarda bana bir metal para vermişti bu zevki tatmam için. Parayı küçücük avuçlarımda sımsıkı tutarak koştuk pastaneye. Dondurmalarımızı aldık, çıtır külah üzerinde buz gibi rengârenk, tatlı mı tatlı dondurma…
    Sokak ortasında belki başkaları imrenmesin diye, belki utandığımdan bir şeyler yeme huyum olmadı hiçbir zaman. O gün de yiyemezdim. Lakin heyecan içinde daha üç adım atmamıştım ki o güzelim dondurma külahın üzerinden kayıp kaldırımın üzerine düşüverdi.

    Gözlerim uçup giden bir ruhun bir daha kavuşulamayacağı türden bir ümitsizlikle sıcak kaldırım taşında erim erim eriyen dondurmaya çivilenmişti. Alttan yukarı bir kartopu gibi eriyip akıyordu kaldırım taşlarının çatlakları arasından. Elimde içi boş bir külah kalakalmıştı. Gırtlağım öylesine düğümlenmişti ki o mazot kokan buz gibi minibüsün içinde köyümden ayrılırken dahi böyle bir şey hissetmemiştim. Külahı çöpe attım. Ağlayamadım. Annemden yeniden para isteyemezdim. Yanaklarım pembe pembeydi. Vardım eve, belki hayatında dondurma yiyememiş anacığım oğlu için yaptığı bu fedakârlığın neticesinde gülen gözlerimi arıyordu suratımda; “yedin mi oğlum?” dedi, “yedim anne” diye cevap verdim.


    En son 1001060050 tarafından C.tesi Ara. 25, 2010 9:03 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
    avatar
    1001060050


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 24/12/10

    ______DÜŞ_____ Empty Geri: ______DÜŞ_____

    Mesaj  1001060050 C.tesi Ara. 25, 2010 9:01 pm

    Yiyememiştim, ama bir balık gibi avuçlarımdan kayıp gittiğini söyleyemedim. Bugün nedense o kadar soğuk, o kadar renkli, o kadar tatlı değil dondurmalar!


    İçim yine amansız bir kederle doldu. Yüreğim titredi, kapattım perdeleri. Annemin mesut bakışları geçti gözlerimin önünden. Hayatta en büyük şansım onlar gibi bir anne babaya sahip olmamdı diye bir kez daha ikna oldum. Bu günlere onların vefakâr yürekleri ve dualarıyla gelmiştim. Benim için çok fedakârlık yapmışlardı. Hangi biri sayılır, hangi biri anlatılır bilemem ama çok sonraları büyüklüğünün boyutlarını ancak söyleyebileceğim öyle bir şey yapmışlardı ki hala aklıma gelince ellerim titrer.

    Belki de artık şehirli bir çocuk olmanın verdiği geçici hevesler yahut da şımarıklıklar neticesinde babamın elinden tutup o zamanlar çamur içinde olan bir yolda yürürken vitrinin birinden asılan gitara takılmıştı minik gözlerim. Tabi sonrası malum, isterim de isterim! Bir demlik takımına bile zorla sahip olan bir memurun parmaklarının perdelere yetişmesi mümkün olmayan oğluna gitar alması çok makul bir fikir değildi. Lakin çocuk yüreği kırılabilir miydi?

    Gözyaşları içinde döndüğüm evimizde, cızırdayan kırmızı beşiğimde uyuyakalmıştım. Uyandığımda başucumda benim boyutlarıma göre tasarlamış beyaz bir gitar duruyordu. Gitar dediğime bakmayın, babamın muhteşem buluşuydu bu. Buzdolabının içinden çıkan straforlardan birini gitar gibi kesip, üzerine bobin telleri germek suretiyle oldukça gerçekçi bir gitar yapmıştı bana. O zamanlar satılan çikolataları yemek için verilen ağız kısmı düz, küçük plastik beyaz kaşıklar vardı. Onlardan birini de pena olarak tellerin arasına sıkıştırmıştı. Çocuk aklımla çok da güzel şarkılar bestelemiştim belki de. Hevesim geçti, gitar kırılıp gitti belki ama bana yaptıkları bu fedakârlık hep zihnimin başköşesinde kaldı yıllar boyu.


    VIII

    Gözüm dış dünyaya uzandı bir an için, hava aydınlanmıştı. Henüz günün tam doğmadığı pencereyle perde arasında kalan küçücük bir aradan görebildiğim loşluktan anlaşılıyordu. Vakti zamanında köy yerinde meydandan geçmek zorunda olan kadınların erkekler kendilerini görmesinler diye taktıkları, başlarını ve omuzlarını örten şallar vardı. İki elleriyle de burun üstü hizasından yüzlerini örtüp çene altından tek elleriyle kıstırarak sadece gözleri dışarıda kalacak şekilde geçerlerdi köy meydanından. Sırtıma aldığım kıllı tüylü ve oldukça da iğrenç kokan battaniyenin altında tıpkı bu halde oturuyordum.

    Ayaklarımı başka bir sandalyeye uzatmış her ikisini de sandalyenin yaslanılacak kısmının altından geçirerek arkaya doğru sarkıtmıştım. Sandalye bacaklarım için bir giyotin kıvamına gelmişti. Battaniyeyi başımdan doladığım için alnımdan gözlerimin önüne sarkan ve ışığı az da olsa engelleyen bir siper oluşturmuştum kendime. Sol yanımda masam, üzerinde ise daktilom ve birkaç da kitap duruyordu.

    Sırtım tuhaf bir hisle ürperiyordu. Sanki sırtımdan nehirler akıyor, kayaların üzerinden akan su beynimin ta derinliklerinde yankılanıyordu. Buna mukabil içimde tozu dumana katan, yağan yağmuru sağa sola serpiştiren rüzgârlar esiyordu. Boynum tıpkı bir kütük gibi kaskatı olmuştu. Başım hafif öne doğru eğildiğinden boynumu geriye doğru hareket ettirmem mümkün görünmüyordu. Kaç saattir bu şekilde durmuştum da böyle olmuştu hesap edemiyordum.

    Belim uyku sersemliği ile açılmış fanilam dışarı sarkmıştı, üşüyor ama terliyordum da. Battaniyeme daha sıkı sarılmayı denedim ama bir türlü kollarımı hareket ettiremedim. Ağzım susuzluktan kurumuş, dilim damağıma yapışmıştı. Ağzımı açıp kapatamıyordum. Çenem kilitlenmişti. Hareket eden tek yerim gözlerimdi. Onlar kan çanağı halini almış yuvalarından odayı tarıyorlardı. Ansızın içinde yaşadığım oda sanki dün gece bıraktığım oda değilmiş gibi bir hisse kapıldım. Sanki duvar dibindeki yatağımın, kapının, dolabın her şeyin yeri değişmişti. Yüreğime sanki kurşun gibi sıcak bir zehir damlıyordu. Huzursuz ve tedirgindim. Bir ara odaya tavandan baktığımı zannettim. Her şeyi görüyor ama bir türlü gerçek olanı yapamıyordum.

    Uyku ve uyanıklık arası bir noktada tekrar oturduğum sandalyeye dönüp etrafı gerçekte bulunduğum noktadan süzmeye devam ettim. Sanki saatler geçiyor ben bu hareketsizlikle mücadele ediyordum. Bir türlü doğrulamıyordum. Sandalyenin yastık kısmı ayaklarımı kelepçelemiş, battaniyem sırtımda çelik bir zırh gibi ağırlaşmıştı sanki.

    İçerdeki odada annemlerin olduğu geldi aklıma. Hayal meyal sol kolumu masaya vurmaya çalışarak defalarca kısık bir sesle anneme seslendiğimi hatırlıyorum. Sesim sanki gırtlağımda düğümleniyor yeteri kadar yüksek çıkmıyordu. Masaya yumruk atıyor olmama rağmen kollarım o denli güçsüzdü ki, kırk günlük bir bebek ancak bu kadar ses çıkarabilirdi. Kimse beni duymuyordu. Bu kısacık kâbus bile saatlerce devam etmiş gibi tekrar gözlerimi aralamayı başardım. Hala kıpırtısız bir şekilde konumumu koruduğumu fark ettim. Aklıma içerdeki odada kimsenin olmadığı geldi. Küçük bir çocuk çaresizliğine kapılmaya fırsat bulamadım. Annemin yanımda olmayışına, hatta yakınımda sevdiğim kimsenin olamayışına üzülemedim bile. Bilincim o kadar açık değildi.

    Kötü şeyler olacağını düşünüyordum zira hayatımda bu hale birkaç kez gelmiştim ve hepsinde de ertesi sabah kötü bir haber almıştım. Gözümü penceredeki küçücük o aralığa sabitledim gün iyice ağarmıştı. İşe gitmem gerekiyordu ama saatten haberim yoktu. Çenemin altından battaniyenin iki ucunu kıstırıp tuttuğum sol kolumu gözümün önüne getirip saate bakamıyordum. Ne boynum ne de kollarım hareket ediyordu. Sanki beni kimse bulamazsa yüzlerce yıl hareketsiz duracakmışım gibi geldi.

    Derken sol bacağımı ani bir hareketle kendime doğru çekip sandalyenin aralığından çıkarmayı başardım. Vücudum eskisi gibi hareket etmeye başlamıştı. Sonra diğer bacağımı da kurtarıp oturduğum yerden kalktım. Bu azaptan kurtulduğuma sevinmeme içimde yığılan azap müsaade etmiyordu. Saate baktım, giyinmek ve çıkmak için on dakikam vardı.


    IX

    Bu hisle uyandığım sabahlar akşama daha bir geç varırdı sanki. Her saniyeyi duyumsayarak, sürekli “bir kara haber alacağım” endişesiyle yaşamak hakikaten zordu. İnsanın olacakları önceden hissetmesi hiç de iyi bir şey değilmiş meğerse. Zaman zaman hepimiz bir şeyler olmadan haberdar olsak da önüne geçsek gibi bir hevese kapılırız ancak bu pek de mantıklı bir istek değildir. Çünkü hiç bir şeyi değiştirecek güçte ve çapta değilizdir. Hal böyle olunca da insanın olumsuz hisleri hepten bir eziyet olup çıkıveriyor. Mistisizme, rüyalara, ruhsal güçlere ilgisi olan biri iseniz bu durum biraz daha karmaşık bir hal alıveriyor. Tıpkı rüyasında kendisine araba çarptığını gören birinin rüyasının gerçek olacağı korkusuna kapılması ve neticesinde kendisini yavaşça gelen otomobilin önüne bırakıp hem rüyayı gerçek kılıp bu histen kurtulmak istemesi hem de bundan bir zarar görmemeye çalışması gibi bir durum ortaya çıkıyordu.

    O gün işten de, etraftaki sohbetlerden de hiçbir tat alamamıştım. Eve dönüp uyuyuncaya kadar da bu histen kurtulacak gibi değildim. İşin kötü yanı, bu gibi durumlarda uyumak da pek mümkün değildi benim için. İlla hislerimde haklı çıkmalıymışım gibi bir kararlılığa bürünür bir kulağım telefonda, bir kulağım kapıda beklemeye koyulurdum.

    Gözlerimi açtığımda saat gecenin dördünü vuruyordu rüyamda babaannemi görmüştüm. Rahmetli, öleli yaklaşık üç sene olmuştu ama hala rüyalarıma giriyordu. Çocukluğumdan beri en çok bağlandığım insan oydu. Hatta onun evdeki en yaşlı insan olması beni hep ürkütürdü. Kaybetmekten en çok korktuğum kişiydi. Hep onun cenazesi gelirdi aklıma. Babam, dedem, amcalarım nasıl dayanırlardı? Ev onsuz ne hale gelirdi? Yahut da ben eğer yanında değilsem son defa göremezsem buna nasıl dayanırdım?

    ...

    Korktuğum gibi olmamıştı, babaannemin son zamanlarında yanında bulunmak nasip olmuştu. Hatta tıpkı çocukken yaptığımız gibi balkonda beraber çay içip tadına doyulmaz sohbetler etme şansı da bulmuştuk. Zaten o son sohbetimizi yaptığımız gün sonun başlangıcına gelmiştik. Haziran sonu temmuz başıydı, köyün, bahçelerin ve balkonun en güzel zamanlarıydı artık. Balkonun hemen altında kalan ağaçlarda vişneler kıpkırmızı, biraz ilerdeki dut ağacının yemyeşil yapraklarının arasında ise dutlar bembeyazdı. İkindi rüzgârları yine ılık ılık geliyor, dağların arasından köyümüzün içine doluyordu. Soluksuz bir huzur veriyordu insana rüzgârın fısıltısı. Bu demlerde yapılacak en keyfe keder şeydi sıcacık çayı yudumlayıp, ikindi serinliğinde seneler öncesine yolculuk etmek.

    O günlerde üniversiteden geleli yaklaşık iki hafta olmuştu ve on aylık ayrılığın acısını çıkarıyorduk. O balkondaki koltuğunda bir devrin yorgunluğuyla oturuyor, ben de her boşlukta yanına koşuyordum. Son sohbetimizi yaparken epeyce şiddetli bir yağmur gökyüzünün tozunu yıkayıp temizliyor, huzurumuza huzur katıyordu. Lakin babaannem yaşlıydı artık, havanın bu serinliği ona pekiyi gelmemişti. Ertesi gün sırtım ağrıyor diyerek balkona çıkmamıştı. Ha bugün ha yarın derken babaannem iyice yatağa düşüvermişti. Giderek daha fazla elden ayaktan düşüyordu ama biz hep onun yine iyileşip balkonda sessiz kalan koltuğuna döneceğini düşünüyorduk.

    Ağrıları iyice artmıştı, artık yatağın içinde yardım almadan doğrulamıyor, canı yandığı için de benden başka kimsenin kendisine dokunmasını istemiyordu. Neden bilinmez ama ben onu kaldırıp yatırınca canı hiç acımıyordu, ya da acısa bile bunu bana sızlanamıyordu. İyice fenalaşıp hastaneye gitmeden önceki gece ağrıları çok artmıştı, uyusa belki rahatlayacaktı ama huzursuzluktan uyuyamıyordu da. Annem ve halam hep başında bekliyorlardı. O gece ben kaldım yanında, senelerce bedenine çöreklenen yorgunluktan kırış kırış olan ellerini avuçlarıma aldım, onu rahatlatmaya çalıştım, güzel şeylerden bahsettim. Çünkü bana göre hastalığı onu sinirlendiriyor, etrafındakilere yük olduğunu düşünmesi de onu strese sokuyordu, uyuyamaması bundandı. Ellerini avuçlarımda ovuştura ovuştura, bir çeşit hipnoz yapar gibi yahut da bir bebeğe ninni söyler gibi uyutmaya çalıştım onu. Tam uyuduğunu anladığımda elimi yavaşça elinden alırdım ki birden uyanıverirdi. “gitme” der gibi bakardı. Gitmezdim. Bu şekilde sabah oldu.

    O yıl köye bir haller olmuştu, neredeyse her hafta birisi vefat ediyordu. Bu, benim gibi birçok insanın zihnini altüst etmişti. O gün eve geldiğimde babaannem yatağında yoktu. Tedavi için hastaneye gitmesine karar vermişlerdi. Beli iyice bükülmüştü, artık sırtüstü değil oturduğu yerde dizlerinin üzerine yüzükoyun yatar hale gelmişti. Daha önceden de defalarca hastaneye gitmiş ama her defasında iyileşerek geri dönmüştü, yine öyle olacağına inanıyorduk. Ben evden çıkarken görememiştim; benim gibi birisi daha vardı; dedem… Dedem de başka bir cenazede olduğu için eve geldiğinde altmış yıllık eşinin ilk kez evde olmadığını görmüştü. Eliyle çenesini ovuşturup, bir sandalyeye kuruluvermişti. “Bu gidiş pek hayırlı bir gidiş değil”der gibi gözleri çok uzaklara dalıyor, üzüntüsü her halinden belli oluyordu. Yaşının verdiği tecrübe ona bazı şeylerin haberini veriyordu belki ama o da bizlerle beraber iyileşeceğine inanmak istiyordu. Tadımız tuzumuz kaçmıştı, günler geçiyor ama babaannem eve dönmüyordu. Gelen haberlere göre durumu pek iyiye gitmiyordu.

    Bir gece şehre onu ziyarete gittim. Dehşet bir ilaç kokusunun sarmış olduğu hastane koridorlarında genzim yandı, midem bulandı. Kendimi onun yattığı odaya attığımda soluk soluğaydım kaç gündür beni görmüyordu, beni görürse morali yerine gelir daha çabuk iyileşir diye düşünmüştüm. Ne zaman beni görse gözlerinin içi gülen o yaşlı kadın bu kez sanki beni hiç tanımıyor giydi. Yastığı dizlerinin üzerine koymuş, iki koluyla yastığına kapaklanarak yüzükoyun yatıyordu. Bu halde sağlıklı bir insanın bile on dakikadan fazla yatması mümkün değildi. Nitekim o da oldukça zorlanıyordu. Biraz hasbi hal ettim ama umursayamıyordu söylediklerimi. En son; “bir isteğin var mı babaanne?” Dedim, kafasını ani bir hareketle benden tarafa çevirip “beni eve götür” dedi. “hele sen iki gün daha yat, iyice düzel gelip seni alacağım” dedim; bunu söylerken yine bir çocuk gibi bana bakıyordu. Sonra tüm umudunu yitirmiş gibi yine başını yastığa gömdü. Üzgün döndüm köye, çok üzgün. İlk defa bu kadar yılgın görüyordum babaannemi. Ama öylesine söylediğim “iki gün sonra gelip alırım” ifadesinin son derece dramatik bir halde gerçekleşeceğini tahmin edemiyordum.

    X

    Köydeki o beton evin balkonuna dışarıdan girilirdi. Balkondan da evin içine giriş vardı. İkindi ezanı okunalı fazla zaman geçmemişti. Balkona girdiğimde annem hıçkırarak ağlıyordu. “ne oldu? Yoksa babaanneme mi bir şey oldu?” dedim “bilmiyorum ama dedeni çağırdılar hastaneden, inşallah bir şey olmamıştır” dedi. Ne yıllarca içimde biriktirdiğim korku, ne tedirginlik, ne üzüntü… Hiçbir şey hissedemiyordum. Hastaneye telefon edip olan biteni öğrenmek istedim. Evet, babaannem artık yoktu…

    Alt katın balkonuna inip biraz kendimle baş başa kaldım. Elimdeki sigaranın dumanı batmaya hazırlanan ikindi güneşine doğru kıvrıla kıvrıla gidiyordu, belki ölüp giden bedenlerden de ruhlar böyle çaresiz geçip gidiyorlardı gökyüzüne. Seneler geçti düşüncelerimden, çocukluğum ilk gençlik yıllarım, hatıralar… Lakin üzerimde anlaşılması güç bir metanet vardı. Yani yıllarca babaannemin ölümü aklıma geldiğinde gırtlağım düğümlenirdi ama o korktuğum gün gelip çattığı halde gözümden bir damla yaş gelmiyordu.

    Babamların ve dedemin ne halde olduğunu merak ettim şansıma denk gelen bir arabaya atlayıp şehre indim ama hastaneye vardığımda babamların oradan ayrıldığını söylediler. “babaannem nerede?” dediğimde ise “morgda…” cevabını aldım!

    Morg ha, morg… O soğuk, buz gibi yerde benim babaannem ilk defa yanında biz olmadan uyuyacaktı demek! Köydeki ev ilk defa o yokken bu denli kalabalık olacaktı! Ben senelerce babamların ölüm durumundaki tepkilerini merak etmiştim ama sanki bir güç bunu görmemi istemiyor ilk şokun atlatılmasını bekliyordu. Ben şehre giderken babamlar yolda bizi geçmiş ve köye dönmüşler. Dalgınlıktan olsa gerek yanımızdan geçtiklerini görememişim. Tekrar köye dönmeliydim.Döndüğümde evi mahşeri bir kalabalıkta buldum. Eşe dosta sarılıp bu zor günde destek olmaya çalıştım. Komşular, akrabalar, ne olup bittiğini merak eden çocuklar… Her taraf insan kaynıyordu. O kara, o melun gece sabaha nasıl varacaktı kim bilir?
    Sabah gözlerimi açtığımda saat çok erkendi. İlk defa böyle yenik uyanıyordum. Mutfakta dedem önünde bir bardak çay, başı elleri arasında ağlıyordu. “altmış yıllık hayat arkadaşımı kaybettim…” deyişi hala gözlerimin önünde, onun yıkılışı beni de bir kez daha yıkmıştı. Ömrümce yaşlı insanların ağlaması hislerime dokunmuştur, hele evin direği saydığımız, gözümüzde çok dirayetli, güçlü vasıflar yüklediğimiz insanların böyle çaresiz kalışları insan olduğumuz gerçeğini yine tokat gibi suratımıza vuruyordu. Hakikaten de kolay değildi. Bir an için düşündüm; daha dün bu zamanlar nefes alan, konuşan, yemek yiyen insan şu anda yok, bedeni var ama kendisi yok, nereye gitti, nereye kayboldu? İnsan sorulardan bir yumağa dolanıyor, öyle aciz öyle çaresiz kalıyor ki! Yani “bana git Fizandan gül getir iyileşeceğim” dese hiç düşünmez giderdim ama hiçbir şekilde onu geri getirmek mümkün değil! “Ölüm” dedim “ne kadar korkunç bir şeymiş meğerse...”

    Sabah serinliği köyün üstüne çöreklenmişti, yerlerde çiğ, dağların zirvelerinde duman vardı. Dedem karşı duvarın dibinde duran kavak odunlarını getirdi “bunları baltayla ikiye ayırın, mezarın üzerine koyarız” dediğinde kulaklarım çınladı, başım döndü, beynim bulandı! “mezarın üzerine koyarız…” Dedem o kavak ağaçlarını babaannem hastanede yatarken kestirmiş, odunları ise ben taşımıştım. Henüz omuzlarımdaki odun yaraları iyileşmemişti bile ve beni asıl kahreden şeyse ben babaannemin mezarına koyulacak odunları omuzlarımda taşırken bunun böyle olacağı hiç aklımın ucundan geçmemişti. Dedem sanki her şeyi önceden hissetmiş gibiydi. Hastaneye en son ziyarete gittiğinde ise artık ölümünün iyice yakınlaştığını anlamış olmalıydı. Konuşmaları ve yüzündeki ifadeler bunu anlatıyordu ama biz inanmamıştık, o iyileşecekti! Olmadı…
    ...
    Hastaneden cenazeyi almaya gittiğimizde de kendime aynı soruyu soruyordum! Neden ağlamıyordum? Neden herkes perişan haldeyken ben hala beton bir duvar gibi sessizliğimi muhafaza ediyordum? Neden? Yanıtını sonra bulacaktım bu sorunun!
    ...

    Morg… İçerde bir ölüm sessizliği, bir mezar ürpertisi… Demir bir dolabın kapağını açıp sedyeyi dışarıya çektik, babaannemi öldükten sonra ilk kez görüyordum. Kıyafetleri hala üzerindeydi ama gözlerini açıp bize bakma fırsatı yoktu. Yüzü sapsarı kesilmişti, alt dudağı sanki üst dudağıyla onu ısırıyormuşçasına sağ taraftan içeriye kıvrılmış üst dudağı onun üzerine binmişti. İki kadın gelip cenazeyi yıkadı biz de diğer işlemlerin hallolmasını bekledik. Cenazeyi ambulansa koyup köye götürme vakti gelmişti. Bu defa da cenazenin eve girdiği zamanki kızıl kıyametin boyutlarını düşünmeye başladım. Neler olacağını, nasıl bir curcuna çıkacağını az çok tahmin ediyordum ve hala gözümde tek damla yaş yoktu…

    Ölüm… O kadar tuhaf bir soğukluğu vardı ki ölümün, ne buzun soğukluğuna ne de demirin soğukluğuna benziyordu. Ambulansta tabutun başucuna oturdum, tabutun baş tarafına yeşil bir yazma asılmıştı, telli duvaklı bir gelin götürüyorduk sanki… Yol boyu dualar ettim, kalbim ferahlıyordu!

    İşte köye gelmiştik evin balkonunda ve etrafında onlarca insan vardı. Tabutu evin balkonuna soktuk. İki sandalyenin üzerine yerleştirdik. Ayak kısmına dikilip ellerimi önümde kenetleyip, başımı öne eğdim. Ağıt yakanları, ağlayanları, herkesi tanıyordum ama kimseyi daha önce bu halde görmemiştim. Sanki babaannem insanların arasında dolaşıyor, eteklerine sarılıp “yapmayın, ağlamayın, ben buradayım, ölmedim ki” diyerek telaş içinde koşuşturuyor gibi geldi. Sonra cenazeyi yaz sıcağı olduğu için tekrar ambulansa yerleştirdik. O kızıl kıyamette ağlamalarını hayal dahi edemediğim amcalarım, babam ve dedem çocuklar gibi gözlerini ovuştura ovuştura ağlıyorlardı.

    XI

    Mezarlık… Önceden kazılıp hazırlanan mezar sanki bir canavar gibi ağzını açmış içine yerleştirilecek cesedi bekliyordu. Caminin avlusunda bir tabut, hangi ağaçtan kesildiği belli olmayan kaç kişiyi bu mezarlığa taşıdığı belli olmayan, sonraki sevdalısı henüz bilinmeyen bir tabut… Etraf mahşer gibi kalabalık, aile büyüklerinin gözleri hala kıpkırmızı, caminin içinden imam efendinin vaaz sesleri geliyor. “her nefis ölümü tadacaktır” diyor hoca efendi. İnsan nefsine en ağır gelecek bu imtihandan bahsediyor, imtihanların en kaçınılmazından… Yine bir sağa bir sola volta atıyor ve düşünüyorum; “insan ne kadar çaresiz, ne kadar aciz” diyorum kendi kendime. Fiziki anlamda ebedi bir yokluğa gömülüveriyor insan… İnançlarımız olmasa, bizi bekleyen ebedi bir yaşam ihtimali olmasa bu iş çok daha vahim bir hal alırdı diye geçiriyorum aklımdan.

    Öğlen namazı kılınıyor, cami cemaati dışarıda saf tutuyor. “hatun kişi niyetine” diyor imam efendi. Tabut hemen önümde içindeki insan kadar ölü duruyor. İçindeki ölünün yukarıdan bizi izlediği geçiyor aklımdan. Namaz bitiyor ve soruyor imam; “ bu kardeşinizi nasıl bilirdiniz?” cemaat cevap veriyor “ iyi biliriz”; “haklarınızı helal ediyor musunuz?” boğazım keskin kılıç darbeleri almasına rağmen kopup yere düşmüyor başım ve hala damlamıyor gözyaşım… “helal olsun” diye haykırıyorum helal olsun… Sonra cemaat yangından mal kaçırır gibi saldırıyor tabuta, omuzladıkları gibi tabutu alelacele kabristana götürüyorlar. Tabutun bir ucundan tutmak için kendime güçlükle bir yer buluyorum. Sıkça ve kesik kesik nefesler alıp veriyorum, üzerimden tanklar, ordular geçiyor…

    Mezar… O sessiz kuyu tüm şehvetiyle bizi bekliyor sanki. İki amcam ve ben kuyunun içine iniyoruz, bembeyaz kefene sarılı cansız bedeni üç kişi bize uzatıyor. Ben ayak kısmından tutuyorum. Merhumenin ayakları mermer sütunlar gibi kaskatı ve ölümün o ürpertici soğukluğu tüm garipliğiyle sinmiş bedenine. Yüzünü kıbleye çeviriyoruz, sonra omuzlarımda taşıdığım kavak odunlarıyla örtüyoruz mezarı, dışarı çıktığımızda ölü yerde upuzun ve yalnız…

    Birkaç kürek toprak atıp mezara bir kıyıya çekiliyorum. Mezarlıkta susamlar sararmış, temmuz güneşi toprağı un gibi kavurmuş. İçimde tarifi imkânsız hislerle dönüp geriye bakıyorum. Apar topar toprak atıyorlar mezarın içine. İşte vakit bu vakittir. Bu karmaşa anında ayakta kalması gereken birisi gerekiyordu ve o da yapması gerekenleri artık yapmıştı. Sıra ondaydı artık. Gözlerinden yaşlar, boğazından hıçkırıklar boşanıyordu. Yanaklarından süzülüp düşen yaşlar sarı susamların yaprakları üzerinden kayıp toprağa düşüyordu.

    İnsan… Artık kendi kaderiyle toprağın altında baş başa ve çırılçıplak… Yanında başını yaslayacağı bir omuz dahi yok, ağlasa sızlasa ne sesini duyurabilir ne de olası acısını hafifletebilir. Bu ne ağır bir imtihandır! Ağır adımlarla geçip gidiyoruz, ölü mezarda ilk gecesini belki en zor imtihanını veriyor biz canlı cenazeler olarak yaşadığımız acıyı atlatmaya çalışıyoruz… Ölüm var ölüm, ölün de görün…

    İnsan fıtratına çok ağır geliyor sevdiği birisinden ilelebet ayrılmak. Lakin artık bizim bilip göremediğimiz dünyaya göçen için de, bu hayli zor olsa gerek. Yıllarca yaşadığı evden, kullandığı eşyalardan, uğrunda ölebileceği insanlardan ayrılmak, ölen için de zor olmalı. Bununla alakalı hiç aklımdan çıkmayan bir olay gelir aklıma, üzülmemek için bir neden sayarım bunu. Babaannem vefat edeli birkaç gün olmuştu. O gece babaannemin yaşadığı evde değil alt katta bizim evimizde oturuyor tüm ev halkı. Akşam dokuz sularıydı ve oldukça susamıştım. İşin garip yanı ise ne evde ne de yol üzerindeki çeşmeden su akıyordu. Her zaman olmasına rağmen o gece dolapta da su kalmamıştı. Dedem bu işe büyük önem verdiğinden üst katta dolapta su olduğunu söyledi bana. Ağzım dilim ateşler içinde koştum üst kata. Balkona girdiğimde babaannemin koltuğu olanca ıssızlığıyla mahzun mahzun aynı yerde oturuyordu. Bir müddet bakıp içeri girdim, kana kana suyumu içip geri geldim. Tam balkon kapısından dışarı çıkacağım anda ruhum bir bulutun içine girmişçesine hafifleyiverdim. Dayanılmaz güzellikte bir gül kokusu beni tesiri altına alıvermişti. Bir müddet acıyla karışık bir haz aldım bu kokudan daha sonra sanki hiçbir etki bırakmadan kaybolup gitmişti. Huzur ve mutlulukla alt kattakilerin yanına indim ve müsait bir anda bu sırrı anneme açtım. O da benimle hemfikirdi, “belki de babaannen senin yanına geldi oğlum” dedi bana. Buna ben de inanıyordum, hep de öyle kaldı bu inanç içimde.

    Rüyamda da babaannemi çok güzel bir surette görmüştüm. Son zaman eğilen beli dimdikti, vücut hatları son derece kusursuz bir halde mermer bir sütunu andırıyordu. Yüzü bembeyazdı. Benimle biraz daha kalmasını söylemiştim ama kalamayacağını söyleyip köydeki eski evin balkonundan semaya yükselivermişti.

    XII

    Zaman bir ilmek gibi boğazına düğümleniyordu insanın. Kaçınılmaz sonun buhranı her geçen saniye bir kor gibi düşüyordu yüreklere. Belki herkes bunu aynı ölçüde hissedemiyordu ama yine de bu gerçeği değiştirmeye kimsenin gücü yetmiyordu. Dünya hayatı kimine huzur ve ferahlık verirken kimisine de elim yükler yüklüyordu. Ayrılıklar, hasretler, gurbetler hiç eksik olmuyordu.

    Babaannemi kaybettiğim o rezil yaz mevsiminin ardından üniversitenin son senesi için tekrar gurbet yolu gözükmüştü. Her gidişimde eksildiğimi hissediyordum esasında ama bu defa gitmek çok daha sancılı olmuştu. O kırışıklarla dolu emektar elleri öpüp hayır dualar alamadan gitmek sanki gitmek değil de ölmek demekti. Zaten sevdiğim her şeyi geride bırakmak ağır geliyordu bir de bunun üzerine sığınacak tek kapım, tutunacak tek dalım da avuçlarımdan uçup gidince serseri bir hayatın ortasına yapayalnız düşüvermiştim.

    Eylül ayı her defasında yıkıntılar getirir bana, yine öyle yapıyordu. Sıcak yaz mevsiminin ardından yağmurlar çatıları dövmeye başlamış, dereler bulanık akma yoluna gitmişlerdi. Köyün dört bir yanından elektrikli testere sesleri geliyordu. Yaklaşan kış mevsimi için insanlar bir ağustos böceği durumuna düşmemek adına uğraş veriyorlardı. Odunlar kesiliyor, baltalar alın teri damlayan kütüklere büyük bir hışımla iniyordu. Dallarda yazın son meyvesi cevizler kendilerini çepeçevre saran yemyeşil kozalarının içinden göz kırpmaya başlıyordu.Taze reyhan kokan ağustos sabahları yerini toprak kokan eylül günlerine bırakıyordu.

    Bilmem hangi otobüsün bilmem kaç numaralı koltuğunda bilmem kaçıncı kez uzaklara gidiyordum. Islanan camların ardında el sallayan anne ve babamı görüyordum. Annemin gözleri yine eylül bulutları gibi ıslaktı. O terminal telaşında bana eski Yeşilçam filmlerinin cefakâr anne babalarını anımsatıyorlardı. Yüreğim iyice burkuluyordu ama otobüsten inmek mümkün değildi. Çekilecek çile vardı daha, gidilecek yol…

    Sırtım terlemiş, boynum ağrımıştı yine, yine bir büyük kentte alıvermiştim soluğu, bir bilinmez telaş içinde. Geride şehirler kalmıştı, yollar… Gece karanlığında geçtiğim. Ramazan ayıydı üstelik ve aile sofrasındaki iftar lezzetlerini de ardımda bırakmıştım. Henüz ilk günüydü, on bir ayın sultanının. Şimdi pideler en güzel kokularıyla şenlendirecekti evleri, hurmalar süsleyecekti sofraları ve ben gurbetin tam orta yerinde bir başına açacaktım orucumu.

    İlk günüm hem yol yorgunluğundan hem de okuldaki işlerimden ötürü hayli yorucu geçmişti. Akşamüzeri yurduma dönüp odama çekilmiş biraz istirahat etmek istemiştim. Gün boyu bulutlarda biriken yağmur iftar vakti yaklaştıkça öyle bir hışımla boşalmıştı ki gökyüzünden sanki ilahi gözler benim derdime yanıp ağlıyor gibi bir hisse kapılmıştım. Sokaklar sular altında kalmıştı, iftarda evine yetişmeye çalışan insanların telaşı da iki kat artıvermişti. Kararan gökyüzünün getirdiği buhran beni de ağlatmıştı. Dünya gözümden düşüvermişti, hem damla damla hem de tüm renkleriyle.

    Kızaran gözlerimle herkes iftarını ettikten sonra indim yemeğe. Tatsız tuzsuz ve yalnız bir iftar geçirdim. Ne annem ne de babam vardı yanı başımda. Onların da kıymetini bir kez daha anlatıyordu bana bu ayrılık. Çocuk başıma uykulu gözlerimle sırf yalnız kalmasın diye dağ tepe yanında gidip, lastik ayakkabısından su içmekle şeref bulduğum anam da; beni severken sakallarını yanağıma sürtünce canımın yanmasına rağmen kırılmasından korktuğum için sesimi çıkaramadığım babam da yanımda değildi. Kim bilir ne zor günler bekliyordu beni, ya da bizi?

    Yoklukları bağrıma nebze nebze işliyordu her geçen gün annemin,babamın ve babaannemin... Yapabilecek hiçbirşeyimin olmaması,elimden hiç bir şey gelmemesi geçen iğrenç günlerimin üstüne daha bir fenalık ekliyordu.

    ...

    Habersizce dalıp gittiğim hayallerden kendimi zor bela kurtarabildim. Kendime geldiğimde sanki o anı tekrar yaşamış gibi, gözlerim sanki tonlarca yaş akmış gibi kıpkırmızı, bedenim terlemeyle ıslak bir durumda...

    Hayatım bu şekilde, bunalımlı ve üzüntülü birşekilde günlerim geçti. Taki hayatıma giren hanıfendinin varlığına kadar... Ayşegül! Adı gibi mutluluk abidesi olan o insan tüm hayatımı değiştirdi. Hayatıma sonradan renk veren o kız... Adı Sevinç! Benim kızım...
    Babaannemim ismini verdim ona...

    Günler geçti hayatımdan memnun ve sonuçta babaannemin tenini kazandı bedenim. Onun gibi mutlu, huzurlu bir hayat elde edebildim kendime onu örnek alarak...

    Yaşadıklarımız, hatalarımız, doğrularımız herşeyden çok ders çıkarabildiklerimiz ve tek gerçek ölüm... Hayata gülmek gerek, istiyorsak bir nebze gülücük ...

    _Fatih ALKAN_


      Forum Saati Cuma Mayıs 17, 2024 8:02 am