HAFİZE
Hafize güzel günlerden, sevmekten, mutlu yarınlardan kısacası her şeyden umudunu kesmiş iken nasıl umutlarını tüketen olay bir anda gelişmişse hayata tekrar tutunmasını sağlayan mucize de bir anda gerçekleşmişti.
Aynanın karşısına geçmiş siyah saçlarını tarıyordu. İçinden bugün saçlarımı toplasam mı? diye geçirdi. Saçlarını omuzlarına döktü, göz kalemini gözlerine özenle çekti. Kalemi yine taşırmıştı, fazlalıklarını mendille sildi. Kendine baştan aşağı iyice bir baktı. Aynadaki görüntüsüne bir gülücük yolladı. Merdivenlerden hızlı adımlarla indi, dolabın üzerindeki kitaplarını alarak annesine:
-Anne ben gidiyorum.
Annesi:
-Güle güle kızım.
Dışarı adımını atar atmaz ruhu yine o doyulmaz gül kokularını hissetti. Bu kokular komşularının bahçelerinden geliyordu. Bahçeye girse çıkmak istemeyecekti biliyordu. Her zaman bu bahçeyi uzaktan hayran hayran seyreder, gül kokularını içine çekerdi. Toprağın kokusuysa; başka alemlere götürüyordu onu. Bahçenin yanına yaklaştıkça limon ağaçlarının çiçeklerini, gonca gülleri, aşk merdivenini, karanfil ve binlerce çeşit çiçeği gördü. Bunların oluşturduğu cenneti doyasıya yaşamak istedi ama gitmek zorundaydı.
Gül cennetini geride bırakmış hızlı adımlarla yürüyordu. Bir anda bir ses işitti.
-Hafize.
Tanımıştı sesi. Gül teyze idi.
İçinden “-yakalandım bugün ne dedikodu var acaba mahallede?” dedi.
Hafize:
-Efendim Gül teyze.
Gül:
-Kızım duydun mu? Bizim çamaşırcı Fatma’nın kızı okula gidiyorum diye bir oğlanla kaçmış. Babası adam tutmuş oğlanı dövdürmüş. Kızı da eve kapatmışlar, ağabeyleri kızı hastanelik etmiş, hastanede bizim Ahmet görmüş. Olayı herkesten saklıyorlar. Kadın bir haftadır dükkanda yok.
Hafize:
-Haberim yok Gül teyze. Şimdi acelem var. Görüşürüz.
Kadının lafını ağzına tıkamış, koşar adımlarla ilerliyordu. Kendi kendine kızıyordu. Bu kadına yakalanmamak için yol bile değiştirmişti. Her zaman ki dolmuş beklediği bakkalın önüne ulaşmış, sağı solu kolaçan ediyordu.
Gözüne birden bakkalın önünde oynayan kız çocuğu ilişti. Her zaman görürdü bu çocuğu.. aynı yerde, aynı perişanlıkta oynuyordu.
Annesi de anlatmıştı bu kız çocuğunun hikayesini.
“kızım bizim bakkal Hacı’nın çocuğu olmamış, bu kızda bir fakirin çocuğuymuş. Ailesi bakamamış, bizim Hacı da kızın babasının eline üç beş kuruş sıkıştırmış almış çocuğu.
Zavallı yavrucak Hacı yemez yedirir, giymez giydirir. Bir dediğini iki etmez, ellerliyle yemekler yapar çocuğa. Aksine karısı çocuğu iter kakar, onunla ilgilenmez daha ‘kızım’ dediği duyulmamıştır.”
Annesinin anlattıkları aklına geldi de daha da üzüldü kızın haline…
Küçüğün elinde bir kraker kimini yiyor, kimini saçıyordu.
Bakkaldan kadın:
-Kız içeri gir. Ezileceksin.
Hafize çocuğa yaklaştı.
-Merhaba güzelim. Senin adın ne bakalım?
Küçük:
-Fatma, abla.
Kadın dükkandan Hafize’ye öyle bir bakış fırlattı ki daha fazla bir şey diyemedi Hafize çocuğa. Gelen dolmuşa kendini attı. Aklıyla beraber gözleri de kalmıştı Fatma’da.
Fatma, hüzün bir o kadarda umut dolu gözlerle Hafize ablasını uğurlamıştı. Onun kim olduğunu bile bilmeden.
Hafize doluştan inmiş dershaneye koşar adımlarla ilerlemişti. Derse çok az bir zaman kamıştı. Hafize sınıfın gözde öğrencilerindendi. Arkadaşları Hafize’ye dostça davransalar da içten içe sinsice kıskanırlardı onu. Hafize ise kimseye karışmaz, herkese karşı hoşgörülü davranır, kimseyi kırmak istemezdi. Öğretmenlerin gözüne kısa zamanda girmiş, bilgisiyle olduğu kadar terbiyesiyle de dikkat çekiyordu.
Babası kıt kanaat geçinen bir insan olmasına bakmadan kızı için elinden geleni yapmış, onu gücünün yettiği yere kadar okutmaya çalışıyordu. Oğullarını okutmak istemiş onlarda umduğunu bulamayınca Hafize’ye yönelmişti. Kızı ne isterse onu yapıyordu. Annesi ise kızının üzerine titriyor; onu nadide bir çiçek gibi büyütüyordu. Kötü gözlerden kötü dillerden uzak tutuyor, ailelerine yakışır bir şekilde büyütüyordu.
Hafize sıraya narin bir şekilde oturdu. İntegral konusunun yarım kalan testlerini çözüyordu. Ömer hoca sınıfa girdi. Sınava 10 günlerinin kaldığını ve daha ağırlıklı çalışmaları gerektiğini söyledi.
Hafize bu 10 günü çok iyi değerlendirmek, istediği bölüme gitmek istiyordu.
Arkadaşı Pınar’la eve yürüyerek dönmeye karar verdiler. Derslerden çok bunalmışlardı. Biraz nefes almak, insanları seyretmek, yeni yağan yağmurun toprağı nasıl ıslattığını seyretmek, toprağın o eşsiz kokusunu hissetmek istediler.
Pınar iyi niyetli, saf bir kızdı. çokta güzeldi. Siyah uzun saçları, uzun kıvrık kirpikleri, iri ve renkli gözleri olan bir kızdı. Pınar geçmişte büyük hatlar yapmış ve bu hataların bedelini ruhunda en acı fırtınalarla ödüyordu. Bir gençle birlikte olduğunu, ondan çocuk beklediğini ailesinin yüzüne bakmaya utandığını söylüyordu. Bu kötü adamın kızın hayatını nasıl kararttığının en yakın şahidiydi Hafize. Pınar gencin adını söyleyemez onu çok sevdiğini ancak oğlanın kendini kandırdığını söylerdi.
Hafize ise Pınar’a destek olmaya çalışır bu kızı umutsuz bir şekilde teselli ederdi. Pınar’a içten içe kızar bir o kadarda ona acırdı.
Yeni yağmış yağmur toprağı ferahlatmış, ortalığa müthiş bir koku yaymıştı. Arkasından açan güneş ise insana huzur veriyordu. Bu güzellik yolların uzunluğunu hissettirmiyor, iki arkadaş bu güzelliklerin arasında kayboluyorlardı.
Pınar yolda Hafize’ den ayrılmış her ikisi de evlerinin yollarını ayrı ayrı tutmuşlardı.
Hafize evden içeri girer girmez mis gibi tarhana kokusuyla karşılandı. Annesi kızını gördü ve:
-Hoş geldin kızım.
Hafize:
-Hoş bulduk anne.
Annesi:
-Yemek hazır yavrum, hemen üzerini değiştir sofraya gel.
Akşam yemekte bütün aile toplanmıştı. Sessiz sakin bir şekilde yemekler yendi. Genelde de öyle olurdu da zaten ama bazı günler baba küçük oğulları Hakan’ın yaptıklarına dayanamaz bağır çağırırdı. Hakan kötü arkadaşlarının kurbanı olmuş her geçen gün ahlaksızlığı benimsemişti. Babasına karşı seslenmez, bildiğini yapardı. Bazen bu kavgalar doruk noktasına ulaşır,
Hafize bir köşeye çekilir, gözlerini bir noktada dondururdu. Ne zaman ki hayat normale döner, gözleri yeniden hayat bulurdu.
Ağabeyine içten içe acırdı. Hakan iyi yürekli bir çocuktu aslında. Ama gittikçe bir batağa sürükleniyordu. Kendi de bunun farkındaydı, değiştiremiyordu olanları. Hakan sinirli, hareketli, alçak biri iken, büyük ağabeyleri Halim ise; tam tersi sessiz sakin huzur dolu bir insandı. Bu iki erkek zıt karakterli oldukları için kavgalar kaçınılmaz olur ama bu kavgaları fazla uzatmazlardı.
Nihayet sınav günü gelmişti. Annesi en güzel kahvaltıyı o gün hazırlamış, sınava kızını dualarla yollamıştı.
Hafize uzun bir süre sınav sonucunu beklemiş, sonuçta beklemesine değmişti. Dersanede dereceye girmiş, en güzel dilekleri, tebrikleri almıştı.
Bu kadarını da ummayan Hafize sevinçle şaşkınlığı bir arada yaşıyordu. Giresun sınıf öğretmenliği bölümünü kazanmıştı.
Nihayet kayıt günü gelmişti. Bütün evraklarını hazırladı. Hatta gerekmeyeni yanına aldı.
Babasıyla beraber gideceklerdi. Yüreği yerinden çıkacak gibiydi.Hem heyecanlanıyor hem de
Bu kadar uzun yolculuğa çıkacağı için içi sıkılıyordu.
Akşamdan hazırlanan çantalar arabaya oyuldu. Ütülenen kıyafetleri babasına götürdü.
Kendiside önceden hazırladığı kıyafetlerini giyindi. Saçlarını taradı, dişlerini fırçaladı, yüzüne gözüne bir şeyler sürdü. Yiyecek çantasını aldılar ve yolculuğa başladılar.
Giresun otobüsüne binmeleri uzun sürmemiş yolculuğun asıl yorucu kısmı başlamıştı.
Yol boyunca garip duygularla cebelleşen Hafize’ nin tek cesareti babasıydı. Ara sıra babasına bakar burnunun direği sızlardı. Babasını çok severdi. Ona hiç kıyamazdı. Bazen sonu gelmez istekler geçerdi içinden ancak babasını düşünmesi bu isteklerin sönüp gitmesine yeterdi.
En son on yaşında binmişti bu kadar büyük bir otobüse. Hiç yolu düşmemişti ki büyük şehirlere. Oturdukları yer ortalarda bir yerlerdi. Görebildikleri kadar seyrediyorlardı etrafı. Karanlık basınca uykuya dalmak zorunda kaldılar.
Kimileri uykunun derinliklerine gömülmüş horlamaya başlamışlardı bile. Hafize uyuyamıyor, gözleri kapalı öylece düşünüyordu. Kafası bazen babasının omuzlarına düşüyor, kalbini bir sızı kaplıyordu. Bu ne kadar büyük bir acıydı ki kalbini yakıyordu. Birbirlerinin yabancısıydılar, ne olurdu babasına sarılsa, yanaklarından öpebilseydi. Ama yapamıyor, kahrolası bir şeyler engelliyordu Hafize’yi.
Kalbi kanaya kanaya düşünüyordu. İkinci gelişi ne kadarda acı olacaktı kim bilir. Saatler birbirini kovalamış Hafize’nin gözlerine bir türlü uyku girmemişti.
Sabahın ilk saatleriyle Karadeniz kendini göstermeye başlamıştı. Eşsiz ormanlarıyla, muhteşem deniziyle Hafize’yi kendine hayran bırakmıştı. Televizyonda gördüklerinden çok farklı gelmişti Karadeniz. Fındık ağaçlarını ilk defa görüyordu. Zaman zaman tahta evlere rastlıyor, bu tahta evlerin şehrin beton yapılarının aralarına gömülüşünü hayran bir şekilde izliyordu. Az sonra deniz göründü. Suları da ismi gibi karaydı bu denizin. Denizin ilerisine baktıkça deniz ile gök birleşiyor, bir sonsuzluğu andırıyorlardı.
Hafize Karadeniz’i seyrederken elindeki çayı da yavaş yavaş yudumluyordu. Çevredeki insanlar uyanmış sessizliğin tılsımı bozulmuştu. Denize baktıkça ruhu coşuyordu. Artık dört yılı bu denizin kıyısında geçecekti. Buna kendini hazırlamalıydı.
Artık üniversite kapısına ulaşmasına az kalmıştı. Heyecanı gittikçe katlanıyordu.
Hafize :
-baba şimdi ben tek başıma nasıl kaydolacağım? Ya bir şeyler eksikse.
Babası:
-korkma kızım her şeyin tamam. Hem sadece sen misin kaydolan? Binlerce öğrenci var senin gibi.
Uzun bir on sekiz saatin ardından uyuşuk ayaklarla Giresun’a indiler. Bir dolmuş bulup üniversiteye doğru yola çıktılar. Babası dolmuşçuya:
-kardeş bizim kız burayı kazandı. Kayıt için geldik. Buraların insanları nasıldır?
Şoför:
-nerelisin?
Baba:
-Osmaniyeliyiz kardeş.
Şoför:
-Bilirim oraları. Bizim insanımızın gözü gönlü açıktır. Herkesi kabul ederler, sizin oralarsa bizim insanımızı bağrına basmaz, yadırgarlar.
Baba-kız beklemedikleri bu sözler karşısında şaşırmışlar bir o kadarda üzülmüşlerdi. Memleketleri hakkında böyle düşünülmesi hiç hoşlarına gitmemiş böyle bir şeyi ilk defa duymuşlardı. Ancak şoföre de söyleyecek bir şey bulamadılar.
Üniversitenin kapısına iner inmez her taraftan Hafize’nin eline birer kağıt tutuşturuldu. Hafize bir anda elinde bir tomar kağıdın biriktiğini farketti.
Üniversite artık Hafize’nin karşısındaydı.Hayalleri artık gerçek olacaktı.En güzel günlerinin, belki de en acı günlerinin geçeceği o küçük bahçeden ilerlemişlerdi.Okulun olduğu yer küçük, sessiz ve sakin bir yerdi.Bu küçüklük onu sıkmamış aksine ona huzur vermişti.Çünkü büyük yerlerden korkardı Hafize.Yabancı gözlerle etrafı süzerek ilerlemişlerdi.
Kayıt yeri olarak küçük şirin bir bina gösterildi. Babasıyla Hafize ayrı iki bölmeden ilerlediler.
Hafize’yi tatlı bir abla karşıladı. Çok hoş sempatik biriydi bu kız. Hafize:
-Abla öğrenci dosyamda eksik yerler var. Kız:
- Tamam canım merak etme hemen doldururuz.
Beraber dosyayı doldurmuşlar ve Hafize evrakları alıp kayıt odasına girdi, teslim etti ve sordu:
-şimdi üniversiteye kaydoldum mu ben?
Görevli:
-Evet canım üniversitemizin öğrencisisin artık sende.
Karmakarışık duygularla babasına koştu Hafize. Okulun çevresinde fotoğraflar çektiler. Hafize’nin yurdu çıkmamış, babası yurt müdürüyle konuşmaya gitmişti. Babası çaresiz bir şekilde durumunu anlatmış ama olumlu bir cevap alamamıştı.
Müdür:
- ne yapalım kardeşim 62 kişi kayıt olmayacakta kızını alacağım yurda. Bunun olması da imkansız zaten ancak misafir olarak kalabilir. Misafirlikte bir ay bilemedin iki ay olur nereye kadar.
o kadar sert bir ses tonuyla söylenmişti ki bu sözler Hafize’nin yüreği parçalanmıştı. Kendi kendine kızdı. Babamı kimlere muhtaç ediyorum dedi içinden.
Artık eve dönme vakti çoktan gelmişti.Çok yorgundular ve bir o kadar daha yorulacaklardı.
Bu olanları geride bırakmışlar, uzun bir yolculuk geçirmişler ve nihayet evlerine dönmüşlerdi.
En çok yatağını özlemiş, yastığının kokusunu içine doyasıya çekiyor, yorganına sarılarak uyumaya çalışıyordu. Kafasını düşünceler boş bırakmıyor, bir türlü uyumasına izin vermiyordu.
Acaba kaydoldum mu? Olmuşumdur. O kız kaydolduğumu söylemişti. Pınar ne yapıyor acaba? Kayıt işlerini halletti mi? Arasam mı? Çok geç oldu yarın ararım. Babamda çok yorulmuştur…
Sonu gelmeyen düşünceler birbirini kovalıyordu. Ev ahalisi uykunun derinliklerinde boğulurken Hafize sabaha karşı uykuya dalmıştı.
Yarın ilk işi Pınarlara uğramak olacaktı.
Uzunca bir sokaktan geçmiş, arkadaşının mahallesine dönen yola girdiğinde, bir feryat figandır kopmuştu. Sesin geldiği yer Pınarların eviydi. Çok korkmuştu. Koşarak Pınar’ın evine girmişti. Kapıda Pınar’ın annesi kendini görmüş, üzerine atılmış “katilleer!!!” diye bağırıyor. Bir yandan da Hafize’yi darp ediyordu. Hiç bir şey anlamadan kendini kurtarmaya çalışan Hafize çığlık çığlığaydı.
Bu perişan ve bitap kadının elinden kendini kurtaramamış, bayılmıştı.
Gözlerini evinde açmış olanları duyunca dünyası kararmıştı. Pınar, zavallı kız Hafize’nin abisi tarafından kandırılmış, gururuyla oynanmış, namusu kirletilmiş, zavallı yavrusuyla beraber ölümü seçmişlerdi. Bir kere olsun Hakan’ın ismini vermemiş, öleceği gün bu onursuzun ismini bıraktığı mektubun sonuna yazmıştı. “seni asla affetmeyeceğim Hakan.” Son sözleri buydu Pınar’ın.
Zavallı Pınar sefalet içinde büyümüş, ailesinin tek dayanağı o idi. Yazları bir işe girer para biriktirir, kışın bu paraları dershane parası ederdi. Ailesine elinden geldiği kadar yardım eder, onların hallerine üzülürdü. Tek hatası insanlara güvenmekti.bu hayat içinde beklide mutlu bir gün göremeden kaybolmuştu.
Bu zamana kadar evlilik umuduyla avunmuş olan Pınar Hakan’a defalarca yalvarmış, bu yalvarmalar kar etmemiş, intihar etmişti.
Hafize, Pınar’ın acısını çekerken abisinin utancını da yaşıyordu. Pınar’ın annesinin “katiller” sözü hala kulağında çınlıyordu.
Evlerine polisler akın etmiş, soruşturmalar, araştırmalar ve sonunda Hakan’ın tutuklanmasıyla ailesi iyice altüst olmuştu. Ailesi Hakan’a çok kızmış özellikle babası Hakan’ın adını bile anmıyordu. Annesi gizli gizli ağlıyor ancak elinden bir şey gelmiyordu.
Bu olaylardan sonra ailesi birbirine soğuk davranıyor, her yemeğe oturuşta lokmalar boğazlarda kalıyordu.
Günler çok çabuk geçmiş, Hafize’nin okul vakti gelmişti. Hafize gördüğü her şeye dikkatlice bakıyor, kalan son günlerini dolu dolu yaşamak istiyordu. Annesine en güzel fotoğraflarını bırakmıştı, baktıkça Hafize’yi hatırlasın diye.
Yıllarca karşısına geçip saatlerce baktığı aynasına bir kez daha baktı. Uzunca kendi içinde onunla vedalaştı. Tarağına dokundu, artık sona yaklaşıyordu. Oturma odasındaki sedire oturdu. Ne kadar da çok anısı geçmişti bu odada. Açık olan balkon kapısından kırmızı karanfillerini gördü, hepside açmış hayata gülümsüyorlardı. Oysa daha dün gibiydi. Hafize onları küçük bir saksıya özenle dikmişti. Karanfilleri dalından kavradı son bir kez doyasıya kokladı ve öptü.
Annesi kızının kıyafetlerini ortaya dökmüş, kalınlarından güzellerinden valize yerleştiriyordu. Hafize ise; eli ayağı tutulmuş, boş gözlerle annesini seyrediyordu.
Anne:
-yavrum kalın çoraplarını koyuyorum. Ceketlerinin birini yanına al, sakın ince giyinme hasta olursun. Kimselere güvenme yavrum, herkesi kendin gibi bilme. Yurtta parana dikkat et çalarlar. Sakın aç kalma…
Hafize:
-tamam anne sen merak etme. Orada çok rahat olurum, yemek yapmam, temizlik işim olmaz bol bol uyurum.
Anne:
-Öyle kızım. Sen sadece derslerine çalış, gerisine kafanı takma.
Hafize:
-Tamam.
Tamam diyordu ama sahte sözlerin arkasına saklanıyordu. Daha fazla dayanamadı ve:
-Anne orda tek başıma ne yapacağım, sizden nasıl ayrılacağım? Hiç kimseyi tanımıyorum.
Anne-kız sarıldılar, ağladılar. Duygularını en yüce şekilde yaşıyorlardı.
Sabah olmuş, bütün aile sokağa çıkmış dolmuş bekliyorlardı. Annesi sessiz sessiz ağlıyor, kızına gözyaşlarını göstermemeye çalışıyordu. Hafize yolculuğa hiç hazır değildi, ayakları geri geri gidiyordu. Ancak gitmeye mecburdu.
Anne:
-Kızım sakın korkma biz her zaman senin yanındayız, bir şey olursa bizi ara.
Hafize’nin duyguları boğazına düğümlenmiş, tek kelime söylemesine bile izin vermiyordu. Gözleri dolu doluydu. Gözyaşları akmak için fırsat bekliyordu.
Annesi duygularını gizlemeye çalışıyor, babası serinkanlı davranıyordu. Hayat durmuştu, zaman geçmiyor, ayrılık acısı yüreğini dağlıyordu. Nihayet beklenen dolmuş gelmiş acılar zirveye çıkmıştı.
Şoför bavulu yerleştirirken Hafize önce babasının elini öpmüş, bu öpüşle gözlerindeki donuk damlalar nihayet kendini bırakmıştı. Sonra annesiyle öpüşmüşler ve Hafize kendini zorlukla dolmuşa atmıştı. Yaşlı gözlerle dolmuşun penceresinden ailesine son bir kez baktı. Bu bakış acısını biraz daha artırdı.
Artık hayatta tek başına kalmıştı. Özgürdü ama üzgündü. Hafize kendini iyice bırakmış gözyaşları birbirini takip etmekte ısrar ediyordu.
Dolmuştaki insanlar garip garip bakıyor, Hafize ne yapacağını şaşırıyordu. Acısını yaşamasına da izin yoktu anlaşılan. Utandı ve gözyaşlarını tutmaya, hıçkırıklarını durdurmaya çalıştı. Sağ ve sol tarafında iki kız ve anne oturmuş, anne Hafize’ye dikkatli gözlerle bakıyor, Hafize’yle konuşmak için fırsat kolluyordu. Kızlarından biri iki-üç yaşlarındaki kız çocuğuyla ilgileniyordu. Annesinin kucağındaki küçük yaramaz kız Hafize’nin çantasıyla oynuyordu. Üzgün olan bu yüz sadece güzeller güzeli bu çocuğa gülümsüyordu.
Kadın:
-niye ağlıyon yavrum neriye gidiyon sen?
Hafize zorlukla:
-üniversiteye teyze.
Kadın:
-kızım herkes okul kazanamadım diye ağlıyor sen niye ağlıyon bakim?
Hafize:
-Giresun’a gidiyorum teyze ailemden ayrıldım.
Kadın:
-alışın kızım üzülme.
Bu teselli konuşması da Hafize’yi rahatlatmıştı ne yazık ki.
Kısa bir süre sonra Adana’ya varmış Giresun otobüsüne kendini atmıştı Hafize. Önünde on altı saatlik yol vardı.
Giresun’da kendini yepyeni bir hayat bekliyordu. Hayat orada da akıyordu ama memleketi gibi değildi.otobüsten iner inmez bir akrabası hafize’yi otogardan almış evine götürmüştü.
Akraba olmalarına rağmen ilk defa birbirlerini görüyorlardı.
Bu genç çiftin evlerini oldukça mütevazi bulan Hafize her ne kadar çekinse de orda tutunacağı tek dalın bu akraba olduğunu biliyordu. Adam oldukça yakışıklı kadın ise oldukça güzeldi. Küçük bir kızları var ikincisi ise yakında doğacaktı.
Evin kapısından girer girmez bir süs deryası başlamıştı adeta. Duvarlar çiçeklerle kaplı, kapılarda nazar boncukları asılıydı. Oturma odası ise tam anlamıyla çiçek cenneti idi.
Hafize’yi evin hanımı kapıda karşılamıştı. Birbirlerini tanımamalarına rağmen sarıldılar. Hafize önce ılık bir duş almış bu aileyle birlikte kahvaltı yapmışlardı. Evin hanımı
Mehtap Hafize’yi eşi Yakup’la birlikte yurda bırakmışlardı. Hafize defalarca teşekkür etmiş onlara minnettarlığını dile getirmişti.
Yol boyunca akrabalık bağlarından bahsedilmiş bu bağların sağlam olmadığı anlaşılmıştı. Yine de birbirlerine sıcak davranıyorlardı.
Aradan bir ay geçmişti.Bu bir aylık süre bazen kabus gibi gelmiş ama güzel geçmişti.Ne kadar da farklıydı burası kendi memleketinden ona en ağır gelen yemeklere alışmasıydı.Annesi ne kadar da güzel yapardı yemekleri.insanlar kendi memleketindeki gibi samimi ve sıcak gelmiyordu.Bu şehirle Hafize arasında bir kopukluk vardı.
Çevreye alışması uzun sürmüştü.Hafize yurda, okula ve arkadaşlarına alışmaya başlamıştı. Kızlar iyilerdi bir o kadarda güzellerdi. Beraberce süslenirler, sahile giderlerdi.
Bu sahil gezmelerin birinde deli bir adam görmüşler korkup kaçmışlardı. Bu olayın etkisinden uzun süre kurtulamadılar. Adama küfürler yağdırdılar. Hafize içinden daha neler göreceğim diye söylenip üzülmüştü.
Hemen arkasından ummadığı bir teklif almıştı. Arkadaş bildiği hatta ağabey dediği biri Hafize’ye aşk-ı ilan etmişti. Bu duruma çok şaşırmış bir yandan da o kişiden nefret ediyor öyle ki bu durum tiksinti boyutuna ulaşıyordu.
Nasıl olurdu aklı bir türlü almıyordu. Kendini bu kadar erkelerden soyutlar iken, onlardan uzak duramaya çalışırken nasılda kendini birine sevdirmeyi başarmıştı.
Bu sevgi o kişide saplantı haline gelmişti. Öyle ki takıntısından Hafize’yi zorluyor, tehdit ediyordu. Olmaz demeden anlamıyordu.
Hafize ‘olmaz’ kelimesini yüzlerce kez kullanmasına rağmen yine de kar etmiyordu. Kimseyi kırmak istemese de sonunda dayanamamış :
-Defol git! Yüzünü görmeyi bırak sesini duymayı dahi istemiyorum. Rahat bırak beni. Kendinden nefret ettirme.
Telefonlarını açmamıştı. Çocuk bir ara dirense de sonraları sesi çıkmaz olmuştu. Hafize bu olaya üzülmüştü ama asıl darbeyi Yakup’tan yemişti.
Ara sıra mehtap’ın yanına gider, konuşurlar, birbirlerine dertlerini anlatırlardı. Mehtap Yakup’un ailesinden dert yanar, dayanamaz ağlardı. Yakup’un ailesi bir gün öyle bir noktaya gelmiş ve Mehtap’ı dövmüşlerdi. Mehtap yemiş olduğu dayağa değil, Yakup’un kendini onlar karşısında yalnız bırakmasına üzülüyordu. Her şey de Mehtap’ı suçluyordu.
Dışarıdan sıcak ve sevimli bir yuva gibi görünen bu ev, hiçte öyle değildi. Evine karşı bir aile babası gibi davranan Yakup ailesinin yapmış olduğu haksızlığa ses çıkaramıyordu. Evleri birbirlerine oldukça uzak olmasına rağmen bütün olanlardan haberdar olan aile her seferinde Mehtap’ı yönlendiriyordu.
Yakup uzun boylu, esmer, çatık kaşlı, iyi huylu mert birine benziyordu. İki-üç yaşlarındaki kızı Yakup’u pek sevmiyor onun kucağına gitmemek için her seferinde direniyordu. Nasıl biriydi bu Yakup’ta kendi çocuğu bile ondan kaçıyordu.
Yakup göründüğü gibi çıkmamış küçük kızın ondan kaçışını haklı çıkarmıştı.
Hafize bir gün orda yatılı kalmıştı. Küçük kızla yatmasına rağmen gece küçük kızın yerinde bir adam fark etti. Hafize gözlerini açar açmaz adamla göz göze gelmişti. Bağırmamak için kendini zor tutmuş, çok korkmuştu. Bu adamın Yakup olduğunu anlaması uzun sürmemişti. Yakup bu yatakta Hafize’ye olan aşkını ilan etmiş, onu öpmeye, saçlarını okşamaya çalışmıştı. Hafize ise gücünün yettiği kadar direnmiş, onu odadan kovmuş, en ağır kelimeleri sarf etmişti Yakup’a. Uzun bir direnme sonrası olay çıkmadan odadan ayrılmıştı Yakup. Hafize ise o evden bir daha dönmemek üzere ayrıldı.
Aradan bir hafta geçmiş Mehtap Hafize’yi aramıştı.
Mehtap:
-Hafize canım çok rahatsızım, doktor erken doğum yapabilirsin dedi. Evi temizleyemiyorum, küçük kıza yemek yapmıyorum. Çocuk üç gündür yarı aç yarı tok geziyor. Bu hafta bize gel ne olur.
Hafize:
-Geçmiş olsun Mehtap abla ama gelemem sınavlarımız başlıyor. Çalışmam lazım.
Mehtap:
-Ne olur ölüyorum bir adım bile atamıyorum. Şimdi doktordan geldim. Yakup ağabeyin hiçbir şey yapmıyor, yarın göreve başlıyor.
Hafize:(mecburiyetten)
-tamam Mehtap abla sadece bir gün gelebilirim.
Yakup kapıdan Hafize’yi kapıdan almıştı. Yol boyunca tek kelime bile tek kelime bile etmediler.
Hafize kapıdan girdiğinde evde kimseler yoktu.
Yakup’a korkarak:
-Mehtap abla nerde?
Yakup:
-Tekrar hastalandı, hastaneye götürdüm serum taktılar, bugün orada kalacak.küçüğü de ablama bıraktım.
Hafize:
-Neden hastaneye götürmedin beni bu eve getirdin?
Yakup:
-…
Cevap vermiyor, Hafize’nin üzerine geliyordu. Hafize evin içerisinde kaçacak yer arıyor, kendini oradan oraya atıyordu. Direniyor, çığlık atmaya çalışıyor ama engelleniyordu. Hafize kara bir gecenin kendini beklediğini anlamıştı. Bu kara gece Hafize’nin alnında kara bir leke bırakmıştı. Namusuyla beraber bütün benliği kirlenmişti.
Hafize okulu bırakmış, ailesini yanına dönmeye mecbur kalmıştı. Kısa sürede olanlar bütün aileye duyulmuştu. Hayatta en büyük vicdansızlığa uğrayan Hafize çevresinden de darbeler alarak yıkılmıştı. Ölümü bekler olmuştu.
Uykusuz geceler, kabuslar birbirini kovalar olmuştu. Büyük-küçük herkesin kötü gözle baktığı biri haline gelmişti.
Biricik annesi, canı bile ona sırtını dönmüştü.
Hakan yaptıklarını unutmuş, Hafize’nin adını o…. Koymuştu.
Bir gün yolda gider iken Hafize’ye aşkını ilan eden, kapısında köle olmaya razı olan insanı görmüş, onun Hafize’yi küçümseyen aşağılık hissettiren bakışını, gülüşünü görmüş ve o an bitmişti. Çaresiz kaderine küsmüş, insanların dediklerini kabullenmiş, yaşayan bir ölüydü.
Her gün Allah’ına “Rabbim,canımı al.” Diye dualar eder olmuştu.
Dünyayla irtibatını kesmiş, hapis hayatı yaşıyordu. Zor bir iş olursa dışarı çıkarıyorlar, kendilerine yardım ettiriyorlardı. Annesi her ne kadar Hafize’nin canını yaksa da ona içten içe üzülüyor, Hafize’nin hıçkırıklarını duydukça kahroluyordu.
Kader nereden nereye sürüklemişti Hafize’yi. Umutları vardı oysa öğretmen olacaktı.Ne kadar da çok istemişti öğretmen olmayı öğrencileri olacaktı masum öğrencileri.Belki birini sevecek,bir öğretmenle evlenecekti.Artık hayal bile edemiyordu bunları.
Bu geçen aylarda Hakan bir kızı sevmiş,ailesi kızı Hakan’a vermeyince Hakan kızı kaçırmıştı.kız çok güzel ve masum du Hakan’a inanmış onu sevmişti yani hakanın diğer kurbanları gibiydi onlardan tek farkı hakanla evlenmesi olmuş.
Bu masum kız uzun boylu sarı saçlı kahverengi ve iri gözleri olan bir kızdı. Kaçtıkları gece hakan halasının evine sığınmış,olaylar sıcaklığını yitirince eve dönmüşlerdi bu masum kızın adı Esma idi. .Esma günler ilerledikçe hakanın gerçek yüzünü görüyor geçmişini işitiyordu.hakanın yaptıklarını yüzüne vuruyor,kendi içinde vicdan azabı ile boğulan Hakan ise sölenenlere dayanamıyor,bağırıyor çağırıyordu. Bu kavgalar öyle noktalara geliyordu ki Esma korkunç dayaklar yiyordu. Hafize olanlara karışmıyor,zavallı annesi ise onları yatıştırmaya çalışıyordu. Esma dayanamaz isyanlar ederdi. Ancak yapacak hiçbir şey yoktu. Geriye dönemiyordu.
Hakan eski yaşantısına devam ediyor,Esma2yı ailesinin üzerine atıyordu. Bu kavgalar arasında geçen sürede Hakan ile Esma’nın çok güzel bir kızları olmuştu.Adını Senem koydular
.
Senem çok tatlı mini mini bir kızdı. Doğduğunda saçları yoktu bembeyaz bir bebekti.Senem bu evin neşe kaynağı olmuştu.babasını bile düzeltmişti. Halasına umut veriyordu. Hafize Senem’in yanına gelir,onun baş ucuna oturur,onun masumluğunu saatlerce seyrederdi.
Ne kadarda masumdu bu bebek. Onun yanında kendi dertlerinden sıyrılır,içi huzur ile dolardı. Senem ise halasını tanır ona gülücükler yollardı. Bu evde ona en samimi davranan bu bebekti. Yüzüne sahte gülücükler atmayan,onu çıkarsız ,olduğu gibi seven tek varlık buydu. Senem’in dünyaya gelişi ile bütün gözler ona çevrilmiş Hafize bir an olsun unutulmuştu. Artık kimse sivri dilini ona uzatmıyor onu yok sayıyorlardı.Senem bu ailenin mutluluk ve umut kaynağı idi. Hakan bu küçük kız sayesinde babası ile aralarını düzelmişti. Esma kızı ile beraber bambaşka tutunuyordu hayata. El işleri yapıyor,satıyordu. Böylelikle aileye olan yükünü azaltmaya çalışıyordu.
Hafize bu durumdan oldukça memnundu. Kimsenin kendisini rahatsız etmemesine seviniyor kendi kabuğuna çekiliyordu.
Esma zaman zaman Hafize’ye dertlerini anlatır onunla arkadaş olmak isterdi. Hafize herkesten kaçtığı gibi ondanda kaçardı. Esma bir gün cesaretini toplamış,ne zamandır içini kemiren soruyu sormuştu.
-Hafize üniversitede başına ne geldi ?
Hafize suskun bir şekilde oradan ayrıldı. Anlaşılan bu durumdan kurtulamayacaktı. Geçmiş bırakmıyordu peşini.kendi unutsa da insanlar unutmuyordu olanları. Odasına çekildi kendi karanlığında boğulmaya devam etti.
Küçük Senem’e bakmış,onun masumluğunda kendini ezik hissetmişti. Çok güzel görünüyordu küçük yiyeni. Acaba dedi Esma’nın yerinde Pınar olsaydı. Zavallı Pınar. Senem’in yerinde hangi masum bebek olacaktı acaba. Pınar çocuğunu dünyaya getirseydi şimdi ne kadarda büyürdü zavallı yavru. Küçük kız olanladan habersizce gülüyordu halasına. Halasının kendine uzattığı elini sıkıca kavruyor,ona destek veriyordu adeta dayan diyordu. Gözleri pırıl pırıldı bir yıldız misali. Etrafa ışık saçıyordu. Zamanla sarı saçları çıktı. Annanesi altın saçlı kızım diye seviyordu.Senem bu evdeki gönülleri birleştirmişti.
Aradan aylar geçmişti. Olanlar unutulmasa da etkisi eskisi gibi değildi.
Hafize karanlık günlerin, kabus dolu gecelerin ardından biraz olsun hayata tutunmaya çalışıyordu.
Babası kiraz toplama vaktinin geldiğini, yaylaya çıkacaklarını söyledi.
Oralarda kiraz zamanı kiraz işçisi olarak yaylalara kiraz toplamaya çıkılırdı. Bekar oğulları olanlar burada gelin bulurlar, en becerikli kızı seçerlerdi oğullarına. Genç kızlar kendilerini beğendirmek için ellerinden geleni yaparlardı. Kiraz toplama işinin son günü şenlikler yapılır,en güzel, en büyük kirazlar bugün için saklanırdı.
Tüm insanlar davet edilir, bu kalabalık bir meydana toplanırdı.
Genç yaşlı herkes eğlenirdi. Halaylar çekilir, danslar edilir, şarkılar söylenirdi. Yarışmalar yapılır en büyük kiraz sahibine hediye verilirdi.
Bütün hazırlıklar yapılmış ve yapılmış yine o muhteşem yaylaya çıkılmıştı.
Hafize alnında kara lekeyle ilk defa bu kadar güzel bir yere gelmiş, büyük bir kalabalığa karışmıştı.
İnsanlar dikkatli dikkatli bakıyor, fısıltılar gittikçe çoğalıyordu.
Gün geçtikçe olanlara alışmış, bahçenin bir köşesinde kendini saklayacak, dertleriyle baş başa kalacak bir yer bulmuştu. Güzel bir pınar başı idi burası.
Pınar başı muhteşem bir manzaranın içine gömülmüştü adeta. Pınarın buz gibi sularına dokunur,pınarın suyundan kana kana içerdi. Sular toprağı yararak ilerler ağaçlıkta birleşirdi. O kadar berrak bir suyu vardı ki pınarın Hafize bu sularla beraber sonsuzluğa akmak isterdi. Pınar başının bir tarafı ormanlık diğer tarafı kiraz bahçesiydi.O da hayatta yapa yalnızdı anlaşılan. Ormanlık insanı ürpertiyordu. Ağaçların dalları yavaş yavaş sallanır, kuş sesleri garip gelirdi.bu sesler Hafize’nin aklından geçen sesleri bastırmaya yetmezdi. Kendini ürperten bu ormanlığa saatlerce bakardı. Ormanın arasına saklanan kayalık ilgisini çekerdi. Kayalar üst üste yığılmış bir dağ oluşturmuştu. Bu kayalığın üzeri dümdüzdü. Eskiden kadınlar bu kayaların üzerine tarhana sererlerdi .bu sebeple adı tarhana taşı koyulmuştu. annesi anlatmıştı bu hikayeye Hafize’ye .Tarhana taşına çıkar sonsuz manzarayı seyreder, bu uçurumdan kendini bırakmak isterdi.Bunu yapsa yokluğunu kimse fark etmezdi. Kim üzülecek , kim feryat edecekti arkasından? Pınar aklına gelmişti bir anda . Kendini Pınar’dan daha kirli hissediyordu. Arkadaşına herkes üzülmüştü, kendisine kim üzülecekti aceba?
Kiraz toplama işini bitirdikçe bu pınara gider, onun yanı başına oturur, oradan ormanlara mezla ağaçlarına, ağaçtan ağaca sıçrayan sincaplara bakardı.
Bir hafta ücretler alınmış, o gün tatil edilmişti. Her zaman ki gibi Hafize parayı babasına verip, doğruca pınar başına gitmişti. Pınarın berrak sularını toprağı yararak geçtiği oluğu, oluğun içindeki yosunları seyrediyordu. Bir anda bir ayak sesi işitti. Arkasına dönüp bakamadan, omzunda bir el hissetti.
-Merhaba Hafize.
Hafize sese doğru baktı. Sesin sahibini tanımıştı. Kiraz toplayan gençlerden biriydi. Bu genç gözüne takılsa da pek aldırmazdı. Genç, uzun boylu, esmer, yüzünde bir bıçak yarası olan sessiz sakin biriydi.
Hafize:
-Merhaba.
Genç:
-Benim adım Soner. Adını bildiğim için şaşkınsın herhalde. Uzun zamandır sen izliyorum. Bütün hayat hikayeni biliyorum.
Hafize:
-O zaman neden benim yanımdasın? Hayat hikayemi bilenler benden kaçarlar.
Soner:
-Ben bu hikayede yalanların çok fazla, merhametin ise az olduğuna inanıyorum. Bu hikayeyi senden dinlemek isterim.
Hafize bu isteği kırmadı. Bu insana anlatsa kendine hak verecek miydi acaba?
Başından geçenleri uzun uzun anlattı. Sinirlendi, ürperdi, dayanamadı, ağladı ama yine de anlattı.
Artık bu pınar başı ikisinin sığınağı olmuştu. Her gün beraber gelirler; isteklerini, özlemlerini, umutlarını anlatırlardı birbirlerine.
Soner Hafize’den üç yaş büyüktü. Liseyi bitirmiş, sınavı kazanamayınca bir lokanta açmıştı. Şehrin merkezine kurulu olan bu dükkan oldukça iyi para getiriyordu. Soner iyi huylu biri idi. Daha önce ailesin isteği üzerine biri ile nişanlanmış ancak kız ile bir türlü anlaşamamışlardı. Ayrılıkları umduğu gibi olaylı bitmemiş, sessiz sakin olmuştu.
Pınarbaşı Hafize ile Soner’in aşklarının sembolü olmuştu. Artık ikisi de birbirlerini seviyorlar, gelecek planları yapıyorlardı.
Hafize Soner’i her görüşünde yüreği bir kuş misali kanat çırpardı. Elleri tutmaz olur,yüzü kızarırdı. Bir kelime söyleyecek olsa sözcükler birbirine karışırdı.
Seviyordu anlamıştı. Soner’e değer veriyordu.
Onun güzel ahlakını sevmişti. Soner Hafize’nin hayatına giren bir mucizeydi. İkisi de evlenmek, yuva kurmak isteseler de, önlerindeki tek engelin Hafize’nin geçmişi olduğunun farkındaydılar. Soner’in ailesi bu durumu kabul etmemekte direniyordu. Ama ellerinden bir şey gelmiyordu. Soner ailesine karşı çıkmış, annesi oğluna feryat figan etmiş, ancak oğlu dinlememişti.
Sonunda dayanamamışlar gönülsüzde olsa Hafize’yi istemişlerdi. Hafize’nin ailesi seçme şansları olmadığı için Hafize’yi çabucak verdiler.
Hafize ile Soner nişanlanmışlar, çok uzun sürmemiş düğün tarihi alınmıştı. Artık düğün hazırlıkları başlıyordu.
Hafize’nin cefakar annesi kızına kızsa, darılsa da kızı canıydı. Çeyizlerini elleriyle hazırlamış en ağır modellerde danteller örmüştü. Hafize ve Soner’e ev alınmış, eşyaları yerleştirilmişti. Hafize çeyizlerini evine götürmüş, onları evine özenle yerleştirmişti.
Çok güzel küçük bir evleri vardı. Bu güzel küçük evlerinin muhteşem bir bahçesi vardı. Ağaçlar belli bir düzenle dikilmiş, bu ağaçların kokusu bahçeyi sarıyordu adeta. Çiçekler ağaçların arasına harmanlanmış, bahçeye ayrı bir güzellik katmıştı. Bahçenin boş kısmına yiyecek ekeceklerdi. Soner bahçeyle uğraşmayı seviyor, Hafize’ye ağaçları göstererek çocuğumuza şu ağaca salıncak kuracağım diyordu
.ağaçların orta yerinde güzel bir kamelya vardı. Yazları burada misafirleriyle oturup beraberce çaylarını yudumlayacaklardı.
Bahçelerine ikisi de hayranlardı. Kapıdaki sarmaşık gülse eve muhteşem bir görünüm kazandırmıştı. Bu sarmaşıklar o kadar büyümüştü ki yan duvarlardan bahçe demirlerine ulaşmıştı. kapıyı, pencereyi saran yeşil dalların arasındaki pembe güller etrafa gülücükler saçıyordu.
Soner dış kapılarını nazar boncuğu asmıştı. Girişte küçük koridorları, sağ tarafta oturma odaları vardı. Oturma grupları Soner’in isteği üzerine siyah beyaz alınmıştı. Hafize bu durumdan pek hoşlanmasa da Soner’i kıramamıştı.
Küçük bir çocuk odaları vardı. Oda fazlalık eşyalarla doldurulmuştu. Koridorun sonunda yatak odaları pembeye bezenmişti. Aydınlık küçük mutfakları evin en güzel yeriydi. Mutfağın perdeleri annesinin yapmış olduğu dantellerden oluşuyordu. Mutfak dolabına eşyalarını özenle yerleştirmiş, dantellerini yerleştirmişti.
Nihayet düğün günü gelmişti. Hafize sonunda o beyaz gelinliği giymişti. En mutlu günleri idi bugün. Hafize bu mutluluğu hak etmediğini düşünüyor, ne kadar çok sevinse de bir yanı buruk kalıyordu. Ne kadar çabalasa da geçmişini unutamayacağını, geçmişin kendisini asla bırakmayacağını biliyordu.
Beyaz gelinlik Hafize’ye çok yakışmıştı. Siyah saçlarını duvağıyla tutturmuş, saçlarının arasına beyaz bir zambak takmıştı. Yaptığı makyajla zeytin yeşili gözleri ortaya çıkmış etrafa gülücükler saçıyordu. Gelinliğinin eteği uzayıp gidiyor, bir prensesi andırıyordu. Etraftaki insanlar gözlerini bu güzel gelinden ayıramıyordu. Soner’in koluna girmiş gururla yürüyordu.
Hafize ne kadar başı dik olsa da, kocasına güvense onun kendini sevdiğini bilse de yinede içten içe utanıyordu.
Hafize’nin ailesi, o ağza alınmaz kelimeleri sarf edenler vicdana gelmişler, Hafize’yi kutluyorlar, onun adına seviniyorlardı.
Hafize’nin ellerine kınalar yakılmış, halaylar çekilmiş, danslar edilmişti. Ve düğünleri Hafize’nin mutluluk gözyaşlarıyla son bulmuştu.
Hafize evleneli iki yıl olmuş, Soner Hafize’nin bir dediğini iki etmemiş, onu hiç üzmemişti. Bir kere olsun ayıbını yüzüne vurmamıştı.
Hafize ise; çok iyi bir ev hanımı olmuş, kocasının dediklerinin dışına bir kez olsun çıkmamıştı. Tartışmalar, küsmeler uzun sürmez hemencecik barışırlardı.
Hafize bu iki yılın sonunda bir erkek çocuğu dünyaya getirmiş, bu çocuk mutluluklarına mutluluk katmıştı. Soner oğlunun adını babasının ismini koymuş, ailesiyle olan soğukluk giderilmeye çalışılmıştı. Umdukları gibi de olmuştu zaten. Ailesi çocuğu çok sever onu el üstünde tutarlardı.
Hafize çocuğunu ilk kucağına alışında onun kokusunu içine çekmiş, garip bir duyguyla ağlamıştı. Bu bebek kokusu ona hayatın ne kadar değerli ve yaşanılası olduğunu anlatmıştı.
Her şeyden umudunu kesmiş iken en büyük mucizesi Soner ve oğlu idi. Onları çok sevecekti…
Mutlu bir aile kurulmuş, bu mutluluğu oğulları Ahmet taçlandırmıştı. Oğulları Soner’le olan evliliğine bir kat daha huzur vermişti.
Hafize oğlunu kucağına almış onun cennet kokusunu içine çekmişti. Onun minik ve yumuk ellerine dokunmuş, yanağına bir buse kondurmuştu. Gözlerini yavrusunun üzerinde gezdiriyor, ona doyamıyordu. Onun minicik ellerine dokundukça tarifsiz bir heyecan duyuyordu. nasıl bir duyguydu bu tarif edemiyordu. annelik duygusu bu olsa gerekti. Ahmet annesine annelik duygusunu tattırmıştı. Hafize’nin yüreği cıvıl cıvıldı coşuyordu adeta.
Yavrusunu bağrına bastı, onu yüreğinde hissetti. Omuzlarına güvenle yatmış olan Ahmet’e bakıyor, onun mis kokusunu bütün benliğinde hissediyordu.
Hafize’nin yanağından mutluluk gözyaşları
usul usul süzülmüştü. Bu yaşlar mutluluğun en yüce simgesiydi. Bu mahzun damlalar Ahmet içindi.
Bu gözlerden nasıl bir zamanlar hüzün gözyaşları akmışsa mutluluk gözyaşları da akacaktı
Küçük oğulları Ahmet ile mutlu yuvalarının tadını ancak iki yıl çıkarabilmişlerdi. Soner oğlunun kendine baba diyişini doyasıya yaşayamamış,oğlu ile beraber futbol oynayamamışlar,onu tıraşa götürememiş,ona doyamadan hayata veda etmişti.
Bu kısacı iki yıla ne sığdırabilirdi ki Soner. Oğlunu ve karısını çok seviyordu. Oğlu Ahmet tıpkı kendisine benziyor,kendisi gibi yaramazlık yapıyordu. Dişleri çok geç çıkmış,çok erken konuşmaya başlamıştı. Buna rağmen Ahmet’in baba deyişini son günlerinde duyabilmişti.
Ahmet babasını kapıda karşılar yavaş yavaş adımlarla ona doğru yürürdü. Babasının ayaklarına dolanır ondan ilgi beklerdi. Soner onu bağrına basar,havalara atardı. Ahmet babasının bütün yorgunluğunu alır,onun saçlarını çeker,oyun oynamak isterdi.
Soner oğluna doyamadan,ona dair kurduğu hayalleri gerçekleştiremeden bu hayattan gitmişti. Bir gün eve telefon gelmiş Hafize’ye kocasını kalp krizi geçirdiği hastaneye kaldırıldığı söylenmişti.
Hafize Ahmet’i komşuya bırakmış, koşar adımlar ile bir araba bulmuş hastaneye gitmişti.
Ne yazık ki Hafize iyi haberlerle karşılanmamış kısa bir süre sonra Soner’in ölüm haberini almıştı. Olanlar karşısında yıkılmış akrabaların yardımıyla Soner’in cenazesi kaldırılmıştı ve Ahmet ile Hafize hayatta tek başlarına kalmışlardı. Ahmet ile Hafize bomboş bir arazinin ortasında kurumuş bir ağaç gibiydiler. Kimselerin uğramadığı bir yerde kurumuş bir ağaç. Hayata tutunmak için yağmuru bekleyen bir ağaç.
Hafize acıların belki de en büyüklerinden birini yaşamış hayatında tek güvendiği tek tutunduğu dalı kaybetmişti. Soner’in ölümü onu kahretmiş,onunla beraber toprağa girmişti adeta. Her gün Soner’in mezarına gider,dualar okur,için için ağlardı. Soner’in yastığını koklar, kıyafetlerine dokunur feryatlar ederdi. Bu zor günlerinde annesi hep yanında olmuş, kızı ile beraber yas tutmuş,ağıtlar ağlamıştı. Annesi Ahmet’le ilgilenir kızını teselli ederdi. Ahmet ise olanlardan habersiz kendi dünyasındaydı. Annesinden ilgi bekler bulamayınca küserdi. Bulamağı ilgiyi anneannesi vermeye çalışırdı Ahmet’e.
Hafize yavrusuna baktıkça yüreği parça parça olurdu. Ancak tek sığındığı limanı da Ahmet’ti. Hafize Ahmet’e:
-yavrum Ahmet’im baban yok artık.
Derdi.
Ahmet söylenenleri anlamaz sadece baba kelimesini bilerek baba derdi.
Bu berbat günlerin acısını yüreğine gömen hafize oğlu ile beraber hayata tutunma mücadelesine başlamıştı.
Soner’in ailesi Hafize en büyük vicdansızlığı yapmak istemişlerdi. Hafize’den biricik yavrusu Ahmet’i almak istemişlerdi. Hafize tıpkı bir şahin gibi kanatlarını yavrusunun üzerine sermiş, ona dokunmak isteyene en vahşi şekilde saldırıyordu. Soner’i kaybeden hafize tek yaşam kaynağı Ahmet’i, Soner’in yadigarını, kaybetmek istemiyordu. Ahmeti Hafize’den alamayan aile bu masum aileye en acımasız şekilde davranmış, anne oğlun başlarını soktukları,acı tatlı günlerini geçirdikleri evlerini almaya kalkmışlardı. Bütün olanlar karşısında güçsüz düşen hafize daha fazla direnememiş evlerini aileye teslim etmek zorunda kalmıştı.
Bütün bu vicdansızlıkları yapan aile Hafize ye en acı silahlarla saldırmışlar,onu paramparça etmişlerdi. Hafize hak etmediği sözleri işitmişti. Hafize büyük acısı ile beraber baba evine ikinci kez dönüyordu.
Hafize ile Ahmet Soner’in hatıra ile son kez vedalaşıyorlardı. Hafize Soner’in kazağını eline almış hıçkırıklarla feryat ediyordu. Soner’in elleriyle diktiği bahçeye baktı Hafize son kez. Fidanlar büyümüş en güzel çağlarını yaşıyorlardı. Oysa dün dikmişti Soner onları özenle. Soner onları özenle sular üzerlerine titrerdi. Hafize’nin gözeleri Soner’in gösterdiği ağaca takılmıştı. O ağaca salıncak kurup Ahmet’i sallayacaklardı. Nasip olmamıştı ne yazık ki. Ne kadar çok isterdi Ahmet’in babasının diktiği ağaçlar arasında oynamasını. Onun meyvelerinden yemesini. Ama olmayacaktı.
Eşyalarına toplamışlar baba evine dönmüşlerdi. Ama Ahmet babasını kaybetti gibi babasının hatıralarını da kaybetmişti.
Hafize baba evinde ilk gelişinin aksine iyi karşılanmış, ona destek olunmaya çalışılmıştı. Burası her ne kadar babasının evi olsa da kendi evinin verdiği huzuru vermiyordu. Babası kızının eve döndüğü gün ömründe yapmadığını yapmış, kızına sarılmış onun saçlarını okşamıştı. Hafize bu şevkate ne zamandır muhtaç olduğunun bilincinde olarak kendini babasının sağlam omuzlarına yaslamış göz yaşlarına boğulmuş içindeki acıya böylelikle serbest bırakmıştı. Kalpsiz Hakan bile kardeşine üzülmüş gözlerinden gelen yaşlara engel olamamışı. Düğün hazırlıkları yapan abisi Halim ise Hafize’ye kanat germiş onun bütün ihtiyaçlarını karşılamakla beraber ona istediği şevkati göstermişti
. Hafize ummadığı bu şevkat seli karşısında ezilmişti. Ne kadar kötü günler yaşasalar da birbirlerini bırakamıyordu. Zor durumlarda sığınacakları limanlarıydı burası.
Hakan Hafize’ye pek yaklaşmasa da Ahmet’i çok seviyor onu kızından ayırmıyordu. Ahmet’i alıyor parka götürüyor, ona babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışıyordu.
O güzel günler ne kadar da çabuk geçmişti.Soner’i özlüyordu. Evini özlüyordu. Ama yapacak bir şeyi yoktu. Her zaman ki gibi kaderine razı olmuştu.
Hafize annesinden bir haber almış ne hissedeceğini bilememişti.
Yakupf, hayatını kirleten adam kızını kaybetmişti. Çocuk bir hastalığa yakalanmış, çaresi bulunamamış, acılar içinde hayata gözlerini yummuştu. Yakup en ağır acıyı yaşamış, bununla kalmayan ızdırabı karısının küçük çocuğunu alıp evi terketmesiyle devam etmişti. Çaresiz ve yalnız kalan Yakup işini bırakmış berbat bir şekilde dolaşıyormuş.
Annesi:
-ya işte ne demişler alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste demişler onu o hale getiren senin ahın kızım.
Hafize olanlara şaşırmış, küçük kıza üzülmüştü. Yakupf’a ise az buluyordu bu ızdırabı. İçinden ben kimin ahını aldım diye geçirdi.
Yıllar önce önünden koşar adımlarla okula, dershaneye gittiği bahçe karşısındaydı. Ona bakar eski günleri hatırlardı. Hafize’nin hayatında her şey değişirken bahçe olduğu yerde bütün ihtişamıyla duruyordu. Keşke onun gibi olabilseydi. Hala güzel kokular yükseliyordu bu bahçeden, hala çiçekler rengarenk açıyordu. Ahmet’e babasının hazırladığı bahçede kuramadıkları salıncağı bu bahçeye kurmuşlardı. Ahmet bir portakal ağacının kalın dallarına kurulu salıncakta saatlerce sallanırdı. Senem Ahmet’i sallar, zaman zaman kavgalar yükselirdi bu bahçeden. Hafize çocukları bahane eder, bahçenin bir kenarına oturur, bahçenin doyumsuz ferahlığını hissederdi. Limon çiçeklerinin kokusuyla karanfillerin kokusu gelen rüzgarla birleşir, insanı başka alemlere götürürdü.
Dökülen yapraklar sararmış, kurumuş, üzerine bastıkça garip sesler çıkarıyordu.bu sesler bile insana huzur veriyordu. Bu güzelliğin içinde Ahmet ile Senem’in bağırmalarını, oynamalarını, seyretmek mutlu ediyordu Hafize’yi.
Bu bahçenin tam karşısında oturan akrabaları Hüseyin Hafize’yi uzun uzun süzerdi. Hafize bu olanlara anlam veremez, onun bu hareketlerine kızardı.
Bir zamanlar çok yalvarmıştı Hüseyin Hafize’ye o talihsizlikten sonra ona alaylı alaylı gülmüştü. O günden buyana görmemişti Hafize Hüseyin’i.
Hüseyin çok güzel bir işe girmiş ailesine o bakıyordu. Hiç kimseyle evlenmemiş, bir kere nişanlanmışsa da ayrılmıştı. Zaman Hüseyin’i de değiştirmişti anlaşılan . eski Hüseyin olsa bakışlarıyla Hafize’yi ezer, onu perişan ederdi. Oysa o bakışlarda şefkat gizliydi. Hafize bu bakışlara karşılık vermez, Soner’in hatıralarıyla boğulur, Soner’i unutmak istemezdi.
Hüseyin’de eskiden kalan duygular yeniden canlanıyordu. Eski tutkusu yeniden hayat buluyordu.
Hafize Hüseyi’in bakışları altında ezilirdi. Mahallede laf çıkmasın diye aradan uzaklaşır, evden dahi çıkmazdı. Anlamıştı Hüseyin yine aşıktı Hafize’ye.
Seneler neleri götürmüştü ondan. Keşkeleri yoktu ama pişmanlikları vardı. Düşünüyordu da Hüseyin’e evet deseydi neler değişirdi hayatında. Belkide hayatının kara lekesi olmayacak , üniversiteyi bitirecek, şimdi öğretmen olacaktı. Ama olmamıştı. Bütün bunlar olmasaydı.
Soner ile Ahmet olmayacaktı hayatında . onlar hayatın kendine sunduğu hediye idiler. Onlar olmasa nasıl yaşardı Hafize.
Düşündü de hayatından memnundu onlar hayatının en önemli varlıklarıydı.şimdi Soner hayatında olmasada hatıraları hep olacaktı. Ahmet ise hayatında hep olacak onu babası gibi onulu biri olarak yetiştireceklerdi.
Soner’in yokluğuna baba evine döneli daha da alışmıştı.ilk önceleri onu işe gitti olarak düşünmüş , onun gelişini hayal etmişti. Bu hayallerle kendini bir süre kandırmıştı. Sonra gerçeği yavaş yavaş kabul etmişti.
Soner , karanlığa ışık tutan adam , karanlık kuyulardan Hafize’nin ellerini sıkıca kavrayan insan,Hafize’ye hayata gülmesini öğreten insan , yaşamasını öğreten insan Hafize ‘ye sevmeyi tattıran insan. Hafize’ye kötü gözler ortasından iyi bakan insandı. Soner Hafize’yi hiç kırmamış, incitmemişti.
Hafize :
_Soner seni asla unutmayacağım.
Günler geçmiş, Hafize’ye görücüler gelmeye başlamıştı. Hepsi de yaşlı başlı insanlardı.
Hafize her şeyi yaşamış bir kişi olarak insanların kendine bu kadar hoşgörüsüz davranmalarına kızıyordu. Bu yaşlı adamların hepsi de karılarını kaybetmişler, çocukları olan insanlardı. Nasıl kabul ederdi bütün bunları Hafize. anlaşılan bütün bu olanlara da alışması gerekiyordu.
Bir yandan acısı yüreğinin derinliklerini sızlatırken, diğer taraftan bu insanlarla uğraşması onu sinirlendiriyordu. Bazı anlar oluyordu ki bu insanlar onun üzerine geliyor, ısrar ediyorlardı. O zamanlar boğuluyor, haykırmak istiyordu. Tıpkı yumurtadan çıkan civciv gibi kabuğunu yarıp hayat ile kucaklaşmak istiyordu.
Ahmet büyümeye başlamıştı artık ayaklarının üzerine sağlam basıyor, güzel konuşuyordu.
Hüseyin Ahmet’i gördükçe ona samimi davranıyor, onu seviyor , beraber top oynuyorlardı. Hafize bütün bu olanlardan rahatsız olsada sesini çıkaramıyordu.
Ahmet Hüseyin’e o kadar bağlanmıştı ki iş dönüşlerini sabırsızlıkla bekliyor, Hafize ne kadar kızsa da annesini dinlemiyordu. Hüseyin’i görünce onun boynuna atılıyor , onu öpüyordu. Hüseyin Ahmet’e oyuncaklar alıyor, onun mutlu olması için elinden geleni yapıyodu. Aralarındaki bağ gittikçe sağlamlaşıyordu.
Hafize de yengesi Esma gibi el işlerine başlamış , ev ihtiyaçlarını karşılıyordu. Zamanla çok güzel el işlerini öğrenmiş, iyi müşteriler bularak bu el işlerini şehir dışına göndermişti.
Babası gelen görücülere kızıyor olsa da onların önünü alamıyordu. Hafize gibi bütün aile de bu olanları kaldıramıyordu. Hakan bu kişileri kırıyor, kovmaktan beter ediyordu. Hafize ailesine bu konuda destek veriyordu.
Aile kalabalıklaşınca ev bu kişileri almaz olmuştu. Babası evi büyütmeye karar vermişti. Ev öyle bir hal almıştı ki evin hanımları toparlamakta güçlük çekiyorlardı. Hafize annesine elinden geldiği kadar yardım etse de istenilen düzen sağlanamıyordu. Bu sebeplerden tadirat hemen başlamıştı. Bu süreçte evin tadirat işlerinde babasına Hüseyin yardım ediyordu. Hafize’nin babası inşaat ustasıydı ve evinim işlerini kendisi yapardı. Babasına da işten arta kalan zamanlarında Hüseyin yardım edecekti.
Hüseyin işten çıkar çıkmaz koşa koşa gelir işe koyulurdu. Babası ona övgüler yağdırırdı. Hafize Hüseyin’in kendine yakın olmasını istemiyor, onun gitmesi için türlü bahaneler uyduruyordu.Bu konuda elinden geleni yapsa da bunu başaramıyordu.
Hüseyin’in bu ilgisi çevredeki insanların dikkatini çekmiş, kısa zamanda dedikodular çıkmıştı. İnsanlar olayları o kadar abartıyorlardı ki Hafize dahi duyduklarına inanacak gibi oluyordu. Bütün aile duydukları karşısında sinirleniyor, kulaklarına gelen laflar arttıkça Hafize’ye yükleniyorlardı. Hafize bir kez daha mahsumluğunun bedelini ödüyordu. Mahallede sesler artıkça evdeki çığlıklar da artardı. Hakan sinirlerine hakim olamıyor Hafize’nin üzerine yürüyordu.
Hakan bu olanlara dayanamamış bir gün Hüseyin’in üzerine yürümüş, onu dövmüştü. Hüseyin ise bu konu hakkında sesini çıkarmamıştı.
Hüseyin bu olanların kendi hatası olduğunu biliyor, olanlardan dolayı utanıyordu. Ama duygularına söz geçiremiyordu. Sonunda Hüseyin Hafize’yi istemişti.
Hafize Hüseyin’in bu girişimi üzerine sessizliğini çığlığa dönüştürmüştü. İsyanlar etmişti. Ailesi onun bu isyanını bastırmak istese de başaramıyorlardı. Hafize olanlara katlanamamış bir gün Hüseyin’e:
_defoool! Her şey senin yüzünden oluyor. Artık oğlumun yüzüne bakamaz oldum. Dedikoduları haklı çıkarıyorsun adeta. Nedir benim çektiklerim? Ben daha kocamın acısını unutamadım sizin yaptıklarınıza bakın.
Diye bağırıyor, ağlıyordu.
Hüseyin bir cevap verememiş oradan ayrılmak zorunda kalmıştı.
Hüseyin Hafize ne söylerse söylesin onunla evlenmek istiyor, Ahmet’e sahip çıkmak istiyordu.
Ailesi Hafize’ye Hüseyin konusunda baskı yapıyorlar onunla evlenmesini istiyorlardı.
Babası:
_nesi var oğlanın, gül gibi çocuk. Evlen de şu dedikodular kesilsin bari. Hem seni kim alacak? yaşlı birine varana kadar şu gencecik oğlanla evlen.
Hafize:
_olmaz baba bana bu konularda baskı yapmayın.
Baba:
_kızım kocan öleli iki yıl oldu. Artık onu unut. hem Ahmet’i de kabul ediyor daha ne istiyorsun? Evlen erkenden yuvanı kur.
Hafize:
_istemiyorum baba.
_kızım sen başımızın tacısın ama birgün ölür gideriz ozaman yapayalnız kalırsın öylesimi şididen yuvanı kur.
Hafize:
_baba sen neler söylüyorsun ? ben kimse ile evlenmek istemiyorum. Bu dedikodu yüzünden hayatımı değiştiremem bir gün onlar da bıkarlar bu laflardan. Ben oğlumla yaşamak istiyorum onu kimselerin eline veremem.
Diyordu.
Ailesine söz geçiremese de Hüseyini durdurabilmişti.hüseyin bir süre sesizliğe gömülmüştü.
Bütün bu olayların etkisinden sıyrılmak isteyen Hafize köylerine gitmişti. köylerinde babaannesi ve amcası vardı. Babaannesi Hafize’yi çok severdi. Bu kadının yaşı oldukça ileri olmasına rağmen hafızası yerinde idi.hafize2yi konuşturur, onun dertlerini hafifletmeye çalışırdı. Bu kadın beyaz ve kırışık derilerinin yumuşaklığı ile Hafize’nin saçlarını okşardı. Ahmet köyde o kadar özgürce davranıyordu ki sokaktan eve gelmiyordu. Amcasının karısı Hafize’ye tepkili davransa da ona iyi davranırdı.
Hafize köy hayatını eskiden beri çok severlerdi. Köydeki evleri ormanlığın
Ortasında kalmış küçük bir evdi. Ormanın doyumsuz kokusunu içine çeker içi rahatlardı. Babaannesinin biraz yukarısında kendi evleri vardı. Babası çocuklarını okutabilmek için burasını bırakmak zorunda kalmıştı. Bu isteği ne yazık ki gerçekleşmemişti. Hafize bu eski evlerine gider , bertaraf olmuş bahçenin çimlerinin üzerine otururdu. Hafize’nin çocukluğu bu köyde geçmişti. Bembeyaz bir kuzuları vardı. Hakan bu kuzuyu çok severdi. Onu yanından ayırmazdı. Hafize bu kuzu için Hakan ile kavgalar ederdi. Hafize bahçedeki çimlerin üzerine oturur, papatyalar toplar, onlardan taçlar yapardı kendine küçük elleriyle. Çiçekler arasında menevşeyi çok severdi aksine o da çalılıkların arasında biterdi. Hafize’nin çocukluğu da gençliği gibi yapayalnız geçmişti. Kendi yaşlarında bir arkadaşı olmamıştı. çok iyi hatırlıyordu az ilerisinde duran dut ağacının altını ağabeyi Halim ile oralarda az çerçi beklememişlerdi. Çerçi gelirken çığlık çığlığa koşarlardı ona doğru. Aldıkları yiyecekleri çocukça akıllarıyla paylaşamazlardı. Halim yolda küçük kardeşine olmadık eziyetler yapar onu ağlatmayı başarırdı. Hafize bir keresinde hasta olmuş doktora gitmekistemeyince babası gönlünü etmek için ona çok güzel bir bebek almıştı. Hatırladı da o bebekle şu çimlerin üzerinde az oynamamıştı. Çok sessiz bir kız olduğunu hatırlıyordu. Kendinin aksine Hakan olmadık yaramazlıklar yapar , Hafize’yi durduk yerde ağlatırdı. Bir keresinde Hafize’nin elini kapıya kısıktırmıştı.
Bu hatıralarla kendinden geçen Hafize oğlunun sesiyle gerçek hayatla kucaklaşmıştı. Ahmet bağırarak annesini çağırıyordu.
Hafize:
_ ne var oğlum? Geliyorum.
Ahmet:
_ anne Nisa beni dövüyor.
Anlaşılan yine kavga vardı. Ahmet büyüdükçe yaramazlaşıyor, kimseyle anlaşamıyordu.
Babaannesi hafize’nin Hüseyin ile evlenmesini istiyordu. Onun ilgili bütün güzel şeyleri anlatıyor, sözleri dolaştırıyor yine ona getiriyordu. Ama isteğini bir türlü açıkça söyleyemiyordu.
Amcasının karısı Hafize’yi çağırır, ondan ev işlerinde yardım isterdi. Hafize ev işlerine bakar yengesi ise hayvanlarla ilgilenirdi.
Hafize oldu olası hayvanlardan korkardı ve bu korku hala devam ediyordu. İnekler yolda giderken kendisinin o yoldan gitmesi imkansızdı. Yengesi geçirirdi Hafize’yi gideceği yere kadar. En çok ta köpeklerden korkardı. Hatta bir keresinde köyde kalırken komşuları Hoca Emmi’nin hindileri onu kovalamıştı. Çığlık çığlığa eve gelişini hatırlıyordu. O olaydan sonra evdekiler onunla alay ederlerdi.
Hüseyin’in bir süre sesi çıkmasa da fazla dayanamamış , Hafize’nin arkasından köye gelmişti. Akraba olduklarından pek bir sorun yaşanmıyordu. Herkes bu durumu kabullenmiş son söz Hafize’ye bırakılmıştı.
Hüseyin onu takip ediyor onunla konuşmak için elinden geleni yapıyordu. Ailesinin bu olanlara göz yummasına Hafize’nin canı sıkılıyordu. Hüseyin’in bu laftan anlamaz tavrına kızıyor onu her seferinde tersliyordu. Hüseyin birgün:
_Hafize böyle yapma bir kere beni dinle konuşalım. Seni ne zamandır seviyorum bunu sende biliyorsun ne olurdu bana evet desen?
HAFİZE:
_Sen ne sevgisinden bahsediyorsun , ben kimseyle evlenemem. Yol yakınken git kendine başka birini bul . ben senin dengin değilim başıma gelmeyen kalmadı kendine uygun birini bulacağına eminim .
_Hüseyin:
_Ben senden başkasıyla yapamam, Ahmet’i dert ediyorsan onu ben zaten kabul ediyorum. İnan kendi çocuğum olursa onu kendi çocuğumdan ayırmam.
Hafize:
_Ben oğlumu kimselerin ellerine veremem. Üstelik acılarım hala taze.
Hüseyin ısrar ediyor ondan bir söz almak istiyordu. Onu bırakmıyordu.
Hüseyin:
-ne olur düşüneceğini söyle bari böyle kestirip atma. Sadece bir kere düşün.
Hafize onun ısrarına dayanamamış düşüneceğine söz vermişti.
Önce bu sözü Hüseyin’in kendini rahat bırakması için söylese de bu düşünmeyi gerçekten yapmıştı. Ailesi onu çok seviyorlardı, oğlu da aynı şekilde idi. Bir kere de insanlara güvenmek istiyordu. Ahmet’e sığınacak bir liman arıyordu. Şimdi onu çok sevmese de ona zamanla ısınacaktı kim bilir beklide sevecekti. Bunu oğlu Ahmet için ailesi için yapıyordu.
Hüseyin’e evet diyecekti…
SON
Elif ABİLMEZ
1001110031 _ PDR(İ.Ö.)
Hafize güzel günlerden, sevmekten, mutlu yarınlardan kısacası her şeyden umudunu kesmiş iken nasıl umutlarını tüketen olay bir anda gelişmişse hayata tekrar tutunmasını sağlayan mucize de bir anda gerçekleşmişti.
Aynanın karşısına geçmiş siyah saçlarını tarıyordu. İçinden bugün saçlarımı toplasam mı? diye geçirdi. Saçlarını omuzlarına döktü, göz kalemini gözlerine özenle çekti. Kalemi yine taşırmıştı, fazlalıklarını mendille sildi. Kendine baştan aşağı iyice bir baktı. Aynadaki görüntüsüne bir gülücük yolladı. Merdivenlerden hızlı adımlarla indi, dolabın üzerindeki kitaplarını alarak annesine:
-Anne ben gidiyorum.
Annesi:
-Güle güle kızım.
Dışarı adımını atar atmaz ruhu yine o doyulmaz gül kokularını hissetti. Bu kokular komşularının bahçelerinden geliyordu. Bahçeye girse çıkmak istemeyecekti biliyordu. Her zaman bu bahçeyi uzaktan hayran hayran seyreder, gül kokularını içine çekerdi. Toprağın kokusuysa; başka alemlere götürüyordu onu. Bahçenin yanına yaklaştıkça limon ağaçlarının çiçeklerini, gonca gülleri, aşk merdivenini, karanfil ve binlerce çeşit çiçeği gördü. Bunların oluşturduğu cenneti doyasıya yaşamak istedi ama gitmek zorundaydı.
Gül cennetini geride bırakmış hızlı adımlarla yürüyordu. Bir anda bir ses işitti.
-Hafize.
Tanımıştı sesi. Gül teyze idi.
İçinden “-yakalandım bugün ne dedikodu var acaba mahallede?” dedi.
Hafize:
-Efendim Gül teyze.
Gül:
-Kızım duydun mu? Bizim çamaşırcı Fatma’nın kızı okula gidiyorum diye bir oğlanla kaçmış. Babası adam tutmuş oğlanı dövdürmüş. Kızı da eve kapatmışlar, ağabeyleri kızı hastanelik etmiş, hastanede bizim Ahmet görmüş. Olayı herkesten saklıyorlar. Kadın bir haftadır dükkanda yok.
Hafize:
-Haberim yok Gül teyze. Şimdi acelem var. Görüşürüz.
Kadının lafını ağzına tıkamış, koşar adımlarla ilerliyordu. Kendi kendine kızıyordu. Bu kadına yakalanmamak için yol bile değiştirmişti. Her zaman ki dolmuş beklediği bakkalın önüne ulaşmış, sağı solu kolaçan ediyordu.
Gözüne birden bakkalın önünde oynayan kız çocuğu ilişti. Her zaman görürdü bu çocuğu.. aynı yerde, aynı perişanlıkta oynuyordu.
Annesi de anlatmıştı bu kız çocuğunun hikayesini.
“kızım bizim bakkal Hacı’nın çocuğu olmamış, bu kızda bir fakirin çocuğuymuş. Ailesi bakamamış, bizim Hacı da kızın babasının eline üç beş kuruş sıkıştırmış almış çocuğu.
Zavallı yavrucak Hacı yemez yedirir, giymez giydirir. Bir dediğini iki etmez, ellerliyle yemekler yapar çocuğa. Aksine karısı çocuğu iter kakar, onunla ilgilenmez daha ‘kızım’ dediği duyulmamıştır.”
Annesinin anlattıkları aklına geldi de daha da üzüldü kızın haline…
Küçüğün elinde bir kraker kimini yiyor, kimini saçıyordu.
Bakkaldan kadın:
-Kız içeri gir. Ezileceksin.
Hafize çocuğa yaklaştı.
-Merhaba güzelim. Senin adın ne bakalım?
Küçük:
-Fatma, abla.
Kadın dükkandan Hafize’ye öyle bir bakış fırlattı ki daha fazla bir şey diyemedi Hafize çocuğa. Gelen dolmuşa kendini attı. Aklıyla beraber gözleri de kalmıştı Fatma’da.
Fatma, hüzün bir o kadarda umut dolu gözlerle Hafize ablasını uğurlamıştı. Onun kim olduğunu bile bilmeden.
Hafize doluştan inmiş dershaneye koşar adımlarla ilerlemişti. Derse çok az bir zaman kamıştı. Hafize sınıfın gözde öğrencilerindendi. Arkadaşları Hafize’ye dostça davransalar da içten içe sinsice kıskanırlardı onu. Hafize ise kimseye karışmaz, herkese karşı hoşgörülü davranır, kimseyi kırmak istemezdi. Öğretmenlerin gözüne kısa zamanda girmiş, bilgisiyle olduğu kadar terbiyesiyle de dikkat çekiyordu.
Babası kıt kanaat geçinen bir insan olmasına bakmadan kızı için elinden geleni yapmış, onu gücünün yettiği yere kadar okutmaya çalışıyordu. Oğullarını okutmak istemiş onlarda umduğunu bulamayınca Hafize’ye yönelmişti. Kızı ne isterse onu yapıyordu. Annesi ise kızının üzerine titriyor; onu nadide bir çiçek gibi büyütüyordu. Kötü gözlerden kötü dillerden uzak tutuyor, ailelerine yakışır bir şekilde büyütüyordu.
Hafize sıraya narin bir şekilde oturdu. İntegral konusunun yarım kalan testlerini çözüyordu. Ömer hoca sınıfa girdi. Sınava 10 günlerinin kaldığını ve daha ağırlıklı çalışmaları gerektiğini söyledi.
Hafize bu 10 günü çok iyi değerlendirmek, istediği bölüme gitmek istiyordu.
Arkadaşı Pınar’la eve yürüyerek dönmeye karar verdiler. Derslerden çok bunalmışlardı. Biraz nefes almak, insanları seyretmek, yeni yağan yağmurun toprağı nasıl ıslattığını seyretmek, toprağın o eşsiz kokusunu hissetmek istediler.
Pınar iyi niyetli, saf bir kızdı. çokta güzeldi. Siyah uzun saçları, uzun kıvrık kirpikleri, iri ve renkli gözleri olan bir kızdı. Pınar geçmişte büyük hatlar yapmış ve bu hataların bedelini ruhunda en acı fırtınalarla ödüyordu. Bir gençle birlikte olduğunu, ondan çocuk beklediğini ailesinin yüzüne bakmaya utandığını söylüyordu. Bu kötü adamın kızın hayatını nasıl kararttığının en yakın şahidiydi Hafize. Pınar gencin adını söyleyemez onu çok sevdiğini ancak oğlanın kendini kandırdığını söylerdi.
Hafize ise Pınar’a destek olmaya çalışır bu kızı umutsuz bir şekilde teselli ederdi. Pınar’a içten içe kızar bir o kadarda ona acırdı.
Yeni yağmış yağmur toprağı ferahlatmış, ortalığa müthiş bir koku yaymıştı. Arkasından açan güneş ise insana huzur veriyordu. Bu güzellik yolların uzunluğunu hissettirmiyor, iki arkadaş bu güzelliklerin arasında kayboluyorlardı.
Pınar yolda Hafize’ den ayrılmış her ikisi de evlerinin yollarını ayrı ayrı tutmuşlardı.
Hafize evden içeri girer girmez mis gibi tarhana kokusuyla karşılandı. Annesi kızını gördü ve:
-Hoş geldin kızım.
Hafize:
-Hoş bulduk anne.
Annesi:
-Yemek hazır yavrum, hemen üzerini değiştir sofraya gel.
Akşam yemekte bütün aile toplanmıştı. Sessiz sakin bir şekilde yemekler yendi. Genelde de öyle olurdu da zaten ama bazı günler baba küçük oğulları Hakan’ın yaptıklarına dayanamaz bağır çağırırdı. Hakan kötü arkadaşlarının kurbanı olmuş her geçen gün ahlaksızlığı benimsemişti. Babasına karşı seslenmez, bildiğini yapardı. Bazen bu kavgalar doruk noktasına ulaşır,
Hafize bir köşeye çekilir, gözlerini bir noktada dondururdu. Ne zaman ki hayat normale döner, gözleri yeniden hayat bulurdu.
Ağabeyine içten içe acırdı. Hakan iyi yürekli bir çocuktu aslında. Ama gittikçe bir batağa sürükleniyordu. Kendi de bunun farkındaydı, değiştiremiyordu olanları. Hakan sinirli, hareketli, alçak biri iken, büyük ağabeyleri Halim ise; tam tersi sessiz sakin huzur dolu bir insandı. Bu iki erkek zıt karakterli oldukları için kavgalar kaçınılmaz olur ama bu kavgaları fazla uzatmazlardı.
Nihayet sınav günü gelmişti. Annesi en güzel kahvaltıyı o gün hazırlamış, sınava kızını dualarla yollamıştı.
Hafize uzun bir süre sınav sonucunu beklemiş, sonuçta beklemesine değmişti. Dersanede dereceye girmiş, en güzel dilekleri, tebrikleri almıştı.
Bu kadarını da ummayan Hafize sevinçle şaşkınlığı bir arada yaşıyordu. Giresun sınıf öğretmenliği bölümünü kazanmıştı.
Nihayet kayıt günü gelmişti. Bütün evraklarını hazırladı. Hatta gerekmeyeni yanına aldı.
Babasıyla beraber gideceklerdi. Yüreği yerinden çıkacak gibiydi.Hem heyecanlanıyor hem de
Bu kadar uzun yolculuğa çıkacağı için içi sıkılıyordu.
Akşamdan hazırlanan çantalar arabaya oyuldu. Ütülenen kıyafetleri babasına götürdü.
Kendiside önceden hazırladığı kıyafetlerini giyindi. Saçlarını taradı, dişlerini fırçaladı, yüzüne gözüne bir şeyler sürdü. Yiyecek çantasını aldılar ve yolculuğa başladılar.
Giresun otobüsüne binmeleri uzun sürmemiş yolculuğun asıl yorucu kısmı başlamıştı.
Yol boyunca garip duygularla cebelleşen Hafize’ nin tek cesareti babasıydı. Ara sıra babasına bakar burnunun direği sızlardı. Babasını çok severdi. Ona hiç kıyamazdı. Bazen sonu gelmez istekler geçerdi içinden ancak babasını düşünmesi bu isteklerin sönüp gitmesine yeterdi.
En son on yaşında binmişti bu kadar büyük bir otobüse. Hiç yolu düşmemişti ki büyük şehirlere. Oturdukları yer ortalarda bir yerlerdi. Görebildikleri kadar seyrediyorlardı etrafı. Karanlık basınca uykuya dalmak zorunda kaldılar.
Kimileri uykunun derinliklerine gömülmüş horlamaya başlamışlardı bile. Hafize uyuyamıyor, gözleri kapalı öylece düşünüyordu. Kafası bazen babasının omuzlarına düşüyor, kalbini bir sızı kaplıyordu. Bu ne kadar büyük bir acıydı ki kalbini yakıyordu. Birbirlerinin yabancısıydılar, ne olurdu babasına sarılsa, yanaklarından öpebilseydi. Ama yapamıyor, kahrolası bir şeyler engelliyordu Hafize’yi.
Kalbi kanaya kanaya düşünüyordu. İkinci gelişi ne kadarda acı olacaktı kim bilir. Saatler birbirini kovalamış Hafize’nin gözlerine bir türlü uyku girmemişti.
Sabahın ilk saatleriyle Karadeniz kendini göstermeye başlamıştı. Eşsiz ormanlarıyla, muhteşem deniziyle Hafize’yi kendine hayran bırakmıştı. Televizyonda gördüklerinden çok farklı gelmişti Karadeniz. Fındık ağaçlarını ilk defa görüyordu. Zaman zaman tahta evlere rastlıyor, bu tahta evlerin şehrin beton yapılarının aralarına gömülüşünü hayran bir şekilde izliyordu. Az sonra deniz göründü. Suları da ismi gibi karaydı bu denizin. Denizin ilerisine baktıkça deniz ile gök birleşiyor, bir sonsuzluğu andırıyorlardı.
Hafize Karadeniz’i seyrederken elindeki çayı da yavaş yavaş yudumluyordu. Çevredeki insanlar uyanmış sessizliğin tılsımı bozulmuştu. Denize baktıkça ruhu coşuyordu. Artık dört yılı bu denizin kıyısında geçecekti. Buna kendini hazırlamalıydı.
Artık üniversite kapısına ulaşmasına az kalmıştı. Heyecanı gittikçe katlanıyordu.
Hafize :
-baba şimdi ben tek başıma nasıl kaydolacağım? Ya bir şeyler eksikse.
Babası:
-korkma kızım her şeyin tamam. Hem sadece sen misin kaydolan? Binlerce öğrenci var senin gibi.
Uzun bir on sekiz saatin ardından uyuşuk ayaklarla Giresun’a indiler. Bir dolmuş bulup üniversiteye doğru yola çıktılar. Babası dolmuşçuya:
-kardeş bizim kız burayı kazandı. Kayıt için geldik. Buraların insanları nasıldır?
Şoför:
-nerelisin?
Baba:
-Osmaniyeliyiz kardeş.
Şoför:
-Bilirim oraları. Bizim insanımızın gözü gönlü açıktır. Herkesi kabul ederler, sizin oralarsa bizim insanımızı bağrına basmaz, yadırgarlar.
Baba-kız beklemedikleri bu sözler karşısında şaşırmışlar bir o kadarda üzülmüşlerdi. Memleketleri hakkında böyle düşünülmesi hiç hoşlarına gitmemiş böyle bir şeyi ilk defa duymuşlardı. Ancak şoföre de söyleyecek bir şey bulamadılar.
Üniversitenin kapısına iner inmez her taraftan Hafize’nin eline birer kağıt tutuşturuldu. Hafize bir anda elinde bir tomar kağıdın biriktiğini farketti.
Üniversite artık Hafize’nin karşısındaydı.Hayalleri artık gerçek olacaktı.En güzel günlerinin, belki de en acı günlerinin geçeceği o küçük bahçeden ilerlemişlerdi.Okulun olduğu yer küçük, sessiz ve sakin bir yerdi.Bu küçüklük onu sıkmamış aksine ona huzur vermişti.Çünkü büyük yerlerden korkardı Hafize.Yabancı gözlerle etrafı süzerek ilerlemişlerdi.
Kayıt yeri olarak küçük şirin bir bina gösterildi. Babasıyla Hafize ayrı iki bölmeden ilerlediler.
Hafize’yi tatlı bir abla karşıladı. Çok hoş sempatik biriydi bu kız. Hafize:
-Abla öğrenci dosyamda eksik yerler var. Kız:
- Tamam canım merak etme hemen doldururuz.
Beraber dosyayı doldurmuşlar ve Hafize evrakları alıp kayıt odasına girdi, teslim etti ve sordu:
-şimdi üniversiteye kaydoldum mu ben?
Görevli:
-Evet canım üniversitemizin öğrencisisin artık sende.
Karmakarışık duygularla babasına koştu Hafize. Okulun çevresinde fotoğraflar çektiler. Hafize’nin yurdu çıkmamış, babası yurt müdürüyle konuşmaya gitmişti. Babası çaresiz bir şekilde durumunu anlatmış ama olumlu bir cevap alamamıştı.
Müdür:
- ne yapalım kardeşim 62 kişi kayıt olmayacakta kızını alacağım yurda. Bunun olması da imkansız zaten ancak misafir olarak kalabilir. Misafirlikte bir ay bilemedin iki ay olur nereye kadar.
o kadar sert bir ses tonuyla söylenmişti ki bu sözler Hafize’nin yüreği parçalanmıştı. Kendi kendine kızdı. Babamı kimlere muhtaç ediyorum dedi içinden.
Artık eve dönme vakti çoktan gelmişti.Çok yorgundular ve bir o kadar daha yorulacaklardı.
Bu olanları geride bırakmışlar, uzun bir yolculuk geçirmişler ve nihayet evlerine dönmüşlerdi.
En çok yatağını özlemiş, yastığının kokusunu içine doyasıya çekiyor, yorganına sarılarak uyumaya çalışıyordu. Kafasını düşünceler boş bırakmıyor, bir türlü uyumasına izin vermiyordu.
Acaba kaydoldum mu? Olmuşumdur. O kız kaydolduğumu söylemişti. Pınar ne yapıyor acaba? Kayıt işlerini halletti mi? Arasam mı? Çok geç oldu yarın ararım. Babamda çok yorulmuştur…
Sonu gelmeyen düşünceler birbirini kovalıyordu. Ev ahalisi uykunun derinliklerinde boğulurken Hafize sabaha karşı uykuya dalmıştı.
Yarın ilk işi Pınarlara uğramak olacaktı.
Uzunca bir sokaktan geçmiş, arkadaşının mahallesine dönen yola girdiğinde, bir feryat figandır kopmuştu. Sesin geldiği yer Pınarların eviydi. Çok korkmuştu. Koşarak Pınar’ın evine girmişti. Kapıda Pınar’ın annesi kendini görmüş, üzerine atılmış “katilleer!!!” diye bağırıyor. Bir yandan da Hafize’yi darp ediyordu. Hiç bir şey anlamadan kendini kurtarmaya çalışan Hafize çığlık çığlığaydı.
Bu perişan ve bitap kadının elinden kendini kurtaramamış, bayılmıştı.
Gözlerini evinde açmış olanları duyunca dünyası kararmıştı. Pınar, zavallı kız Hafize’nin abisi tarafından kandırılmış, gururuyla oynanmış, namusu kirletilmiş, zavallı yavrusuyla beraber ölümü seçmişlerdi. Bir kere olsun Hakan’ın ismini vermemiş, öleceği gün bu onursuzun ismini bıraktığı mektubun sonuna yazmıştı. “seni asla affetmeyeceğim Hakan.” Son sözleri buydu Pınar’ın.
Zavallı Pınar sefalet içinde büyümüş, ailesinin tek dayanağı o idi. Yazları bir işe girer para biriktirir, kışın bu paraları dershane parası ederdi. Ailesine elinden geldiği kadar yardım eder, onların hallerine üzülürdü. Tek hatası insanlara güvenmekti.bu hayat içinde beklide mutlu bir gün göremeden kaybolmuştu.
Bu zamana kadar evlilik umuduyla avunmuş olan Pınar Hakan’a defalarca yalvarmış, bu yalvarmalar kar etmemiş, intihar etmişti.
Hafize, Pınar’ın acısını çekerken abisinin utancını da yaşıyordu. Pınar’ın annesinin “katiller” sözü hala kulağında çınlıyordu.
Evlerine polisler akın etmiş, soruşturmalar, araştırmalar ve sonunda Hakan’ın tutuklanmasıyla ailesi iyice altüst olmuştu. Ailesi Hakan’a çok kızmış özellikle babası Hakan’ın adını bile anmıyordu. Annesi gizli gizli ağlıyor ancak elinden bir şey gelmiyordu.
Bu olaylardan sonra ailesi birbirine soğuk davranıyor, her yemeğe oturuşta lokmalar boğazlarda kalıyordu.
Günler çok çabuk geçmiş, Hafize’nin okul vakti gelmişti. Hafize gördüğü her şeye dikkatlice bakıyor, kalan son günlerini dolu dolu yaşamak istiyordu. Annesine en güzel fotoğraflarını bırakmıştı, baktıkça Hafize’yi hatırlasın diye.
Yıllarca karşısına geçip saatlerce baktığı aynasına bir kez daha baktı. Uzunca kendi içinde onunla vedalaştı. Tarağına dokundu, artık sona yaklaşıyordu. Oturma odasındaki sedire oturdu. Ne kadar da çok anısı geçmişti bu odada. Açık olan balkon kapısından kırmızı karanfillerini gördü, hepside açmış hayata gülümsüyorlardı. Oysa daha dün gibiydi. Hafize onları küçük bir saksıya özenle dikmişti. Karanfilleri dalından kavradı son bir kez doyasıya kokladı ve öptü.
Annesi kızının kıyafetlerini ortaya dökmüş, kalınlarından güzellerinden valize yerleştiriyordu. Hafize ise; eli ayağı tutulmuş, boş gözlerle annesini seyrediyordu.
Anne:
-yavrum kalın çoraplarını koyuyorum. Ceketlerinin birini yanına al, sakın ince giyinme hasta olursun. Kimselere güvenme yavrum, herkesi kendin gibi bilme. Yurtta parana dikkat et çalarlar. Sakın aç kalma…
Hafize:
-tamam anne sen merak etme. Orada çok rahat olurum, yemek yapmam, temizlik işim olmaz bol bol uyurum.
Anne:
-Öyle kızım. Sen sadece derslerine çalış, gerisine kafanı takma.
Hafize:
-Tamam.
Tamam diyordu ama sahte sözlerin arkasına saklanıyordu. Daha fazla dayanamadı ve:
-Anne orda tek başıma ne yapacağım, sizden nasıl ayrılacağım? Hiç kimseyi tanımıyorum.
Anne-kız sarıldılar, ağladılar. Duygularını en yüce şekilde yaşıyorlardı.
Sabah olmuş, bütün aile sokağa çıkmış dolmuş bekliyorlardı. Annesi sessiz sessiz ağlıyor, kızına gözyaşlarını göstermemeye çalışıyordu. Hafize yolculuğa hiç hazır değildi, ayakları geri geri gidiyordu. Ancak gitmeye mecburdu.
Anne:
-Kızım sakın korkma biz her zaman senin yanındayız, bir şey olursa bizi ara.
Hafize’nin duyguları boğazına düğümlenmiş, tek kelime söylemesine bile izin vermiyordu. Gözleri dolu doluydu. Gözyaşları akmak için fırsat bekliyordu.
Annesi duygularını gizlemeye çalışıyor, babası serinkanlı davranıyordu. Hayat durmuştu, zaman geçmiyor, ayrılık acısı yüreğini dağlıyordu. Nihayet beklenen dolmuş gelmiş acılar zirveye çıkmıştı.
Şoför bavulu yerleştirirken Hafize önce babasının elini öpmüş, bu öpüşle gözlerindeki donuk damlalar nihayet kendini bırakmıştı. Sonra annesiyle öpüşmüşler ve Hafize kendini zorlukla dolmuşa atmıştı. Yaşlı gözlerle dolmuşun penceresinden ailesine son bir kez baktı. Bu bakış acısını biraz daha artırdı.
Artık hayatta tek başına kalmıştı. Özgürdü ama üzgündü. Hafize kendini iyice bırakmış gözyaşları birbirini takip etmekte ısrar ediyordu.
Dolmuştaki insanlar garip garip bakıyor, Hafize ne yapacağını şaşırıyordu. Acısını yaşamasına da izin yoktu anlaşılan. Utandı ve gözyaşlarını tutmaya, hıçkırıklarını durdurmaya çalıştı. Sağ ve sol tarafında iki kız ve anne oturmuş, anne Hafize’ye dikkatli gözlerle bakıyor, Hafize’yle konuşmak için fırsat kolluyordu. Kızlarından biri iki-üç yaşlarındaki kız çocuğuyla ilgileniyordu. Annesinin kucağındaki küçük yaramaz kız Hafize’nin çantasıyla oynuyordu. Üzgün olan bu yüz sadece güzeller güzeli bu çocuğa gülümsüyordu.
Kadın:
-niye ağlıyon yavrum neriye gidiyon sen?
Hafize zorlukla:
-üniversiteye teyze.
Kadın:
-kızım herkes okul kazanamadım diye ağlıyor sen niye ağlıyon bakim?
Hafize:
-Giresun’a gidiyorum teyze ailemden ayrıldım.
Kadın:
-alışın kızım üzülme.
Bu teselli konuşması da Hafize’yi rahatlatmıştı ne yazık ki.
Kısa bir süre sonra Adana’ya varmış Giresun otobüsüne kendini atmıştı Hafize. Önünde on altı saatlik yol vardı.
Giresun’da kendini yepyeni bir hayat bekliyordu. Hayat orada da akıyordu ama memleketi gibi değildi.otobüsten iner inmez bir akrabası hafize’yi otogardan almış evine götürmüştü.
Akraba olmalarına rağmen ilk defa birbirlerini görüyorlardı.
Bu genç çiftin evlerini oldukça mütevazi bulan Hafize her ne kadar çekinse de orda tutunacağı tek dalın bu akraba olduğunu biliyordu. Adam oldukça yakışıklı kadın ise oldukça güzeldi. Küçük bir kızları var ikincisi ise yakında doğacaktı.
Evin kapısından girer girmez bir süs deryası başlamıştı adeta. Duvarlar çiçeklerle kaplı, kapılarda nazar boncukları asılıydı. Oturma odası ise tam anlamıyla çiçek cenneti idi.
Hafize’yi evin hanımı kapıda karşılamıştı. Birbirlerini tanımamalarına rağmen sarıldılar. Hafize önce ılık bir duş almış bu aileyle birlikte kahvaltı yapmışlardı. Evin hanımı
Mehtap Hafize’yi eşi Yakup’la birlikte yurda bırakmışlardı. Hafize defalarca teşekkür etmiş onlara minnettarlığını dile getirmişti.
Yol boyunca akrabalık bağlarından bahsedilmiş bu bağların sağlam olmadığı anlaşılmıştı. Yine de birbirlerine sıcak davranıyorlardı.
Aradan bir ay geçmişti.Bu bir aylık süre bazen kabus gibi gelmiş ama güzel geçmişti.Ne kadar da farklıydı burası kendi memleketinden ona en ağır gelen yemeklere alışmasıydı.Annesi ne kadar da güzel yapardı yemekleri.insanlar kendi memleketindeki gibi samimi ve sıcak gelmiyordu.Bu şehirle Hafize arasında bir kopukluk vardı.
Çevreye alışması uzun sürmüştü.Hafize yurda, okula ve arkadaşlarına alışmaya başlamıştı. Kızlar iyilerdi bir o kadarda güzellerdi. Beraberce süslenirler, sahile giderlerdi.
Bu sahil gezmelerin birinde deli bir adam görmüşler korkup kaçmışlardı. Bu olayın etkisinden uzun süre kurtulamadılar. Adama küfürler yağdırdılar. Hafize içinden daha neler göreceğim diye söylenip üzülmüştü.
Hemen arkasından ummadığı bir teklif almıştı. Arkadaş bildiği hatta ağabey dediği biri Hafize’ye aşk-ı ilan etmişti. Bu duruma çok şaşırmış bir yandan da o kişiden nefret ediyor öyle ki bu durum tiksinti boyutuna ulaşıyordu.
Nasıl olurdu aklı bir türlü almıyordu. Kendini bu kadar erkelerden soyutlar iken, onlardan uzak duramaya çalışırken nasılda kendini birine sevdirmeyi başarmıştı.
Bu sevgi o kişide saplantı haline gelmişti. Öyle ki takıntısından Hafize’yi zorluyor, tehdit ediyordu. Olmaz demeden anlamıyordu.
Hafize ‘olmaz’ kelimesini yüzlerce kez kullanmasına rağmen yine de kar etmiyordu. Kimseyi kırmak istemese de sonunda dayanamamış :
-Defol git! Yüzünü görmeyi bırak sesini duymayı dahi istemiyorum. Rahat bırak beni. Kendinden nefret ettirme.
Telefonlarını açmamıştı. Çocuk bir ara dirense de sonraları sesi çıkmaz olmuştu. Hafize bu olaya üzülmüştü ama asıl darbeyi Yakup’tan yemişti.
Ara sıra mehtap’ın yanına gider, konuşurlar, birbirlerine dertlerini anlatırlardı. Mehtap Yakup’un ailesinden dert yanar, dayanamaz ağlardı. Yakup’un ailesi bir gün öyle bir noktaya gelmiş ve Mehtap’ı dövmüşlerdi. Mehtap yemiş olduğu dayağa değil, Yakup’un kendini onlar karşısında yalnız bırakmasına üzülüyordu. Her şey de Mehtap’ı suçluyordu.
Dışarıdan sıcak ve sevimli bir yuva gibi görünen bu ev, hiçte öyle değildi. Evine karşı bir aile babası gibi davranan Yakup ailesinin yapmış olduğu haksızlığa ses çıkaramıyordu. Evleri birbirlerine oldukça uzak olmasına rağmen bütün olanlardan haberdar olan aile her seferinde Mehtap’ı yönlendiriyordu.
Yakup uzun boylu, esmer, çatık kaşlı, iyi huylu mert birine benziyordu. İki-üç yaşlarındaki kızı Yakup’u pek sevmiyor onun kucağına gitmemek için her seferinde direniyordu. Nasıl biriydi bu Yakup’ta kendi çocuğu bile ondan kaçıyordu.
Yakup göründüğü gibi çıkmamış küçük kızın ondan kaçışını haklı çıkarmıştı.
Hafize bir gün orda yatılı kalmıştı. Küçük kızla yatmasına rağmen gece küçük kızın yerinde bir adam fark etti. Hafize gözlerini açar açmaz adamla göz göze gelmişti. Bağırmamak için kendini zor tutmuş, çok korkmuştu. Bu adamın Yakup olduğunu anlaması uzun sürmemişti. Yakup bu yatakta Hafize’ye olan aşkını ilan etmiş, onu öpmeye, saçlarını okşamaya çalışmıştı. Hafize ise gücünün yettiği kadar direnmiş, onu odadan kovmuş, en ağır kelimeleri sarf etmişti Yakup’a. Uzun bir direnme sonrası olay çıkmadan odadan ayrılmıştı Yakup. Hafize ise o evden bir daha dönmemek üzere ayrıldı.
Aradan bir hafta geçmiş Mehtap Hafize’yi aramıştı.
Mehtap:
-Hafize canım çok rahatsızım, doktor erken doğum yapabilirsin dedi. Evi temizleyemiyorum, küçük kıza yemek yapmıyorum. Çocuk üç gündür yarı aç yarı tok geziyor. Bu hafta bize gel ne olur.
Hafize:
-Geçmiş olsun Mehtap abla ama gelemem sınavlarımız başlıyor. Çalışmam lazım.
Mehtap:
-Ne olur ölüyorum bir adım bile atamıyorum. Şimdi doktordan geldim. Yakup ağabeyin hiçbir şey yapmıyor, yarın göreve başlıyor.
Hafize:(mecburiyetten)
-tamam Mehtap abla sadece bir gün gelebilirim.
Yakup kapıdan Hafize’yi kapıdan almıştı. Yol boyunca tek kelime bile tek kelime bile etmediler.
Hafize kapıdan girdiğinde evde kimseler yoktu.
Yakup’a korkarak:
-Mehtap abla nerde?
Yakup:
-Tekrar hastalandı, hastaneye götürdüm serum taktılar, bugün orada kalacak.küçüğü de ablama bıraktım.
Hafize:
-Neden hastaneye götürmedin beni bu eve getirdin?
Yakup:
-…
Cevap vermiyor, Hafize’nin üzerine geliyordu. Hafize evin içerisinde kaçacak yer arıyor, kendini oradan oraya atıyordu. Direniyor, çığlık atmaya çalışıyor ama engelleniyordu. Hafize kara bir gecenin kendini beklediğini anlamıştı. Bu kara gece Hafize’nin alnında kara bir leke bırakmıştı. Namusuyla beraber bütün benliği kirlenmişti.
Hafize okulu bırakmış, ailesini yanına dönmeye mecbur kalmıştı. Kısa sürede olanlar bütün aileye duyulmuştu. Hayatta en büyük vicdansızlığa uğrayan Hafize çevresinden de darbeler alarak yıkılmıştı. Ölümü bekler olmuştu.
Uykusuz geceler, kabuslar birbirini kovalar olmuştu. Büyük-küçük herkesin kötü gözle baktığı biri haline gelmişti.
Biricik annesi, canı bile ona sırtını dönmüştü.
Hakan yaptıklarını unutmuş, Hafize’nin adını o…. Koymuştu.
Bir gün yolda gider iken Hafize’ye aşkını ilan eden, kapısında köle olmaya razı olan insanı görmüş, onun Hafize’yi küçümseyen aşağılık hissettiren bakışını, gülüşünü görmüş ve o an bitmişti. Çaresiz kaderine küsmüş, insanların dediklerini kabullenmiş, yaşayan bir ölüydü.
Her gün Allah’ına “Rabbim,canımı al.” Diye dualar eder olmuştu.
Dünyayla irtibatını kesmiş, hapis hayatı yaşıyordu. Zor bir iş olursa dışarı çıkarıyorlar, kendilerine yardım ettiriyorlardı. Annesi her ne kadar Hafize’nin canını yaksa da ona içten içe üzülüyor, Hafize’nin hıçkırıklarını duydukça kahroluyordu.
Kader nereden nereye sürüklemişti Hafize’yi. Umutları vardı oysa öğretmen olacaktı.Ne kadar da çok istemişti öğretmen olmayı öğrencileri olacaktı masum öğrencileri.Belki birini sevecek,bir öğretmenle evlenecekti.Artık hayal bile edemiyordu bunları.
Bu geçen aylarda Hakan bir kızı sevmiş,ailesi kızı Hakan’a vermeyince Hakan kızı kaçırmıştı.kız çok güzel ve masum du Hakan’a inanmış onu sevmişti yani hakanın diğer kurbanları gibiydi onlardan tek farkı hakanla evlenmesi olmuş.
Bu masum kız uzun boylu sarı saçlı kahverengi ve iri gözleri olan bir kızdı. Kaçtıkları gece hakan halasının evine sığınmış,olaylar sıcaklığını yitirince eve dönmüşlerdi bu masum kızın adı Esma idi. .Esma günler ilerledikçe hakanın gerçek yüzünü görüyor geçmişini işitiyordu.hakanın yaptıklarını yüzüne vuruyor,kendi içinde vicdan azabı ile boğulan Hakan ise sölenenlere dayanamıyor,bağırıyor çağırıyordu. Bu kavgalar öyle noktalara geliyordu ki Esma korkunç dayaklar yiyordu. Hafize olanlara karışmıyor,zavallı annesi ise onları yatıştırmaya çalışıyordu. Esma dayanamaz isyanlar ederdi. Ancak yapacak hiçbir şey yoktu. Geriye dönemiyordu.
Hakan eski yaşantısına devam ediyor,Esma2yı ailesinin üzerine atıyordu. Bu kavgalar arasında geçen sürede Hakan ile Esma’nın çok güzel bir kızları olmuştu.Adını Senem koydular
.
Senem çok tatlı mini mini bir kızdı. Doğduğunda saçları yoktu bembeyaz bir bebekti.Senem bu evin neşe kaynağı olmuştu.babasını bile düzeltmişti. Halasına umut veriyordu. Hafize Senem’in yanına gelir,onun baş ucuna oturur,onun masumluğunu saatlerce seyrederdi.
Ne kadarda masumdu bu bebek. Onun yanında kendi dertlerinden sıyrılır,içi huzur ile dolardı. Senem ise halasını tanır ona gülücükler yollardı. Bu evde ona en samimi davranan bu bebekti. Yüzüne sahte gülücükler atmayan,onu çıkarsız ,olduğu gibi seven tek varlık buydu. Senem’in dünyaya gelişi ile bütün gözler ona çevrilmiş Hafize bir an olsun unutulmuştu. Artık kimse sivri dilini ona uzatmıyor onu yok sayıyorlardı.Senem bu ailenin mutluluk ve umut kaynağı idi. Hakan bu küçük kız sayesinde babası ile aralarını düzelmişti. Esma kızı ile beraber bambaşka tutunuyordu hayata. El işleri yapıyor,satıyordu. Böylelikle aileye olan yükünü azaltmaya çalışıyordu.
Hafize bu durumdan oldukça memnundu. Kimsenin kendisini rahatsız etmemesine seviniyor kendi kabuğuna çekiliyordu.
Esma zaman zaman Hafize’ye dertlerini anlatır onunla arkadaş olmak isterdi. Hafize herkesten kaçtığı gibi ondanda kaçardı. Esma bir gün cesaretini toplamış,ne zamandır içini kemiren soruyu sormuştu.
-Hafize üniversitede başına ne geldi ?
Hafize suskun bir şekilde oradan ayrıldı. Anlaşılan bu durumdan kurtulamayacaktı. Geçmiş bırakmıyordu peşini.kendi unutsa da insanlar unutmuyordu olanları. Odasına çekildi kendi karanlığında boğulmaya devam etti.
Küçük Senem’e bakmış,onun masumluğunda kendini ezik hissetmişti. Çok güzel görünüyordu küçük yiyeni. Acaba dedi Esma’nın yerinde Pınar olsaydı. Zavallı Pınar. Senem’in yerinde hangi masum bebek olacaktı acaba. Pınar çocuğunu dünyaya getirseydi şimdi ne kadarda büyürdü zavallı yavru. Küçük kız olanladan habersizce gülüyordu halasına. Halasının kendine uzattığı elini sıkıca kavruyor,ona destek veriyordu adeta dayan diyordu. Gözleri pırıl pırıldı bir yıldız misali. Etrafa ışık saçıyordu. Zamanla sarı saçları çıktı. Annanesi altın saçlı kızım diye seviyordu.Senem bu evdeki gönülleri birleştirmişti.
Aradan aylar geçmişti. Olanlar unutulmasa da etkisi eskisi gibi değildi.
Hafize karanlık günlerin, kabus dolu gecelerin ardından biraz olsun hayata tutunmaya çalışıyordu.
Babası kiraz toplama vaktinin geldiğini, yaylaya çıkacaklarını söyledi.
Oralarda kiraz zamanı kiraz işçisi olarak yaylalara kiraz toplamaya çıkılırdı. Bekar oğulları olanlar burada gelin bulurlar, en becerikli kızı seçerlerdi oğullarına. Genç kızlar kendilerini beğendirmek için ellerinden geleni yaparlardı. Kiraz toplama işinin son günü şenlikler yapılır,en güzel, en büyük kirazlar bugün için saklanırdı.
Tüm insanlar davet edilir, bu kalabalık bir meydana toplanırdı.
Genç yaşlı herkes eğlenirdi. Halaylar çekilir, danslar edilir, şarkılar söylenirdi. Yarışmalar yapılır en büyük kiraz sahibine hediye verilirdi.
Bütün hazırlıklar yapılmış ve yapılmış yine o muhteşem yaylaya çıkılmıştı.
Hafize alnında kara lekeyle ilk defa bu kadar güzel bir yere gelmiş, büyük bir kalabalığa karışmıştı.
İnsanlar dikkatli dikkatli bakıyor, fısıltılar gittikçe çoğalıyordu.
Gün geçtikçe olanlara alışmış, bahçenin bir köşesinde kendini saklayacak, dertleriyle baş başa kalacak bir yer bulmuştu. Güzel bir pınar başı idi burası.
Pınar başı muhteşem bir manzaranın içine gömülmüştü adeta. Pınarın buz gibi sularına dokunur,pınarın suyundan kana kana içerdi. Sular toprağı yararak ilerler ağaçlıkta birleşirdi. O kadar berrak bir suyu vardı ki pınarın Hafize bu sularla beraber sonsuzluğa akmak isterdi. Pınar başının bir tarafı ormanlık diğer tarafı kiraz bahçesiydi.O da hayatta yapa yalnızdı anlaşılan. Ormanlık insanı ürpertiyordu. Ağaçların dalları yavaş yavaş sallanır, kuş sesleri garip gelirdi.bu sesler Hafize’nin aklından geçen sesleri bastırmaya yetmezdi. Kendini ürperten bu ormanlığa saatlerce bakardı. Ormanın arasına saklanan kayalık ilgisini çekerdi. Kayalar üst üste yığılmış bir dağ oluşturmuştu. Bu kayalığın üzeri dümdüzdü. Eskiden kadınlar bu kayaların üzerine tarhana sererlerdi .bu sebeple adı tarhana taşı koyulmuştu. annesi anlatmıştı bu hikayeye Hafize’ye .Tarhana taşına çıkar sonsuz manzarayı seyreder, bu uçurumdan kendini bırakmak isterdi.Bunu yapsa yokluğunu kimse fark etmezdi. Kim üzülecek , kim feryat edecekti arkasından? Pınar aklına gelmişti bir anda . Kendini Pınar’dan daha kirli hissediyordu. Arkadaşına herkes üzülmüştü, kendisine kim üzülecekti aceba?
Kiraz toplama işini bitirdikçe bu pınara gider, onun yanı başına oturur, oradan ormanlara mezla ağaçlarına, ağaçtan ağaca sıçrayan sincaplara bakardı.
Bir hafta ücretler alınmış, o gün tatil edilmişti. Her zaman ki gibi Hafize parayı babasına verip, doğruca pınar başına gitmişti. Pınarın berrak sularını toprağı yararak geçtiği oluğu, oluğun içindeki yosunları seyrediyordu. Bir anda bir ayak sesi işitti. Arkasına dönüp bakamadan, omzunda bir el hissetti.
-Merhaba Hafize.
Hafize sese doğru baktı. Sesin sahibini tanımıştı. Kiraz toplayan gençlerden biriydi. Bu genç gözüne takılsa da pek aldırmazdı. Genç, uzun boylu, esmer, yüzünde bir bıçak yarası olan sessiz sakin biriydi.
Hafize:
-Merhaba.
Genç:
-Benim adım Soner. Adını bildiğim için şaşkınsın herhalde. Uzun zamandır sen izliyorum. Bütün hayat hikayeni biliyorum.
Hafize:
-O zaman neden benim yanımdasın? Hayat hikayemi bilenler benden kaçarlar.
Soner:
-Ben bu hikayede yalanların çok fazla, merhametin ise az olduğuna inanıyorum. Bu hikayeyi senden dinlemek isterim.
Hafize bu isteği kırmadı. Bu insana anlatsa kendine hak verecek miydi acaba?
Başından geçenleri uzun uzun anlattı. Sinirlendi, ürperdi, dayanamadı, ağladı ama yine de anlattı.
Artık bu pınar başı ikisinin sığınağı olmuştu. Her gün beraber gelirler; isteklerini, özlemlerini, umutlarını anlatırlardı birbirlerine.
Soner Hafize’den üç yaş büyüktü. Liseyi bitirmiş, sınavı kazanamayınca bir lokanta açmıştı. Şehrin merkezine kurulu olan bu dükkan oldukça iyi para getiriyordu. Soner iyi huylu biri idi. Daha önce ailesin isteği üzerine biri ile nişanlanmış ancak kız ile bir türlü anlaşamamışlardı. Ayrılıkları umduğu gibi olaylı bitmemiş, sessiz sakin olmuştu.
Pınarbaşı Hafize ile Soner’in aşklarının sembolü olmuştu. Artık ikisi de birbirlerini seviyorlar, gelecek planları yapıyorlardı.
Hafize Soner’i her görüşünde yüreği bir kuş misali kanat çırpardı. Elleri tutmaz olur,yüzü kızarırdı. Bir kelime söyleyecek olsa sözcükler birbirine karışırdı.
Seviyordu anlamıştı. Soner’e değer veriyordu.
Onun güzel ahlakını sevmişti. Soner Hafize’nin hayatına giren bir mucizeydi. İkisi de evlenmek, yuva kurmak isteseler de, önlerindeki tek engelin Hafize’nin geçmişi olduğunun farkındaydılar. Soner’in ailesi bu durumu kabul etmemekte direniyordu. Ama ellerinden bir şey gelmiyordu. Soner ailesine karşı çıkmış, annesi oğluna feryat figan etmiş, ancak oğlu dinlememişti.
Sonunda dayanamamışlar gönülsüzde olsa Hafize’yi istemişlerdi. Hafize’nin ailesi seçme şansları olmadığı için Hafize’yi çabucak verdiler.
Hafize ile Soner nişanlanmışlar, çok uzun sürmemiş düğün tarihi alınmıştı. Artık düğün hazırlıkları başlıyordu.
Hafize’nin cefakar annesi kızına kızsa, darılsa da kızı canıydı. Çeyizlerini elleriyle hazırlamış en ağır modellerde danteller örmüştü. Hafize ve Soner’e ev alınmış, eşyaları yerleştirilmişti. Hafize çeyizlerini evine götürmüş, onları evine özenle yerleştirmişti.
Çok güzel küçük bir evleri vardı. Bu güzel küçük evlerinin muhteşem bir bahçesi vardı. Ağaçlar belli bir düzenle dikilmiş, bu ağaçların kokusu bahçeyi sarıyordu adeta. Çiçekler ağaçların arasına harmanlanmış, bahçeye ayrı bir güzellik katmıştı. Bahçenin boş kısmına yiyecek ekeceklerdi. Soner bahçeyle uğraşmayı seviyor, Hafize’ye ağaçları göstererek çocuğumuza şu ağaca salıncak kuracağım diyordu
.ağaçların orta yerinde güzel bir kamelya vardı. Yazları burada misafirleriyle oturup beraberce çaylarını yudumlayacaklardı.
Bahçelerine ikisi de hayranlardı. Kapıdaki sarmaşık gülse eve muhteşem bir görünüm kazandırmıştı. Bu sarmaşıklar o kadar büyümüştü ki yan duvarlardan bahçe demirlerine ulaşmıştı. kapıyı, pencereyi saran yeşil dalların arasındaki pembe güller etrafa gülücükler saçıyordu.
Soner dış kapılarını nazar boncuğu asmıştı. Girişte küçük koridorları, sağ tarafta oturma odaları vardı. Oturma grupları Soner’in isteği üzerine siyah beyaz alınmıştı. Hafize bu durumdan pek hoşlanmasa da Soner’i kıramamıştı.
Küçük bir çocuk odaları vardı. Oda fazlalık eşyalarla doldurulmuştu. Koridorun sonunda yatak odaları pembeye bezenmişti. Aydınlık küçük mutfakları evin en güzel yeriydi. Mutfağın perdeleri annesinin yapmış olduğu dantellerden oluşuyordu. Mutfak dolabına eşyalarını özenle yerleştirmiş, dantellerini yerleştirmişti.
Nihayet düğün günü gelmişti. Hafize sonunda o beyaz gelinliği giymişti. En mutlu günleri idi bugün. Hafize bu mutluluğu hak etmediğini düşünüyor, ne kadar çok sevinse de bir yanı buruk kalıyordu. Ne kadar çabalasa da geçmişini unutamayacağını, geçmişin kendisini asla bırakmayacağını biliyordu.
Beyaz gelinlik Hafize’ye çok yakışmıştı. Siyah saçlarını duvağıyla tutturmuş, saçlarının arasına beyaz bir zambak takmıştı. Yaptığı makyajla zeytin yeşili gözleri ortaya çıkmış etrafa gülücükler saçıyordu. Gelinliğinin eteği uzayıp gidiyor, bir prensesi andırıyordu. Etraftaki insanlar gözlerini bu güzel gelinden ayıramıyordu. Soner’in koluna girmiş gururla yürüyordu.
Hafize ne kadar başı dik olsa da, kocasına güvense onun kendini sevdiğini bilse de yinede içten içe utanıyordu.
Hafize’nin ailesi, o ağza alınmaz kelimeleri sarf edenler vicdana gelmişler, Hafize’yi kutluyorlar, onun adına seviniyorlardı.
Hafize’nin ellerine kınalar yakılmış, halaylar çekilmiş, danslar edilmişti. Ve düğünleri Hafize’nin mutluluk gözyaşlarıyla son bulmuştu.
Hafize evleneli iki yıl olmuş, Soner Hafize’nin bir dediğini iki etmemiş, onu hiç üzmemişti. Bir kere olsun ayıbını yüzüne vurmamıştı.
Hafize ise; çok iyi bir ev hanımı olmuş, kocasının dediklerinin dışına bir kez olsun çıkmamıştı. Tartışmalar, küsmeler uzun sürmez hemencecik barışırlardı.
Hafize bu iki yılın sonunda bir erkek çocuğu dünyaya getirmiş, bu çocuk mutluluklarına mutluluk katmıştı. Soner oğlunun adını babasının ismini koymuş, ailesiyle olan soğukluk giderilmeye çalışılmıştı. Umdukları gibi de olmuştu zaten. Ailesi çocuğu çok sever onu el üstünde tutarlardı.
Hafize çocuğunu ilk kucağına alışında onun kokusunu içine çekmiş, garip bir duyguyla ağlamıştı. Bu bebek kokusu ona hayatın ne kadar değerli ve yaşanılası olduğunu anlatmıştı.
Her şeyden umudunu kesmiş iken en büyük mucizesi Soner ve oğlu idi. Onları çok sevecekti…
Mutlu bir aile kurulmuş, bu mutluluğu oğulları Ahmet taçlandırmıştı. Oğulları Soner’le olan evliliğine bir kat daha huzur vermişti.
Hafize oğlunu kucağına almış onun cennet kokusunu içine çekmişti. Onun minik ve yumuk ellerine dokunmuş, yanağına bir buse kondurmuştu. Gözlerini yavrusunun üzerinde gezdiriyor, ona doyamıyordu. Onun minicik ellerine dokundukça tarifsiz bir heyecan duyuyordu. nasıl bir duyguydu bu tarif edemiyordu. annelik duygusu bu olsa gerekti. Ahmet annesine annelik duygusunu tattırmıştı. Hafize’nin yüreği cıvıl cıvıldı coşuyordu adeta.
Yavrusunu bağrına bastı, onu yüreğinde hissetti. Omuzlarına güvenle yatmış olan Ahmet’e bakıyor, onun mis kokusunu bütün benliğinde hissediyordu.
Hafize’nin yanağından mutluluk gözyaşları
usul usul süzülmüştü. Bu yaşlar mutluluğun en yüce simgesiydi. Bu mahzun damlalar Ahmet içindi.
Bu gözlerden nasıl bir zamanlar hüzün gözyaşları akmışsa mutluluk gözyaşları da akacaktı
Küçük oğulları Ahmet ile mutlu yuvalarının tadını ancak iki yıl çıkarabilmişlerdi. Soner oğlunun kendine baba diyişini doyasıya yaşayamamış,oğlu ile beraber futbol oynayamamışlar,onu tıraşa götürememiş,ona doyamadan hayata veda etmişti.
Bu kısacı iki yıla ne sığdırabilirdi ki Soner. Oğlunu ve karısını çok seviyordu. Oğlu Ahmet tıpkı kendisine benziyor,kendisi gibi yaramazlık yapıyordu. Dişleri çok geç çıkmış,çok erken konuşmaya başlamıştı. Buna rağmen Ahmet’in baba deyişini son günlerinde duyabilmişti.
Ahmet babasını kapıda karşılar yavaş yavaş adımlarla ona doğru yürürdü. Babasının ayaklarına dolanır ondan ilgi beklerdi. Soner onu bağrına basar,havalara atardı. Ahmet babasının bütün yorgunluğunu alır,onun saçlarını çeker,oyun oynamak isterdi.
Soner oğluna doyamadan,ona dair kurduğu hayalleri gerçekleştiremeden bu hayattan gitmişti. Bir gün eve telefon gelmiş Hafize’ye kocasını kalp krizi geçirdiği hastaneye kaldırıldığı söylenmişti.
Hafize Ahmet’i komşuya bırakmış, koşar adımlar ile bir araba bulmuş hastaneye gitmişti.
Ne yazık ki Hafize iyi haberlerle karşılanmamış kısa bir süre sonra Soner’in ölüm haberini almıştı. Olanlar karşısında yıkılmış akrabaların yardımıyla Soner’in cenazesi kaldırılmıştı ve Ahmet ile Hafize hayatta tek başlarına kalmışlardı. Ahmet ile Hafize bomboş bir arazinin ortasında kurumuş bir ağaç gibiydiler. Kimselerin uğramadığı bir yerde kurumuş bir ağaç. Hayata tutunmak için yağmuru bekleyen bir ağaç.
Hafize acıların belki de en büyüklerinden birini yaşamış hayatında tek güvendiği tek tutunduğu dalı kaybetmişti. Soner’in ölümü onu kahretmiş,onunla beraber toprağa girmişti adeta. Her gün Soner’in mezarına gider,dualar okur,için için ağlardı. Soner’in yastığını koklar, kıyafetlerine dokunur feryatlar ederdi. Bu zor günlerinde annesi hep yanında olmuş, kızı ile beraber yas tutmuş,ağıtlar ağlamıştı. Annesi Ahmet’le ilgilenir kızını teselli ederdi. Ahmet ise olanlardan habersiz kendi dünyasındaydı. Annesinden ilgi bekler bulamayınca küserdi. Bulamağı ilgiyi anneannesi vermeye çalışırdı Ahmet’e.
Hafize yavrusuna baktıkça yüreği parça parça olurdu. Ancak tek sığındığı limanı da Ahmet’ti. Hafize Ahmet’e:
-yavrum Ahmet’im baban yok artık.
Derdi.
Ahmet söylenenleri anlamaz sadece baba kelimesini bilerek baba derdi.
Bu berbat günlerin acısını yüreğine gömen hafize oğlu ile beraber hayata tutunma mücadelesine başlamıştı.
Soner’in ailesi Hafize en büyük vicdansızlığı yapmak istemişlerdi. Hafize’den biricik yavrusu Ahmet’i almak istemişlerdi. Hafize tıpkı bir şahin gibi kanatlarını yavrusunun üzerine sermiş, ona dokunmak isteyene en vahşi şekilde saldırıyordu. Soner’i kaybeden hafize tek yaşam kaynağı Ahmet’i, Soner’in yadigarını, kaybetmek istemiyordu. Ahmeti Hafize’den alamayan aile bu masum aileye en acımasız şekilde davranmış, anne oğlun başlarını soktukları,acı tatlı günlerini geçirdikleri evlerini almaya kalkmışlardı. Bütün olanlar karşısında güçsüz düşen hafize daha fazla direnememiş evlerini aileye teslim etmek zorunda kalmıştı.
Bütün bu vicdansızlıkları yapan aile Hafize ye en acı silahlarla saldırmışlar,onu paramparça etmişlerdi. Hafize hak etmediği sözleri işitmişti. Hafize büyük acısı ile beraber baba evine ikinci kez dönüyordu.
Hafize ile Ahmet Soner’in hatıra ile son kez vedalaşıyorlardı. Hafize Soner’in kazağını eline almış hıçkırıklarla feryat ediyordu. Soner’in elleriyle diktiği bahçeye baktı Hafize son kez. Fidanlar büyümüş en güzel çağlarını yaşıyorlardı. Oysa dün dikmişti Soner onları özenle. Soner onları özenle sular üzerlerine titrerdi. Hafize’nin gözeleri Soner’in gösterdiği ağaca takılmıştı. O ağaca salıncak kurup Ahmet’i sallayacaklardı. Nasip olmamıştı ne yazık ki. Ne kadar çok isterdi Ahmet’in babasının diktiği ağaçlar arasında oynamasını. Onun meyvelerinden yemesini. Ama olmayacaktı.
Eşyalarına toplamışlar baba evine dönmüşlerdi. Ama Ahmet babasını kaybetti gibi babasının hatıralarını da kaybetmişti.
Hafize baba evinde ilk gelişinin aksine iyi karşılanmış, ona destek olunmaya çalışılmıştı. Burası her ne kadar babasının evi olsa da kendi evinin verdiği huzuru vermiyordu. Babası kızının eve döndüğü gün ömründe yapmadığını yapmış, kızına sarılmış onun saçlarını okşamıştı. Hafize bu şevkate ne zamandır muhtaç olduğunun bilincinde olarak kendini babasının sağlam omuzlarına yaslamış göz yaşlarına boğulmuş içindeki acıya böylelikle serbest bırakmıştı. Kalpsiz Hakan bile kardeşine üzülmüş gözlerinden gelen yaşlara engel olamamışı. Düğün hazırlıkları yapan abisi Halim ise Hafize’ye kanat germiş onun bütün ihtiyaçlarını karşılamakla beraber ona istediği şevkati göstermişti
. Hafize ummadığı bu şevkat seli karşısında ezilmişti. Ne kadar kötü günler yaşasalar da birbirlerini bırakamıyordu. Zor durumlarda sığınacakları limanlarıydı burası.
Hakan Hafize’ye pek yaklaşmasa da Ahmet’i çok seviyor onu kızından ayırmıyordu. Ahmet’i alıyor parka götürüyor, ona babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışıyordu.
O güzel günler ne kadar da çabuk geçmişti.Soner’i özlüyordu. Evini özlüyordu. Ama yapacak bir şeyi yoktu. Her zaman ki gibi kaderine razı olmuştu.
Hafize annesinden bir haber almış ne hissedeceğini bilememişti.
Yakupf, hayatını kirleten adam kızını kaybetmişti. Çocuk bir hastalığa yakalanmış, çaresi bulunamamış, acılar içinde hayata gözlerini yummuştu. Yakup en ağır acıyı yaşamış, bununla kalmayan ızdırabı karısının küçük çocuğunu alıp evi terketmesiyle devam etmişti. Çaresiz ve yalnız kalan Yakup işini bırakmış berbat bir şekilde dolaşıyormuş.
Annesi:
-ya işte ne demişler alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste demişler onu o hale getiren senin ahın kızım.
Hafize olanlara şaşırmış, küçük kıza üzülmüştü. Yakupf’a ise az buluyordu bu ızdırabı. İçinden ben kimin ahını aldım diye geçirdi.
Yıllar önce önünden koşar adımlarla okula, dershaneye gittiği bahçe karşısındaydı. Ona bakar eski günleri hatırlardı. Hafize’nin hayatında her şey değişirken bahçe olduğu yerde bütün ihtişamıyla duruyordu. Keşke onun gibi olabilseydi. Hala güzel kokular yükseliyordu bu bahçeden, hala çiçekler rengarenk açıyordu. Ahmet’e babasının hazırladığı bahçede kuramadıkları salıncağı bu bahçeye kurmuşlardı. Ahmet bir portakal ağacının kalın dallarına kurulu salıncakta saatlerce sallanırdı. Senem Ahmet’i sallar, zaman zaman kavgalar yükselirdi bu bahçeden. Hafize çocukları bahane eder, bahçenin bir kenarına oturur, bahçenin doyumsuz ferahlığını hissederdi. Limon çiçeklerinin kokusuyla karanfillerin kokusu gelen rüzgarla birleşir, insanı başka alemlere götürürdü.
Dökülen yapraklar sararmış, kurumuş, üzerine bastıkça garip sesler çıkarıyordu.bu sesler bile insana huzur veriyordu. Bu güzelliğin içinde Ahmet ile Senem’in bağırmalarını, oynamalarını, seyretmek mutlu ediyordu Hafize’yi.
Bu bahçenin tam karşısında oturan akrabaları Hüseyin Hafize’yi uzun uzun süzerdi. Hafize bu olanlara anlam veremez, onun bu hareketlerine kızardı.
Bir zamanlar çok yalvarmıştı Hüseyin Hafize’ye o talihsizlikten sonra ona alaylı alaylı gülmüştü. O günden buyana görmemişti Hafize Hüseyin’i.
Hüseyin çok güzel bir işe girmiş ailesine o bakıyordu. Hiç kimseyle evlenmemiş, bir kere nişanlanmışsa da ayrılmıştı. Zaman Hüseyin’i de değiştirmişti anlaşılan . eski Hüseyin olsa bakışlarıyla Hafize’yi ezer, onu perişan ederdi. Oysa o bakışlarda şefkat gizliydi. Hafize bu bakışlara karşılık vermez, Soner’in hatıralarıyla boğulur, Soner’i unutmak istemezdi.
Hüseyin’de eskiden kalan duygular yeniden canlanıyordu. Eski tutkusu yeniden hayat buluyordu.
Hafize Hüseyi’in bakışları altında ezilirdi. Mahallede laf çıkmasın diye aradan uzaklaşır, evden dahi çıkmazdı. Anlamıştı Hüseyin yine aşıktı Hafize’ye.
Seneler neleri götürmüştü ondan. Keşkeleri yoktu ama pişmanlikları vardı. Düşünüyordu da Hüseyin’e evet deseydi neler değişirdi hayatında. Belkide hayatının kara lekesi olmayacak , üniversiteyi bitirecek, şimdi öğretmen olacaktı. Ama olmamıştı. Bütün bunlar olmasaydı.
Soner ile Ahmet olmayacaktı hayatında . onlar hayatın kendine sunduğu hediye idiler. Onlar olmasa nasıl yaşardı Hafize.
Düşündü de hayatından memnundu onlar hayatının en önemli varlıklarıydı.şimdi Soner hayatında olmasada hatıraları hep olacaktı. Ahmet ise hayatında hep olacak onu babası gibi onulu biri olarak yetiştireceklerdi.
Soner’in yokluğuna baba evine döneli daha da alışmıştı.ilk önceleri onu işe gitti olarak düşünmüş , onun gelişini hayal etmişti. Bu hayallerle kendini bir süre kandırmıştı. Sonra gerçeği yavaş yavaş kabul etmişti.
Soner , karanlığa ışık tutan adam , karanlık kuyulardan Hafize’nin ellerini sıkıca kavrayan insan,Hafize’ye hayata gülmesini öğreten insan , yaşamasını öğreten insan Hafize ‘ye sevmeyi tattıran insan. Hafize’ye kötü gözler ortasından iyi bakan insandı. Soner Hafize’yi hiç kırmamış, incitmemişti.
Hafize :
_Soner seni asla unutmayacağım.
Günler geçmiş, Hafize’ye görücüler gelmeye başlamıştı. Hepsi de yaşlı başlı insanlardı.
Hafize her şeyi yaşamış bir kişi olarak insanların kendine bu kadar hoşgörüsüz davranmalarına kızıyordu. Bu yaşlı adamların hepsi de karılarını kaybetmişler, çocukları olan insanlardı. Nasıl kabul ederdi bütün bunları Hafize. anlaşılan bütün bu olanlara da alışması gerekiyordu.
Bir yandan acısı yüreğinin derinliklerini sızlatırken, diğer taraftan bu insanlarla uğraşması onu sinirlendiriyordu. Bazı anlar oluyordu ki bu insanlar onun üzerine geliyor, ısrar ediyorlardı. O zamanlar boğuluyor, haykırmak istiyordu. Tıpkı yumurtadan çıkan civciv gibi kabuğunu yarıp hayat ile kucaklaşmak istiyordu.
Ahmet büyümeye başlamıştı artık ayaklarının üzerine sağlam basıyor, güzel konuşuyordu.
Hüseyin Ahmet’i gördükçe ona samimi davranıyor, onu seviyor , beraber top oynuyorlardı. Hafize bütün bu olanlardan rahatsız olsada sesini çıkaramıyordu.
Ahmet Hüseyin’e o kadar bağlanmıştı ki iş dönüşlerini sabırsızlıkla bekliyor, Hafize ne kadar kızsa da annesini dinlemiyordu. Hüseyin’i görünce onun boynuna atılıyor , onu öpüyordu. Hüseyin Ahmet’e oyuncaklar alıyor, onun mutlu olması için elinden geleni yapıyodu. Aralarındaki bağ gittikçe sağlamlaşıyordu.
Hafize de yengesi Esma gibi el işlerine başlamış , ev ihtiyaçlarını karşılıyordu. Zamanla çok güzel el işlerini öğrenmiş, iyi müşteriler bularak bu el işlerini şehir dışına göndermişti.
Babası gelen görücülere kızıyor olsa da onların önünü alamıyordu. Hafize gibi bütün aile de bu olanları kaldıramıyordu. Hakan bu kişileri kırıyor, kovmaktan beter ediyordu. Hafize ailesine bu konuda destek veriyordu.
Aile kalabalıklaşınca ev bu kişileri almaz olmuştu. Babası evi büyütmeye karar vermişti. Ev öyle bir hal almıştı ki evin hanımları toparlamakta güçlük çekiyorlardı. Hafize annesine elinden geldiği kadar yardım etse de istenilen düzen sağlanamıyordu. Bu sebeplerden tadirat hemen başlamıştı. Bu süreçte evin tadirat işlerinde babasına Hüseyin yardım ediyordu. Hafize’nin babası inşaat ustasıydı ve evinim işlerini kendisi yapardı. Babasına da işten arta kalan zamanlarında Hüseyin yardım edecekti.
Hüseyin işten çıkar çıkmaz koşa koşa gelir işe koyulurdu. Babası ona övgüler yağdırırdı. Hafize Hüseyin’in kendine yakın olmasını istemiyor, onun gitmesi için türlü bahaneler uyduruyordu.Bu konuda elinden geleni yapsa da bunu başaramıyordu.
Hüseyin’in bu ilgisi çevredeki insanların dikkatini çekmiş, kısa zamanda dedikodular çıkmıştı. İnsanlar olayları o kadar abartıyorlardı ki Hafize dahi duyduklarına inanacak gibi oluyordu. Bütün aile duydukları karşısında sinirleniyor, kulaklarına gelen laflar arttıkça Hafize’ye yükleniyorlardı. Hafize bir kez daha mahsumluğunun bedelini ödüyordu. Mahallede sesler artıkça evdeki çığlıklar da artardı. Hakan sinirlerine hakim olamıyor Hafize’nin üzerine yürüyordu.
Hakan bu olanlara dayanamamış bir gün Hüseyin’in üzerine yürümüş, onu dövmüştü. Hüseyin ise bu konu hakkında sesini çıkarmamıştı.
Hüseyin bu olanların kendi hatası olduğunu biliyor, olanlardan dolayı utanıyordu. Ama duygularına söz geçiremiyordu. Sonunda Hüseyin Hafize’yi istemişti.
Hafize Hüseyin’in bu girişimi üzerine sessizliğini çığlığa dönüştürmüştü. İsyanlar etmişti. Ailesi onun bu isyanını bastırmak istese de başaramıyorlardı. Hafize olanlara katlanamamış bir gün Hüseyin’e:
_defoool! Her şey senin yüzünden oluyor. Artık oğlumun yüzüne bakamaz oldum. Dedikoduları haklı çıkarıyorsun adeta. Nedir benim çektiklerim? Ben daha kocamın acısını unutamadım sizin yaptıklarınıza bakın.
Diye bağırıyor, ağlıyordu.
Hüseyin bir cevap verememiş oradan ayrılmak zorunda kalmıştı.
Hüseyin Hafize ne söylerse söylesin onunla evlenmek istiyor, Ahmet’e sahip çıkmak istiyordu.
Ailesi Hafize’ye Hüseyin konusunda baskı yapıyorlar onunla evlenmesini istiyorlardı.
Babası:
_nesi var oğlanın, gül gibi çocuk. Evlen de şu dedikodular kesilsin bari. Hem seni kim alacak? yaşlı birine varana kadar şu gencecik oğlanla evlen.
Hafize:
_olmaz baba bana bu konularda baskı yapmayın.
Baba:
_kızım kocan öleli iki yıl oldu. Artık onu unut. hem Ahmet’i de kabul ediyor daha ne istiyorsun? Evlen erkenden yuvanı kur.
Hafize:
_istemiyorum baba.
_kızım sen başımızın tacısın ama birgün ölür gideriz ozaman yapayalnız kalırsın öylesimi şididen yuvanı kur.
Hafize:
_baba sen neler söylüyorsun ? ben kimse ile evlenmek istemiyorum. Bu dedikodu yüzünden hayatımı değiştiremem bir gün onlar da bıkarlar bu laflardan. Ben oğlumla yaşamak istiyorum onu kimselerin eline veremem.
Diyordu.
Ailesine söz geçiremese de Hüseyini durdurabilmişti.hüseyin bir süre sesizliğe gömülmüştü.
Bütün bu olayların etkisinden sıyrılmak isteyen Hafize köylerine gitmişti. köylerinde babaannesi ve amcası vardı. Babaannesi Hafize’yi çok severdi. Bu kadının yaşı oldukça ileri olmasına rağmen hafızası yerinde idi.hafize2yi konuşturur, onun dertlerini hafifletmeye çalışırdı. Bu kadın beyaz ve kırışık derilerinin yumuşaklığı ile Hafize’nin saçlarını okşardı. Ahmet köyde o kadar özgürce davranıyordu ki sokaktan eve gelmiyordu. Amcasının karısı Hafize’ye tepkili davransa da ona iyi davranırdı.
Hafize köy hayatını eskiden beri çok severlerdi. Köydeki evleri ormanlığın
Ortasında kalmış küçük bir evdi. Ormanın doyumsuz kokusunu içine çeker içi rahatlardı. Babaannesinin biraz yukarısında kendi evleri vardı. Babası çocuklarını okutabilmek için burasını bırakmak zorunda kalmıştı. Bu isteği ne yazık ki gerçekleşmemişti. Hafize bu eski evlerine gider , bertaraf olmuş bahçenin çimlerinin üzerine otururdu. Hafize’nin çocukluğu bu köyde geçmişti. Bembeyaz bir kuzuları vardı. Hakan bu kuzuyu çok severdi. Onu yanından ayırmazdı. Hafize bu kuzu için Hakan ile kavgalar ederdi. Hafize bahçedeki çimlerin üzerine oturur, papatyalar toplar, onlardan taçlar yapardı kendine küçük elleriyle. Çiçekler arasında menevşeyi çok severdi aksine o da çalılıkların arasında biterdi. Hafize’nin çocukluğu da gençliği gibi yapayalnız geçmişti. Kendi yaşlarında bir arkadaşı olmamıştı. çok iyi hatırlıyordu az ilerisinde duran dut ağacının altını ağabeyi Halim ile oralarda az çerçi beklememişlerdi. Çerçi gelirken çığlık çığlığa koşarlardı ona doğru. Aldıkları yiyecekleri çocukça akıllarıyla paylaşamazlardı. Halim yolda küçük kardeşine olmadık eziyetler yapar onu ağlatmayı başarırdı. Hafize bir keresinde hasta olmuş doktora gitmekistemeyince babası gönlünü etmek için ona çok güzel bir bebek almıştı. Hatırladı da o bebekle şu çimlerin üzerinde az oynamamıştı. Çok sessiz bir kız olduğunu hatırlıyordu. Kendinin aksine Hakan olmadık yaramazlıklar yapar , Hafize’yi durduk yerde ağlatırdı. Bir keresinde Hafize’nin elini kapıya kısıktırmıştı.
Bu hatıralarla kendinden geçen Hafize oğlunun sesiyle gerçek hayatla kucaklaşmıştı. Ahmet bağırarak annesini çağırıyordu.
Hafize:
_ ne var oğlum? Geliyorum.
Ahmet:
_ anne Nisa beni dövüyor.
Anlaşılan yine kavga vardı. Ahmet büyüdükçe yaramazlaşıyor, kimseyle anlaşamıyordu.
Babaannesi hafize’nin Hüseyin ile evlenmesini istiyordu. Onun ilgili bütün güzel şeyleri anlatıyor, sözleri dolaştırıyor yine ona getiriyordu. Ama isteğini bir türlü açıkça söyleyemiyordu.
Amcasının karısı Hafize’yi çağırır, ondan ev işlerinde yardım isterdi. Hafize ev işlerine bakar yengesi ise hayvanlarla ilgilenirdi.
Hafize oldu olası hayvanlardan korkardı ve bu korku hala devam ediyordu. İnekler yolda giderken kendisinin o yoldan gitmesi imkansızdı. Yengesi geçirirdi Hafize’yi gideceği yere kadar. En çok ta köpeklerden korkardı. Hatta bir keresinde köyde kalırken komşuları Hoca Emmi’nin hindileri onu kovalamıştı. Çığlık çığlığa eve gelişini hatırlıyordu. O olaydan sonra evdekiler onunla alay ederlerdi.
Hüseyin’in bir süre sesi çıkmasa da fazla dayanamamış , Hafize’nin arkasından köye gelmişti. Akraba olduklarından pek bir sorun yaşanmıyordu. Herkes bu durumu kabullenmiş son söz Hafize’ye bırakılmıştı.
Hüseyin onu takip ediyor onunla konuşmak için elinden geleni yapıyordu. Ailesinin bu olanlara göz yummasına Hafize’nin canı sıkılıyordu. Hüseyin’in bu laftan anlamaz tavrına kızıyor onu her seferinde tersliyordu. Hüseyin birgün:
_Hafize böyle yapma bir kere beni dinle konuşalım. Seni ne zamandır seviyorum bunu sende biliyorsun ne olurdu bana evet desen?
HAFİZE:
_Sen ne sevgisinden bahsediyorsun , ben kimseyle evlenemem. Yol yakınken git kendine başka birini bul . ben senin dengin değilim başıma gelmeyen kalmadı kendine uygun birini bulacağına eminim .
_Hüseyin:
_Ben senden başkasıyla yapamam, Ahmet’i dert ediyorsan onu ben zaten kabul ediyorum. İnan kendi çocuğum olursa onu kendi çocuğumdan ayırmam.
Hafize:
_Ben oğlumu kimselerin ellerine veremem. Üstelik acılarım hala taze.
Hüseyin ısrar ediyor ondan bir söz almak istiyordu. Onu bırakmıyordu.
Hüseyin:
-ne olur düşüneceğini söyle bari böyle kestirip atma. Sadece bir kere düşün.
Hafize onun ısrarına dayanamamış düşüneceğine söz vermişti.
Önce bu sözü Hüseyin’in kendini rahat bırakması için söylese de bu düşünmeyi gerçekten yapmıştı. Ailesi onu çok seviyorlardı, oğlu da aynı şekilde idi. Bir kere de insanlara güvenmek istiyordu. Ahmet’e sığınacak bir liman arıyordu. Şimdi onu çok sevmese de ona zamanla ısınacaktı kim bilir beklide sevecekti. Bunu oğlu Ahmet için ailesi için yapıyordu.
Hüseyin’e evet diyecekti…
SON
Elif ABİLMEZ
1001110031 _ PDR(İ.Ö.)