Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    umuda yolculuk

    avatar
    1001060060


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 06/12/10

    umuda yolculuk Empty umuda yolculuk

    Mesaj  1001060060 Paz Ara. 19, 2010 9:27 am

    UMUDA YOLCULUK
    Annem, evimizin önündeki tarlada çalışıyor, ablam, anneme yardım ediyor, ben de evi süpürüyordum. Babam telaşla koşarak geldi eve. Anneme:
    “Emine, düşman kapıya dayanmış. Harşıt’a kadar gelmişler. Kürtün’ü işgal etmişler. İnsanların çoğu eşyalarının taşınabilecek kısmını alıp yollara düşmüş. Bir kısmı da sahile inip oradan gemilerle büyük illere, başka ülkelere gidecekmiş. Bizim Muhtar Ahmet de tek çarenin gitmek olduğunu söylüyor. Kalanların evlerine girip yiyecek, içecek ne varsa almışlar, tarlaları talan etmişler, o masum insanların namuslarını kirletmişler. Karşı koymaya çalışanları öldürmüşler, evlerini ateşe vermişler. Yarın gece bizim köyden de bir grup yola çıkacak. Önce sahile inip oradan başka ülkelere gideceklermiş. Biz de burada kalamayız. Hazırlığımızı yapıp yarın gece onlarla yola çıkacağız.“
    Annem bir çığlık attı ve sonra ağlamaya başladı. Babama saatlerce yalvardı, ayaklarına kapandı.
    “ Gitmeyelim, burası bizim toprağımız, burada doğduk biz, ben başka yerde ölemem. “ diye yalvardı.
    Bu durumdan babam da memnun değildi. İlk defa babamı o kadar üzgün gördüm.
    “ Başka çaremiz yok. Kalamayız burada, yaşatmazlar bizi. Gidelim, ama geri döneriz. Düşmanlar çekilince tekrar döneriz topraklarımıza.”
    Annem mecburen kabul etti durumu. Ama sürekli ağladı. Onun üzüntüsü ablamla beni de kahretti. Zaten açlık , fakirlik vardı. Dört kişilik bir aile karnımızı zor doyuruyorduk. Evimizin önünde küçük bir tarlamız vardı, sebzemizi oradan alıyorduk. Beş tane koyunumuz, dört tane de tavuğumuz vardı. Ablamla ben sabahları kalkar tavukların yemlerini verir , sonra koyunları otlatırdık. Babam da köydeki zenginlerin bahçelerinde çalışırdı. Böyle bir düzen tutturmuş gidiyorduk. Ama şimdi ne olacaktı? Evimizi, köyümüzü bırakırsak nereye gidecektik? Nerede yaşayacaktık?
    Annem evdeki yiyecekleri bohçaya sardı. Bütün yiyeceğimiz üç bohçadaydı. Üç bohça bize kaç gün yetecekti?
    Babam tarlanın etrafında hayvanların girip zara vermemeleri için dizili olan taşları kaldırdı. Koyunlarımızı ve tavuklarımızı çıkardı ahırdan. Aç kalmamaları için onları tarlada bıraktı. Ablam ve ben olanların henüz farkında değildik ama zor geldi yinede ayrılık. Annemle babamın ağladığını görmek, onların yıllarını geçirdikleri evimizle , köyümüzle vedalaşmaları.
    Sonunda köyün çıkışında buluştuk diğer gidecek olan ailelerle. Hüzün herkesin gözünden okunuyordu. Herkes merak içindeydi. Herkesin elinde üç beş parça bohçası , çoluk çocuk döküldük yollara. Önce sahile inecektik. Yürüdük , günlerce yürüdük. Geceleri sadece birkaç saat uyuduk. Açlıktan , yorgunluktan hastalıklar başladı. Bohçalarımızdaki yiyecekler bitti. Geçtiğimiz yollardan topladığımız otları gece yaktığımız ateşte pişirip yemeye başladık. Gittikçe zayıflıyordum. Güçsüzleştiğimi hissediyordum. Her gün yürümek, soğuğa dayanmak biraz daha zor geliyordu. Açlıktan karnıma dayanılmaz ağrılar giriyordu . Artık iyice yorulmuştum.
    Ve sonunda sahile indik. Denizi gördüm. Ne kadar büyüktü, kocaman bir su kütlesi, ucu bucağı yok. Her an o koca dalgalar bizi yutacakmış gibi.
    Deniz kenarına indiğimiz gece babamı kaybettik. Açlığa, yorgunluğa , uykusuzluğa fazla dayanamadı. Babamın yokluğu, onun gücünün güveninin eksikliği bizi daha da güçsüzleştirdi. Bu duruma annem de fazla dayanamadı, hasta oldu. Onun için elimizden geleni yapmaya çalıştık fakat o şartlarda elimizden fazlası gelmedi. Birkaç gün içinde onu da kaybettik. Onların yokluğu ablam ve benim için büyük bir yıkım oldu. Ben 12, ablam da 15 yaşındayken biz öksüz ve yetim kaldık. Her şartta bizi koruyan, kollayan, kendi hastalıklarına rağmen bizi doyurmaya çalışan, varlıklarını, sıcaklıklarını bize hep hissettiren ailemiz artık yoktu. Hayat mücadelemizi tek başımıza verecektik.
    Günlerce ağladık , bu ayrılığın, yalnızlığın acısını dindiremedik acısını dindiremedik içimizde. Günden güne erimeye, tükenmeye başladık.
    Eğer böyle devam edersek bizim sonumuz da annem ve babam gibi olacaktı. Ben bu gerçeği ablamdan önce fark ettim. Biz toparlanmalı, birbirimize destek olmalı ve hayata devam etmeliydik.
    Bunları ablama anlattım . Beni anlaması zor olmadı. O gün birbirimize söz verdik. Ne olursa olsun bu hayatta hep beraber olacak , birbirimize hep destek olacak ve sımsıkı tuttuğumuz ellerimizi hiç bırakmayacaktık. Birbirimize olan bağlılığımız daha da arttı. Birlikteliğimiz sayesinde çabuk toparlandık.
    Gece gündüz yürüyüş devam ediyordu. Deniz kenarının tehlikeli olacağını düşünerek tekrar dağlara çıktık. Yürümeye oradan devam ediyorduk. Yüz kişilik bir grupla çıkmıştık yola fakat annemle babamın da içinde olduğu grubumuzun yarısı açlığa, hastalığa dayanamayarak öldü. Yolumuza elli kişi devam ediyorduk.
    Dağlarda bulduğumuz meyve ağaçlarından meyve topluyor, o zamana kadar hiç görmediğimiz otlardan yiyorduk.
    Hastalığın iyice arttığı bir günde dağda ateş yakıp birkaç gün orada konaklamaya karar verdik. Kalacağımız yeri belirledikten sonra yiyecek ve odun toplamak için etrafa dağıldık.
    Ben yiyecek bulmak için dolaşırken elinde bir parça etle evine doğru koşan bir kadın gördüm. O kadar acıkmıştım ki . Utanarak kadına yaklaştım:
    “ Etten biraz da bana verir misin? “ dedim. Ama kadın kabul etmedi. “ Eti nerden aldın ? “ dedim.
    “ Deniz kenarında bir at ölmüş. Oradan aldım. “ dedi.
    İlk duyduğumda iğrenç geldi bu durun bana. Fakat kadının elindeki ete bakınca sığır etinden hiç de farklı değildi. Etrafa bakındım ablamı aradım fakat görünürde yoktu. Onu arayarak zaman kaybedemezdim. Hemen koşup etten bir parça alıp ablama da getirebilirdim. Başladım ağaçların arasından hızla koşmaya. Yorgunluktan, açlıktan nefesim kesiliyordu. Hava kararmak üzereyken vardım deniz kenarına. Ama ne at vardı ne de et. Sağa sola koşmaya devam ettim ama bulamadım.
    Açlıktan bütün gücüm tükenmişti, dizlerim titriyordu, geri dönecek gücüm yoktu. Geceyi de aç geçiremezdim. Korkarak deniz kenarındaki evlerden birinin kapısını çaldım. Bir hanım gülümseyerek açtı kapıyı. Adı Taliye’ydi.
    “ Buyur kızım, kimi arıyorsun? “ dedi.
    “ Çok açım, bir parça ekmek verir misin? “ dedim utanarak.
    “ Ekmeği veririm ama bir şartım var: Bundan sonra burada bizimle kalacaksın. Ev işlerini yaparsın, yemekleri hazırlarsın, çocukları bakarsın ve karşılığında senin de karnın doyar. “ dedi.
    Söylediğini kabul edebilirdim ama ablam vardı onla yaptığımız anlaşma vardı. Onu yalnız bırakamazdım.
    “ Şartınızı kabul ederdim ama burada sizinle tek kalamam.” dedim.
    Taliye Hanım’a ablamı, annemi, babamı ve yaşadıklarımızı anlattım. Beni dikkatle dinledi. Nereli olduğumuzu sordu. Tirebolu’ya bağlı Üçtaş köyünden olduğumuzu söyledim. Taliye Hanım çok şaşırdı onlar da Tireboluluymuş. Savaş nedeniyle Bolaman’a taşınmışlar. Eşi ve üç küçük çocuğuyla burada kalıyorlarmış. Ve savaş ortamı yatışınca memleketlerine döneceklermiş.
    Eğer onlarda çalışırsam bir süre onlarla Bolaman’da kalır, daha sonra da memleketime dönebilirdim. Bu durum kafama yattı. Taliye Hanım’a :
    “ Ablamdan ayrılamam, onu bırakamam ama sizin için de uygunsa ablam da burada kalabilir. “ dedim. Beni dinledi ve anladı.
    “ Haklısın ancak bu kararı ben tek başıma veremem, eşim Mithat Efendi’yle konuşmam gerekiyor. Bu gece konuşur, yarın sana durumu bildiririm. “ dedi.
    Aylardır yemediğim yiyeceklerden yedim. Karnımı tıka basa doyurdum ama aklım hep ablamdaydı. Ona haber vermeden gelmiştim. Kim bilir beni nasıl merak etmiştir? Belki de başıma kötü bir şey geldiğini düşünüp, kendini perişan ediyordu. Çok yorgundum yemeği de yiyince iyice ağırlaştım ve ablamı düşünerek uyuyakaldım. Ama rahat uyuyamadım bir sürü kabus gördüm. Ve sonunda sabah oldu. Kapının önünde Taliye Hanım’ı beklemeye başladım. Heyecandan , meraktan kalbim öyle hızlı çarpıyordu ki, yerimde duramıyordum. Yüzünde ciddi bir ifadeyle geldi Taliye Hanım:
    “ Malum Mithat Bey’in üç beş kuruş maaşıyla geçiniyoruz. Üç küçük çocuğumuz var. Bir de sen olunca para zar zor yeter bize. Ablan bizimle kalamaz. “ dedi.
    Hiç böyle bir tepki beklemiyordum. Şok oldum. Ben ablamı da kabul edeceklerini sanıyordum. Birbirimizden ayrılmadan hayatımızı kurtaracağımızı düşünüyordum. Ağlamaya başladım. Taliye Hanım:
    “ Ağlama, bizde kalamaz ama Mithat Bey’in yakın dostu Tekel müdürü Cemal Beyler de evlerinde yardımcı birini arıyorlarmış. Orada kalabilir. Evleri de bize yakın. Birbirinizi özlediğinizde görebilirsiniz. “ dedi.
    Bu fikir ilk başta korkunç geldi bana. Kabul edemezdik, birbirimize söz vermiştik, her an birlikte olacaktık, birbirimizin hayatını paylaşıp , her şeyi daha kolaylaştıracaktık. Ama düşündükçe doğru bir karar olabilir dedim. Eğer bu teklifi kabul etmezsek hiçbir yaşam garantimiz yoktu. Bir planımız yoktu. Sadece yürüyorduk, önü kıştı böyle nereye kadar devam edecektik? Hem ablamdan hep ayrılmayacaktım ki yakın olacaktık, özlediğimizde görebilecektik birbirimizi. Hemen zaman kaybetmeden yola çıktım. Bir çok şey düşünerek devam ettim yola. Yol bu sefer çabuk bitti. Ablamı dere başında ağlarken buldum. Düşündüklerimde yanılmamıştım. Ablam başıma kötü bir şey geldiğini, beni bir daha göremeyeceğini düşünmüş.
    Koşup sarıldım ona. O da bana sımsıkı sarıldı, öptü, kokladı beni ikimizde ağlıyorduk. Sonra beni itip yüzüme bir şamar attı, saçlarımı çekmeye başladı.
    “ Çok korkuttun beni. Başına kötü bir şey geldiğini düşündüm. Nasıl yaparsın bunu? Biz böyle mi anlaşmıştık? “ diye bağırıyor, ağlıyordu.
    Hiçbir şey diyemedim. Sadece ağlayarak onu dinledim, sakinleşmesini bekledim. Sonra bütün olanları anlattım ona. Ağlayarak dinledi beni. Ablam olaylar karşısında mücadeleyi çabuk bırakan, duygusal davranan, fevri kararlar veren biriydi. Ama bana güveniyordu. Onu ikna etmeyi başardım.
    Ablam, Cemal Beyler de, ben de Taliye Hanımlar da çalışmaya başladık. İkimizin de hayatı düzene giriyordu. Birlikte kaldığımız ailelere alışmaya başladık, onların evlerini, işlerini, düzenlerini benimsedik.
    Taliye Hanım; sıcak, güler yüzlü biriydi. Çocuklarıyla ilgilenmeyi çok severdi. Bana da çok yardımcı oldu. Önce bana evde neler yapmam gerektiğini anlattı. Ben öğrenmeye çalışırken hep yanımda bulundu, yardımcı oldu. Hatalar yaptığımda durumu fazla büyütmedi.
    Mithat Bey; ciddi, sert görünümlü biriydi. Sadece gerektiği zaman konuşurdu. Sabahları erkenden işine gider, akşamları geç gelirdi. Eşini ve çocuklarını severdi fakat pek belli etmezdi. Onlarla hep uzaktan ilgilenirdi. Benimle gerekmedikçe muhatap olmazdı.
    Esma; evin en büyük kızıydı. 9 yaşındaydı. Çok akıllı, olgun, aklı başında bir çocuktu. En büyük çocuk olduğu için kardeşlerinin sorumluluğu onun üstündeydi. Esma, benim de çok iyi arkadaşım oldu. Ben ondan sadece üç yaş büyüktüm. Biz onunla birlikte büyüdük. Birbirimizden çok şey öğrendik.Benim başımdan geçen olayları dinlemeyi çok severdi. Bana:
    “ Sen çok güçlüsün Fatma. Hayatta, her durumla mücadele edebilirsin. Her şeyi bir kenara bırakıp, kendin için en doğru kararı verebilirsin. Karamsar olup, kendini üzmek yerine içinde hep bir umut taşıyorsun. “ derdi.
    Evet haklıydı. Ben bu küçük yaşımda hayattan onu öğrenmiştim. Eğer olaylar karşısında karamsarlığa kapılıp, köşene çekilirsen hiçbir zaman istediğini alamazsın. Önce isteğinin olacağına inanıp, sonra onun için mücadele etmek gerekir. Onun için ben hiç bir olaylar için “ olmaz başaramam “ demem. Hep içimde bir umut beslerim.
    Habibe, ikinci çocuktu. Esma’ dan iki yaş küçüktü. Sakin yapılı, mızmız bir çocuktu. Ben iş yaparken Esma yanıma gelirdi, sohbet ederdik. Habibe’de bize katılmak isterdi ama biz onu yanımıza almazdık. Bizden küçük olduğu için sohbetimize katılamayacağını düşünürdük. O da ilk başta ikna etmeye çalışırdı bizi ama başaramayınca annesine söylemekle tehdit ederdi. Biz pes etmezdik ve onu yanımıza almazdık.
    Ali, evin en küçük çocuğu, tek oğluydu. Tabi erkek olması onun için anne babasının gözünde avantajdı. Bir de iki kızdan sonra doğan erkek olunca Ali’nin değeri daha bir artıyordu. Ali’de daha 5 yaşında olmasına rağmen durumun farkındaydı. Evde her istediğini yaptırıyordu. Özellikle ablalarını ve beni çok kullanıyordu. Bizim ona itiraz etme hakkımız yoktu çünkü hemen soluğu babasının yanında alıyordu. Evdeki herkes Mithat Bey’den çekiniyordu. Mithat Bey’e sadece Ali’nin nazı geçiyordu.
    Ali aslında duygusal, içinde insan sevgisi olan, haktan yana bir çocuktu. Muhtemelen bu özelliği annesinden geliyordu. Ancak çevresinden ve özellikle babasından etkileniyordu. Bütün şımarıklıklarını akşamları babası işten gelince yapıyordu. Babası asla ona kızmazdı. Ali bir şey istediğinde annesi ya da ablaları vermezse avazı çıktığı kadar bağırıp, ağlardı. Bu durumda Mithat Bey olayın ne olduğunu dahi sormadan Ali’yi ağlatana kızardı.
    “ Ağlatmayın bir tanecik oğlumu, ne istiyorsa verin. “ derdi. Büyüklerde o ağladığında ne olacağını bildikleri için Mithat Bey, Ali’nin sesini duymadan olayı çözmeye çalışırlardı.
    Ali bu şımarıklıkları gündüz babası yokken yapamazdı. Taliye Hanım onu ideal bir evlat olarak yetiştirmeye çalışırdı. Anne, baba arasında birliğin olmaması zorlaştırıyordu her şeyi.
    Ben, evde yapmam gereken işleri yapar, olaylara karışmazdım. Mutfak işleri ve yemek yapma tek benim işim değildi. Yemek yapmayı Taliye Hanım’dan öğrendim. İlk başlarda o yemek yaparken sadece onu izleyip, bulaşık yıkıyordum. Zamanla basit yemekleri yapmayı öğrendim. Haftada bir gün evi ayrıntılı bir şekilde temizliyordum. Çocukların bakımında yardımcı oluyordum Taliye Hanım’a. Özellikle Ali’yle çok ilgilendim. Elimde büyüdü. Onun her gelişimiyle ilgilendim.
    Ablamla her hafta olmasa da iki haftada bir görüşebiliyorduk. Bazen işlerimizi erken bitirip deniz kenarında buluşuyorduk. Ama o süreler bize yetmiyordu. Çok özlüyorduk birbirimizi.
    Saatlerce oturup neler yaptığımızı anlatmak istiyorduk birbirimize. Ama zamanımız kısıtlı oluyordu. Bir araya gelir gelmez sımsıkı sarılıp birbirimize, hasret gideriyorduk. Ablam da memnundu halinden, en azından evdeki işler ağır değildi. Birlikte kaldığımız aileler de iyiydi. Gücümüzün yetmediği, yapamayacağımız işleri istemiyorlardı bizden. Yaptığımız işlerde zorlanmıyorduk. Ben evde Esma’yla iyi anlaşıyordum, her şeyimi ona anlatabiliyordum, onu ablamın yerine koyuyordum zaman zaman. Akşamları bazen oturup dertleşiyor, bazen de gülüp eğleniyorduk. Ama ablam yalnız kalıyordu. Onun kaldığı evde Cemal Beylerin iki çocuğu vardı. Biri üç yaşındaydı, diğeri de yeni doğmuştu. Cemal Bey’in eşi, iyi biriydi fakat asık yüzlü ve soğuktu. Bu yüzden ablam, içini dökeceği, oturup dertlerini paylaşacağı, arada dedikodu yapıp güleceği birinin eksikliğini çok yaşıyordu.
    Birbirimize kavuşacağımız günün hayaliyle geçiriyorduk haftalarımızı. Bu duruma katlanmak zorundaydık. Karnımızı rahatça doyuruyorduk, hepsinden önemlisi can güvenliğimiz vardı. Her an dışarıda, soğukta, aç, hastalıkla burun buruna, göçebe bir yaşamdansa bu hayatı tercih etmiştik. Eğer bu zorluklara katlanmasak, hayatımız şimdikinden daha katlanılmaz bir şekil alırdı.
    Aradan iki yıl geçti. Bu sürede yanlarında yaşadığımız ailelere daha da alıştık. Ben kendimi o ailenin bir üyesi olarak görmeye başladım. Bunu bana özellikle Taliye Hanım ve çocuklar hissettirdiler.
    Bir Pazar günü ablamla deniz kenarında buluştuk. O kadar özlemiştik ki birbirimizi, sımsıkı sarıldık birbirimize. Haftamızın nasıl geçtiğini, neler yaptığımızı anlattık. Evdeki çocukları, onların yaramazlıklarını, öğrendiğimiz yemekleri konuştuk. Her zaman buluştuğumuzda yaptığımız konuşmalardı. Ama bu gün ablamda bir durgunluk vardı. Her zamankinden daha az konuşuyordu. Gözleri sulanmıştı, her an ağlayacak gibiydi. Uzandım, elini tuttum:
    “ Ablacığım, sende bir durgunluk var. Hasta mısın? Yoksa canını sıkan bir şey mi var? “ diye sordum.
    Duraksadı biraz, yutkundu, sonra toparladı biraz kendini:
    “ Gidiyorum. “ dedi.
    Anlayamadım, nasıl, nereye giderdi? Peki ben ne olacaktım?
    “ Gidiyoruz. Cemal Bey Almanya’daki abisiyle konuşmuş. O da gelin buraya, burada hayat daha kolay. İş de var, rahat rahat çalışır, yaşarsınız demiş. Cemal Bey buradaki işinden istifa edecek. Haftaya gideceğiz. Beni de götürecekler. Burada kalsam ne yapabilirim? Orada işçiye ihtiyaç varmış. Belki bende dışarıda çalışırım, daha çok para kazanırım, kendi ayaklarımın üstünde durabilirim. “ dedi.
    İkna etmeye çalıştım ablamı. Yalvardım. Gözümden akan yaşlar yağmur oldu.
    “Abla ne olur gitme. Bırakmayalım birbirimizi. Annemizi babamızı da kaybettik. Bizim, hayatta başka kimsemiz yok. Sadece ikimiz kaldık. Bizde ayrılmayalım. Birbirimize destek olmazsak hayat daha da zorlaşır bizim için. “
    O kadar dil döktüm ama ne dediysem ikna edemedim ablamı, taşlaşmıştı sanki kalbi bir türlü yumuşatamıyordum. Oysa ablam, her zaman benden daha duygusaldı. Ve ben onu ikna edebilirdim.
    “ Peki, birbirimize verdiğimiz sözler ne olacak? Hani hiçbir zaman ayrılmayacaktık, hep birbirimizin yanında olup, destek olup, elini tutacaktık. Verdiğimiz bu sözleri ne çabuk unuttun. Biz burada iki hafta birbirimizi görmeyince dayanamıyoruz. Hiçbir zaman görmemeye, hep ayrı kalmaya nasıl dayanacağız? “ dedim.
    “ Görüşürüz yine, biz yazın, tatillerde geliriz. “ dedi.
    Boğazımda bir şeyler düğümlendi yine. Yutkundum gitmedi o düğüm. Yaşlar sel olup, akmaya başladı. Engel olamıyordum akmalarına. O düğüm, sonu gelmeyen hıçkırıklara dönüştü.
    Olmadı, yapamadım bu sefer. İkna edemedim ablamı. Ablam ilk kez bu kadar kararlıydı, dönmedi verdiği karardan.
    O hafta boyunca her gün kapılarına gittim, yalvardım ablama kalması için. İkna olmadıkça ablam, kahroldum. Yaşadığım en zor, en acılı bir hafta, o haftaydı. Sürekli ağladım. Ablamın neden böyle bir karar verdiğini düşündüm. Bundan sonra yaşayacağımız ayrı hayatların nasıl olacağını düşündüm. Evde hiçbir iş yapmadım. Esma’yla bile konuşmak istemedim. Yalnız kalıp, yalnız düşünüp, acımı yalnız yaşamak istedim. O sürekli konuştu. Beni ikna etmeye çalıştı ama ben kimseyi dinleyecek halde değildim. Çoğunda dinliyor gibi göründüm.
    Ayrılık günü geldi. Ablamları yolcu etmeye, Taliye Hanımlarla birlikte gittik. Evdeki eşyaları satıp, araba parası olarak kullanmışlar. Sadece birkaç parça kıyafetleriyle, taşınabilir birkaç parça eşyalarını almışlardı.
    Ablam, soğukkanlı görünüyordu.Ama gece ağladığı belliydi. Gözleri şişmiş, kan çanağına dönmüştü. Yüzü de bembeyazdı. Benim göz yaşlarım bir haftadır olduğu gibi yine durmuyor, akıyordu. Yavaşça gittim ablamın yanına. Artık bir şey söylemiyordum. Çünkü bir haftadır söylenebilecek her şeyi söylemiştim. Bir faydası yoktu artık sözlerin. Söyleyecek halimde yoktu zaten. Şu anda sözün bittiği yerdeydik.
    Herkes bindi arabaya. Cemal Bey:
    “ Hadi acele edin, geç kalıyoruz. “dedi.
    Ablamın elini tuttum. Son kez sımsıkı sarıldım ona. Kulağına “ seni seviyorum ablacığım” diye fısıldadım. “Bende “ dedi. O da ağlıyordu.
    Ablam arabaya bindi ve gittiler. Araba gözden kaybolana kadar arkasından baktım. Arabanın arkasından geriye sadece hüzün kaldı.
    O, ablama son dokunuşum, son sarılışım oldu. Bir daha hiç dönmediler. Birbirimizden haber alamadık.
    Ben ablamla etle tırnak gibi olduğumuzu düşünüyordum. Hiç ayrılamayacağımızı. Ayrıldık ama çok büyük yara açıldı benim yüreğimde, durdukça sızlayan. Bir türlü kapanmayan. Kendimi çok uzun süre toparlayamadım. Karamsarlaştım, içime kapandım. Kimseyle sohbet edip, derdimi paylaşmak istemedim. Evde sadece üstüme düşen görevlerimi yaptım, sonra deniz kenarına gittim. Orada kendimle kalmayı seçtim. Saatlerce düşündüm. Çok uzaktaydı şimdi. Nasıldı? Ne yapıyordu? Hayatı kolay mıydı? Her şey istediği gibi ilerliyor muydu? Bu sorularım hep cevapsız kaldı. Ona olan özlemim gün geçtikçe arttı. Her yerde onun yüzünü görmeye, sesini duymaya başladım. İlk defa kendimi bu kadar yanız hissediyordum. Ablamı çok merak ediyordum. O da özlemiştir beni. O nasıl dayanıyor ayrı kalmaya? Günleri bu sorularla mücadele etmeye çalışarak geçti.
    Aradan iki ay geçti. Ben bu süreyi yalnız, karamsar geçirdim. Bu sırada evdeki görevlerim devam ediyordu. Kendimi toparlamaya karar verdim. Ne olursa olsun hayat benim için devam ediyordu. Kendimi, yapmam gereken işleri düşünmek zorundaydım. Boş geçen zamanlarımda yalnız kalıp, deniz kenarına gitmek yerine Esma’yla bir arada olmaya başladım. Onun bıcır bıcır sürekli konuşması, gülmesi, bir şeyler anlatması kafamı dağıtmamı sağlıyordu. Böylece yavaş yavaş toparlanmaya başladım ama cevap bulamadığım o sorular her zaman kafamın bir köşesinde kaldı. Zaman zaman uykumu kaçırıp, beni huzursuz etti.
    Bu geçen zamanda savaş ortamı dağıldı. İnsanlar kendilerini toparlamaya başladı. İşlerini bir düzene koydular. Bu savaş ortamını dağıtmayı, kalkınmayı sağlamayı başardılar. Bu başarı, çalışma sayesinde kazanıldı. Türk Halkı birlik beraberlik içinde tek yürek, tek bilek olmayı başardı ve yaralarını sardı.
    Bu sürede Mithat Bey’de memleketimiz Tirebolu’dan haber almış. Rus askerlerinin Tirebolu’yu hiç işgal etmediklerini, Gümüşhane’yi, Görele’yi, Kürtün’ü işgal ettiklerini, Tirebolu’daki Harşıt Çay’ına kadar geldiklerini fakat Rusya’da Bolşevik İhtilali’nin gerçekleşmesiyle Çarlık rejiminin yıkıldığını ve Rus’ların askerlerini geri çektiğini öğrenmiş. İşgalci güçler, Tirebolu’yu ele geçiremediler ancak ülkenin her köşesi gibi Tirebolu’da savaştan çok etkilendi. Çünkü Tirebolu’dan Bin başı Hüseyin Avni Alparslan komutasında bir ordu cephelere yardıma gitti. Bu giden ordudan çok az sayıda kişi geri döndü. Tirebolu halkı milli mücadeleye bizzat katılmıştır.
    Mithat Bey:
    “ Artık Bolaman’da kalamayalım. Kendi memleketimize, doğup büyüdüğümüz toprağımıza dönelim. “ dedi.
    Bu fikir hepimizi çok heyecanlandırdı. Annem, babam ve ablamla evimizden ayrıldığımız günü dün gibi hatırlıyordum. Evimize geri dönme umuduyla dört kişi olarak ayrılmıştık. Fakat geri dönen bir tek bendim. Bunları düşünmek gerçekten zordu.
    Eşyaları toplamaya başladık. Mithat Bey evi, uygun bir fiyata arkadaşına sattı. Paranın bir kısmıyla da bizi götürmesi için bir kamyoncuyla anlaştı. Önce eşyaları yükledik kamyona sonra da biz bindik. Ailemle dağlardan günlerce yürüyerek geldiğim yolları, başka bir aileyle kamyonun üstünde gidiyordum. Yol boyu sessizce olanları düşündüm. Acaba annemle babamı kaybettiğimiz yere gelmiş miydik? Ablam şimdi nasıl, nerde, ne yapıyordur, hepsinden önemlisi mutlu mudur? Ablam gittiği için çok üzüldüm ve aynı zamanda ona çok kızdım. Beni dinlemediği için, böyle bir kararı beni dinlemeyerek verdiği için. İçten içe ona kırıldım ama kırgın da olsam yine de onu çok merak ediyorum ve özlüyorum. Bunları düşündükçe içimi bir hüzün kapladı.
    Her zaman böyle anlarda olduğu gibi yine imdadıma Esma yetişti.
    “ Yine sessizleşip, kendi dünyana kapandın. Dön bize, düşündüklerini bizimle de paylaş. “ dedi.
    Onun sesiyle kendime geldim. Yolun kalanını etrafı izleyerek, kamyonun üstünde hoplaya hoplaya, toza dumana bulanarak tamamladık.
    Sonunda vardık Tirebolu’ya. Kalacağımız ev merkezdeydi. İki katlı, içten merdivenli, çatı katında da odası olan güzel bir evdi. Ama üç yıldır kullanılmadığı için harap haldeydi. Camları kırılmış, yer döşemeleri çürümüş, boyası dökülmüş, kırık camlardan içeri fareler girmiş, bazı odalara kuşlar yuva yapmıştı. Evi bu halde görünce tedirgin olduk, onarılıp, temizlenmesi için çok çalışmak gerekiyordu. Mithat Bey bir usta buldu. Usta evi tamire bir uçtan başladı. Hepimiz ustaya yardım ettik. Eğer el birliği içinde olursak evimiz çok daha çabuk tamir edilir biz de bir an önce yerleşirdik. Mithat Bey bazı basit tamirat işlerini yaptı. Taliye Hanım ve ben içerdeki eski eşyaları dışarı çıkarıp onları temizledik. Çocuklar da malzeme taşıdılar. Tamirat bitince evi iyice temizledik, dışarı çıkarıp, temizlediğimiz eşyaları yerleştirdik, kamyondaki eşyaları taşıyıp yerleştirdik. Eşyaların bir kısmı yolda kırılmış, yıpranmıştı. Fazla yıpranan, işe yarayamayacak hale gelenleri ayırdık. Ve sonunda yeni evimize yerleştik.
    Ben çatı katındaki tek odayı aldım. O gece temizledim, yatağımı yaptım, birkaç parça kıyafetim vardı, onları da yerleştirdim. Küçük, temiz, bana yetecek bir odaydı. Her şeyden önemlisi küçük camından denizi görebiliyordum. İlk gördüğümde beni ürküten, korkutan, dalgalarıyla beni yutacakmış gibi olan deniz, şimdi bakınca huzur bulduğum, beni sıkıntılarımdan uzaklaştıran vazgeçilmezim oldu.
    Birkaç gün sonra eski düzenimizi, yeni evimizde de kurduk. Ben yine evdeki işlerime devam ediyordum. Yemeği hala Taliye Hanım’la birlikte hazırlıyorduk ama artık kolay bazı çeşitleri ben tek başıma hazırlayabiliyordum. Bulaşığı yıkıyordum, temizliği yapıyordum, evin yakınındaki Gacan Çeşmesi’nden su taşıyordum. Ali’nin bakımıyla ilgileniyordum. Onun yemeğini yediriyor, üstünü değiştiriyor, yıkıyor, onu gezdiriyor ve uyutuyordum. Ali, büyüdükçe olgunlaşıyor, küçükken yaptığı şımarıklıkları yapmıyordu. Büyüdükçe Ali’yle daha iyi anlaşıyor, birbirimizi daha çok seviyorduk. Artan zamanımı da Esma’yla geçiriyordum.
    Tirebolu’ya gelmek beni biraz rahatlattı. Annemin, babamın doğup büyüdüğü, ablamın ve benim dünyaya geldiğimiz yerde olmanın beni aileme daha çok yaklaştırdığını hissettim. Bizim köyümüzü, evimizi çok merak ediyordum.Acaba evimiz hala sağlam mıydı? Köyü, evi kendim bulabilir miydim?
    Bir gün eve su almak için çeşmeye gittim. Çeşmenin başı kalabalıktı. Çocuklarıyla gelmiş bir sürü kadın vardı. Kenardaki bir taşın üzerine oturup, kovalarımı yere koydum ve beklemeye başladım. Kadınlar bağıra çağıra konuşup, gülüp kovalarını dolduruyor, orada koşuşturan çocuklarına bağırıyorlardı. Arada konuşmalarını dinledim. Üçtaş Köyünden, muhtarından, köyden Tirebolu’ya gelenlerden bahsediyorlardı. Hemen yanlarına gittim.
    “ Teyze, nerelisiniz siz, köyünüz neresi? “
    “ Üçtaş Köyündeniz.Bir kaç ay önce buraya geldik. Ama köye gidip geliyoruz. Sen kimsin? Nerelisin? “
    Bende aynı köyden olduğumu söyledim. Babamı tanıttım. Kısaca başımızdan geçenleri anlattım.
    Kadın, ilgiyle dinledi beni. Annemi, babamı tanıyormuş.
    “ Kızım, sizin köydeki eviniz duruyor. Evinizin önündeki bahçeniz de kaç senedir bakılmadığı için ormana döndü. Madem annen, baban yok; orayla ilgilenmek sana düşer. İstersen başında dur, kendin işle bahçeni; istersen de sat. Bakımsızlıktan çürüyeceğine parasını alırsın. “ dedi.
    Söylediklerinde haklıydı. Ben de uzun zamandır köydeki evimizi ve küçük bahçemizi düşünüyordum. Köye gidip bir an önce evimize bakmalıydım ve evi iyi bir fiyata satıp, parasını değerlendirebilirdim.
    Bir gün Mithat Bey ve Taliye Hanım’la bu konuyu konuştum. Köye gidip, evimizi satmak istediğimi söyledim. Bana hak verdiler.
    “ Kendin tek başına halledebilir misin? “dedi Taliye Hanım.
    “ Evet, yapabilirim. Muhtar Ahmet Amcaydı. Babamın arkadaşı. Değişmemiş, hala oymuş muhtar. Onun yanına giderim, anlatırım ona olanları, o bana yardımcı olur. Siz sadece bana birkaç gün izin verin. Ben işlerimi halleder, dönerim. “ dedim.
    Kabul ettiler. Mithat Bey bana biraz para da verdi. Hepsiyle vedalaştım. Esma’ya döneceğime söz verdim. Ve yola çıktım.
    Köye gittim muhtar Ahmet Amca’yı buldum. Kendimi tanıttım. Evi ve bahçeyi sordum. Sağlam olduğunu söyledi Ahmet Amca.
    “ Ben şimdi Tirebolu’da kalıyorum. O evle de bahçeyle de ilgilenemem. Satmak istiyorum. Bana yardımcı olur musun? “ dedim.
    Ahmet Amca:
    “ Kızım, köyümüzden o zamandan beri giden çok aile oldu. Hepsi evlerini, bahçelerini bıraktılar. Benim elimde bahçe sınırlarının yazılı olduğu belgeler ya da tapular yok. Ben bahçe sınırlarının kimlere ait olduğunu bilmiyorum. Ancak sana karşı mahalleden Abdi yardım edebilir. O herkesin bahçe sınırlarını biliyor. Hatta giderken tapularını ona bırakanlar bile var. Sen şimdi bize gel, bu gece bizde kal. Ben yarın Abdi’yle konuşurum, o sana yardımcı olur. “ dedi.
    Kabul ettim. O gece Ahmet Amcalarda kaldım. Gece boyu evimizin hatıralarını düşündüm. Evimizde ailemle geçirdiğimiz acı, tatlı günleri düşündüm. Acaba bu evi satarak yanlış mı yapıyordum? Ailemden bana kalan son hatırayı elimden çıkarmamalı mıydım? Ailem yaşasa bu kararım hakkında ne derlerdi? Gece boyu bu sorulara cevap aradım. Eğer bu evi satmasam tek başıma burada yaşayamam. Uzakta olunca da ev ve bahçeyle yeterince ilgilenemem. Bu yüzden bu evi satmak en doğrusu. Ailem, her zaman kalbimde. Onlar da benim için doğru olanın bu olduğunu düşünürlerdi. Ben bu düşüncelerle mücadele ederken sabah oldu.
    Sabah, Abdi Efendi’yle konuşmaya Ahmet Amca’yla birlikte ben de gittim. Ahmet Amca yaşadıklarımı Abdi Efendi’ye anlattı. Abdi Efendi dinledi ve dikkatle beni süzdü.
    “ Ben bu konuyu araştırayım. Evdeki tapulara, belgelere bir göz atayım. Akşam kahvede sana haber veririm durumu. “ dedi Abdi Efendi.
    Teşekkür edip, oradan ayrıldık.
    “ Ben evimizi çok merak ediyorum. Gidip göreyim. “ dedim ve Ahmet Amcadan ayrıldım.
    Ağır ağır çocukluğumun geçtiği evimize doğru yürüdüm. Yıllardır kimsenin oraya uğramadığı belliydi. Otlar her yeri sarmıştı. Dikenlerin, sarmaşıkların içinde kalmış evimize doğru yürüdüm. İçimi bir hüzün kapladı. Bu evden ayrılırken bir ailem vardı. Beni koruyan, kollayan, her zaman yanımda olduklarına inandığım. Buradan ayrılırken hepimizin endişeleri vardı ama korkmuyordum. Yalnız değildim. Ailem her türlü zorluğun üstesinden gelirdi. Onlara olan güvenim sonsuzdu. Ama hiçbir şey güvendiğim gibi olmadı. Birbirimize olan desteğimiz, bağlılığımız çok uzun sürmedi. Kısa sürede onları kaybettim. Küçük yaşımda zorlu hayat mücadelesinde yalnız kaldım.
    Üç senede hayatımdaki her şey değişti. Üç sene önce ailesiyle yaşayan, onların korumasında olan, ailesinin verdiği kararlara uyan kız artık tek başına, kendi ayakları üstünde duran, kendi kararlarını veren biriydi.
    Evin önünde ablamla oynarken oturduğumuz taşın üstüne oturdum ve annemi, babamı, ablamı uzun uzun düşündüm. Onların olmaması, benim için büyük bir eksiklikti. Ama ben bu sürede daha da güçlendim, kendime güvenim arttı. Ben hüzün ve güven ikilemi arasında düşünürken; bazen gözlerimden hüzün geçti, bazen de küçük bir tebessüm belirdi.
    Akşam olmak üzereydi. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Yavaşça yerimden kalktım ve Ahmet Amcalara gittim. Ahmet Amca, Abdi Efendi’yle konuşmuş. Merakla:
    “ Ne dedi Abdi Efendi? Yardım edecek mi bana? Bulmuş mu belgeleri?” dedim.
    Ahmet Amca durakladı biraz. Zorlanarak başladı söze:
    “ Kızım, lafı dolandırmayacağım. Abdi Efendi açıkça ‘ Eğer benimle evlenirse ona yardım ederim.’ dedi. “
    Duyduklarıma inanamadım. Abdi Efendi’nin böyle bir teklif yapacağı aklıma hiç gelmedi. Benim hiç öyle bir düşüncem yoktu. Ben evimi, bahçemi satıp ailemin yerine koyduğum insanların yanına geri dönecektim. Ben bu yaştayken, hiç tanımadığım biriyle evlenemezdim. Bu imkansızdı.
    “ Karar vermekte acele etme. Bu gece düşün. Yarın sabah yine konuşuruz. “ dedi Ahmet Amca.
    Uyumadım. Gece boyu düşündüm. İlk başta asla olmaz, burada tanımadığım biriyle evlenemem. Hem Taliye Hanımlara da söz verdim geri döneceğime. Onlar da beni bekler. Ayrıca onlar benim ikinci ailem onların rızası olmadan böyle bir evlilik yapamam, diye düşündüm. Ama buradaki işlerimi halletmem gerekiyor ve bana sadece Abdi Efendi yardımcı olabiliyordu. Bu durumun bir çözümü olmalıydı. Ama o çözüm neydi? Sabaha kadar düşündüm ve sonunda çözümü buldum: Abdi Efendi’yle evlenecektim. Ama bu göstermelik bir evlilik olacaktı. O benim işlerimi hallettikten sonra, kaçıp Taliye Hanımlara geri dönecektim. Beni orada bulamazlardı. Onlara bir ailenin yanında kaldığımı söylemiştim ama isimlerini söylememiştim.
    Sabah, Ahmet Amca’ya cevabımı söyledim. Şaşırdı, akşamki tepkimden sonra olumlu bir cevap beklemiyordu.
    “Tamam kızım, hayırlı olsun kararın. Ben kararını, Abdi Efendi’ye iletirim o da işlemlere başlar. “
    “ Peki, sağ ol Ahmet Amca ama ben Abdi Efendi hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Sen bana anlatır mısın? “
    “Tamam, gel kapının önünde oturalım, ben sana anlatayım:
    Abdi Efendi üç defa evlenmiş. Fakat üç eşinden de doğan çocukları yaşamamış. İlk evliliği on altı- on yedi yaşlarındayken olmuş. Bir oğlu olmuş. Abdi Efendi oğlu bebekken askere gitmiş. Tabi savaş zamanı olduğu için askerlikler kısa sürmüyormuş. Üç sene askerde kalmış. Üç seneyi oğlunun hasretiyle geçirmiş. Her gün ona kavuşmanın hayallerini kurmuş. Sonunda bitmiş askerlik. Hasretle dönmüş köyüne ama yolunu bekleyen, onu karşılayan olmamış. Önce bebeği ölmüş hastalıktan ardından da eşi. Bebeğinin acısına dayanamamış ana yüreği. Çok üzülmüş Abdi Efendi, günlerce ağlamış. İlk evladını kaybetmenin acısı zor gelmiş.
    Büyük bir acı yaşamış ama daha yaşı gençmiş. İkinci kez evlenmiş. Bu defa da bir kızı olmuş. Kız evlat, erkek evlat gibi olmamış ama sonuçta o da kendi canından bir parça. Onu da çok sevmiş Abdi Efendi. Her gün kucağında gezdirirmiş, yanından hiç ayırmazmış. Üç yaşına kadar sağlığı da yerindeymiş bebeğin. Bir gece hastalanmış, çok ateşlenmiş, sabaha kadar başında durmuşlar, köydeki ebeden ilaçlar almışlar, bebeğe içirmişler ama hiç biri işe yaramamış. Bebek sabaha karşı ölmüş. Abdi Efendi üzüntüden kahrolmuş. Günlerce eve uğramamış. Eşi de çok üzülmüş. Bir annenin evladını kaybetmesi kolay mı? “Ama ne yapalım ölüm de Allah’tan, elden bir şey gelmez” deyip, acısıyla başa çıkmaya çalışmış. Ancak Abdi Efendi’nin eve gelmemesini kaldıramamış, onu suçladığını düşünmüş ve o da Abdi Efendi’yi bırakıp gitmiş.
    Abdi Efendi’nin kendini toplaması yıllar almış. Umudunu yitirmemiş. Üçüncü kez evlenmiş. Bir kızı daha olmuş. Bebeğini kaybedip, hayal kırıklığına uğramamak için sevmeye korkuyormuş Abdi Efendi. Bağlanmamaya çalışıyormuş bebeğe. Eğer çok seversem daha çok üzülürüm diye düşünüyormuş. Korkularında haksız çıkmamış. Üçüncü çocuğunu da kaybetmiş. Üzüntüden eşi de hasta olmuş, gözlerini kaybetmiş. Hayatın bütün güzelliklerini, bütün nimetlerini gören o gözler bir daha görmemiş. Abdi Efendi de çok üzülmüş. Eşini yalnız bırakmamış bu sefer. Şu anda gözleri görmeyen eşiyle birlikte yaşıyor. Eşi ona ısrarla evlenmesini söylüyormuş.
    “ Benim çocuğum yaşamadı. Belki başkasının çocuğu yaşar. Allah’tan umut kesilmez. Senin de soyun devam eder. Ümidini kaybetme.” diyormuş.
    Abdi Efendi tekrar evlenmeyi düşünmüyordu ama seni görünce fikrini değiştirmiş. O kırk dört yaşında. Senden büyük. Ama baba olup, mutlu olması için geç değil.
    Sen de evlenip, kendi evini kurarsın, kendi hayatın olur. Nereye kadar başkasının evinde yaşayacaksın? “
    Ahmet Amca’yı dikkatle dinledim. Abdi Efendi benden büyüktü ve evde gözleri görmeyen bir eşi vardı. Baba olmak için evleniyordu. Ben bir ömür böyle yaşayamazdım. Evlenecektim, bahçem satılıp, paramı aldıktan sonra kaçmak için fırsat kollayacak ve sonunda başaracaktım. İkinci ailemin yanına dönüp eski hayatıma kaldığım yerden devam edecektim.
    Ahmet Amca, Abdi Efendi’yle konuştu. Her şey çok hızlı gelişti. Annemin, babamın , hiç kimsenin haberi olmadan evlendik.
    Abdi Efendi, iyi biriydi. Ama soğuktu. Bu soğukluğu belki yaşından, belki de yaşadığı acılardan ve kayıplardan kaynaklanıyordu. Fazla konuşmuyorduk. İkimiz de birbirimize geçmişimiz hakkında soru sormuyorduk. Bazen yaşanan acılar, üzüntüler paylaştıkça azalmaz, artar, tazelenir. Ben Abdi Efendi’nin yaşadığı acıları bildiğim için o konuları açıp, acısını tazelemek istemiyordum. Çünkü bende aynı duyguları yaşıyordum. Annemi, babamı, ablamı, yaşadıklarımı birilerine anlatmak acılarımı hafifletmiyor, aksine artırıyordu.
    Nuriye Abla, Abdi Efendi’nin Gözleri görmeyen eşiydi. Çok iyi bir insandı. Kırk yaşındaydı ama hastalıktan, bitkinlikten, yalnızlıktan daha büyük görünüyordu. Çok çabuk alıştık birbirimize. O beni yaşamayan kızı yerine koyuyor, ben de onu annemin yerine koyuyordum. Yıllar sonra onda annemden gördüğüm şefkati, yumuşaklığı gördüm. Ben de ona saygıda kusur etmedim.
    Bu arada Abdi Efendi bizim küçük evimizi ve evimizin önündeki bahçemizi uygun bir fiyata sattı. Tabi eşim olduğu için parayı o aldı. Ben bu durumu hiç düşünememiştim. Buradan gidebilmem için o paraya ihtiyacım vardı. Ama ben o parayı isteyemedim.
    Hep fırsat kolladım gidebilmek için. Köydeki çeşmenin başında Tirebolu’yu anlatan, oradan haberler getiren kadınları dinledim. Üçtaş’a geri dönüş maceram Gacan Çeşmesi’nin önünde duyduğum sözlerle başlamıştı. Belki Tirebolu’ya dönüşüm de çeşme başında duyduğum bir sözle başlayabilirdi. Hep onun hayalini kurdum. Onun için hep Tirebolu’dan gelen haberleri merakla dinledim. Taliye Hanımları düşündüm. Onlara dönme sözü vermiştim ama bir türlü dönemiyordum. Onlarda beni merak etmiştir. Keşke onlardan haber alabilseydim.
    Aradan bir yıl geçti. Anne oldum. Bir oğlum oldu. Hayatımın en büyük mutluluğunu yaşadım. Ona hamile olduğumu anladığımda içimde çok büyük endişelerim vardı. Ben bu hayatı, bu evliliği istemiyordum. Bu bebek de istemediğim evliliğin bebeğiydi. Ya ben o bebeği sevemezsem, onunla yeterince ilgilenemezsem? Bir annenin kendi bebeğini sevmemesi, istememesi kadar kötü bir durum olamaz. Bir bebeği en çok seven, bakan , büyüten, onun için en büyük fedakarlıkları yapan, sevgisiyle, şefkatiyle ona güven veren annesidir. Ya ben bu duyguları yaşayamazsam.
    Ama bu endişelerim boşa çıktı. Ona olan sevgim, bağlılığım gün geçtikçe arttı. Bu hayatı, evliliği istememem bebeğime olan sevgimi hiç azaltmadı. Aksine istemediğim bu hayatta ona, onun varlığına daha da bağlandım. Onu kucağıma aldığımda hayatımın en mutlu anını yaşadım. Bir çok sıkıntının, sorunun, korkunun içinde dahi onun varlığı içimde büyük bir heyecan, hiç yaşamadığım bir mutluluk yaşattı bana. Onun sesi, teninin kokusu her şeyden, herkesten daha önemliydi benim için. Ona Taliye Hanım’ın oğlunun adını verdim “Ali”. Ona her baktığımda Taliye Hanım’ı, Mithat Bey’i, Esma’yı, Habibe’yi ve Ali’yi yani ikinci ailemi hatırlayacaktım.
    O gün ilk defa Abdi Efendi’yi gülümserken gördüm. Mutluluğunu gözlerinden anladım. Gururla oğlunu kucağına alıp kokladı.
    Bana; ona öyle güzel ve sağlıklı bir çocuk verdiğim için teşekkür etti. Daha fazlasını da söylemek istiyordu ama yapamadı.
    O güne kadar hayatımdaki en önemli konu buradan kaçmaktı fakat Ali’nin doğumundan sonra her şeyim o oldu. Buradan gitme fikrinden vazgeçmedim ama o fikri ikinci plana ittim.
    Bebeğimle olan mutluluğum bir buçuk sene sürdü. Oğlum kızamık oldu. Önce çok fazla ateşlendi. Birkaç gün sonra da döküntüleri çıktı. İyileşeceğini düşündüm ama tekrar kötüleşti ve bir gece onu kollarımda kaybettim.
    O benim kanımdan, canımdan bir parçaydı. Onu kaybetmek hayatımı alt üst etti. Birkaç sene önce bebeğim olmadığı için anneliği, bebek sevgisini bilmiyordum. Ama sonra anne oldum. İçimde bebeğime karşı çok büyük bir sevgi oluştu. Gerçekten çok büyük, çok ilginç, çok yüce bir duygu annelik. Dünyaya geldikten sonra hayatımın merkezi haline gelen bebeğimi kaybetmek çok büyük bir acıydı. Aylarca kendime gelemedim. Bebeğimin boş beşiğine sarılıp sürekli ağladım.
    İlk kez Abdi Efendi’nin de ağladığını gördüm. Abdi Efendi, iyice sessizleşti, içine kapandı. Dördüncü çocuğunu da kaybetmişti. Bütün ümitleri söndü. Bu sefer de çocuğunu kaybetti bir daha baba olamayacağını düşündü.
    İkinci kez anne oldum. O büyük mutluluğu bir kez daha yaşadım. Bu sefer canımın parçasına bir şey olmaması için sürekli dua ettim. Onu yanımdan hiç ayırmadım. O uyurken nefesini dinledim. Her an onunla ilgilendim. Ona daha itinalı davrandım. O büyük acıyı, kaybı bir daha yaşamaktan çok korkuyordum.
    Abdi Efendi’nin de gözünde aynı mutluluğu gördüm. İkimizin de bebeğimizi kaybetme korkumuz vardı. Bu yüzden çok tedirgindik. Ama bu sefer korktuğumuz gibi olmadı. Biricik kızım emine yaşadı. Nereye gitsem, ne yapsam onu yanımdan ayırmadım. Onu istediğim gibi yetiştirmeye çalıştım.
    Çok zor olduğunu bilsem de kızımı alıp Tirebolu’ya gitme ümidini hiç kaybetmedim.
    Bir yıl sonra bir de oğlum oldu. O zaman tekrar anladım ki insanın hayatındaki en büyük mutluluğun kendi çocuğunu kucağına alması olduğunu, annelik duygusunun bütün duyguların üstünde olduğunu. Abdi Efendi oğlumuz Celal’in doğumuyla kaybettiği ümitlerini geri kazandı.
    İkinci çocuğumun doğumundan sonra o zamana kadar içimde hiç kaybetmediğim gitme ümidimin gerçekleşmeyeceğini anladım. O ümidim içimde, gerçekleşmeyeceğini bildiğim, benim için ulaşılmaz olan bir hayal olarak kaldı.
    Anne olduktan sonra hayatımdaki önceliklerim değişti. Olaylara daha duygusal bakmaya ve daha duygusal kararlar almaya başladım. Vereceğim her kararda önce çocuklarımı düşündüm. Kararlarımın onları nasıl etkileyeceğini, onların bu kararlardan memnun kalıp kalmayacağını düşündüm.
    Ben yıllardır yalnızdım. Bir aileyle birlikte yaşıyordum, onlarla bir şeyler paylaşıyordum, birbirimize destek oluyorduk ama ne olursa olsun hiç kimse kendi ailemin yerini tutmadı.
    İstemediğim bir evlilik yaptım. Peş peşe iki çocuğum oldu. Onlar benim hayatımdaki en büyük mutluluk oldular. Hayatta en yakın onları hissettim kendime. Belki canımdan, kanımdan bir parça oldukları için.
    Taliye Hanımlarda kaldığım sürede ev işlerini, yemek yapmayı, temizlik yapmayı öğrendim. Bunların yanında benim için en önemli olan da çocuk bakımı oldu. Taliye Hanım’ın çocuklarına olan tavırlarını sürekli izledim. Onun çocuklarına karşı tutarlı oluşunu, çocukların isteklerini gerektiği zaman yerine getirişini, onları dinleyişini, onların sözlerine, fikirlerine değer verişini, şiddete karşı oluşunu, onlarla olan iletişimini ve çocuk da olsalar gururları olduğuna inanışını imrenerek izledim ve kendime örnek aldım.
    Köyde insanlar cahiller. Olayların yeterince farkında değiller. Benim ailem de bu köyde doğdu, büyüdü fakat ben küçük yaşta buradan ayrılıp şehir kültürüyle yetiştiğim için buradaki yaşama uymam zor oldu. Buradakilerin temizlik anlayışı, yemek anlayışı bana uymuyordu. Çocuklarına olan tavırları, anları yetiştirme tarzları da bana uygun değildi. Ben kendi çocuklarımı yetiştirirken Taliye Hanım’ı örnek aldım kendime. Her zaman onlara karşı tutarlı olmaya çalıştım. Özellikle iletişime önem verdim. Her zaman konuştum onlarla. Kendi fikirlerimi söyledim sonra da onların fikirlerini dinledim.
    Çocuklarımı başka bir ortam da büyütemesem de bulunduğumuz ortamda en iyi şekilde yetiştirebilmek için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım.
    Abdi Efendi, yıllardır ulaşamadığı mutluluğa ulaştı. İlk baştaki sert, katı görünüşü değişti. Önceden fazla sese, konuşmaya, gülmeye tahammül edemiyordu. Artık daha anlayışlı, yumuşak karakterli biri oldu. Abdi Efendi hala fazla gülüp konuşmuyor ancak özellikle çocuklara ve bana kızmıyor, sesini yükseltmiyor. İçindeki mutluluğu, bizi serbest bırakarak, isteklerimizi anlayışla karşılayıp, yerine getirmeye çalışarak yansıtıyor bize. Biz bu durumdan memnunuz.
    Ben Abdi Efendi’ye burada kalmak istemediğimi, her zaman gitme ümidim olduğunu söylemedim. Bu durumu ancak ilk başta söyleyebilirdim o zaman cesaret edemedim daha sonra da çocuklarımız oldu, ona çok büyük bir mutluluk yaşattım. Onun yaşadığı bu mutluluğu yarım bırakmaya hakkım olmadığını düşündüm. Zaman zaman bu fikri ona söylemeyi aklımdan geçirdim, buna hakkım olduğunu düşündüm ancak vicdanım buna engel oldu.
    Abdi Efendi’yle aramızda büyük bir aşk olmadı belki ama birbirimizin varlığına alıştık. Birbirimize duyduğumuz saygı zamanla sevgiye dönüştü. Hiçbir zaman tartışmadık, birbirimize sesimizi yükseltmedik. Her zaman birimiz alttan aldık. Bu belki de aramızda fazla yaş olmasından kaynaklandı. Birbirimize, karşı gelecek cesareti bulamadık.
    Abdi Efendi fazla konuşmazdı. Sadece sorulan soruları cevaplardı. İçinde yaşadığı mutluluğu bile rahatça ifade etmezdi. Ben, önceden çok konuşan, yaşadıklarımı, duygularımı, düşüncelerimi birileriyle paylaşmayı isteyen biriydim. Abdi Efendi’nin konuşmayı sevmediğini ilk başta fark ettim ama bunun acısından kaynaklandığını, zamanla değişeceğini düşündüm. Sonradan bunun hiçbir zaman değişmeyeceğini, Abdi Efendi’yle yeterince paylaşımımız olmayacağını anladım. Ben de ondan etkilendim, onunla daha az konuşmaya başladım. Sadece evle, evin eksikleriyle ve çocuklarla ilgili konuştuk. Ben bu durumdan rahatsız olmadım çünkü Abdi Efendi’yle konuşamamanın eksikliğini çocuklarımla giderdim. Evde işleri, yemeği yaptıktan sonra kalan zamanımı çocuklarıma ayırdım, onlarla ilgilendim.
    Emine, çok güzel bir kızdı. Onun gözlerini, bakışlarını anneme çok benzetirdim. Emine; olgun, sakin yapılı bir çocuktu. O, ben on yedi yaşındayken doğdu. Aramızdaki yaş az olduğu için çok şey paylaştım onunla. O benim kızım değil, arkadaşım, kardeşim oldu. Yaşadıklarımı, düşündüklerimi, her şeyi anlatırdım ona. Bütün olgunluğuyla dinler, sonra da fikirler verirdi bana. Onunla böyle uzun uzun dertleşmemiz ablamı hatırlatıyordu bana. Emine’yi ablamın yerine koydum.
    Emine, benim kızımdı, onu çok seviyordum. Bir de buna ablamın sevgisi, ablamın özlemi de eklenince ona olan sevgim daha da artıyordu. Emine, yaşıtlarından daha olgun davranıyordu. Bazen bu tavırlarıyla beni gerçekten çok şaşırtıyordu. Kardeşi Celal’i hem çok seviyor, hem de birçok çocuğun yaptığı gibi çok kıskanıyordu. Kardeşine fazla ilgi gösterildiğinde, onunla uzun süre ilgilenildiğinde kıskanmasına rağmen ona zarar vermiyordu. Özellikle benim olmadığım yerlerde onu koruyup, kolluyordu. Onun sorumluluğunu her zaman üstünde hissediyordu. Kardeşine kızsa da, onunla kavga da etse onu başka çocuklara karşı koruyordu. Ben kızıma çok güveniyordum, benim olmadığım yerde benim görevlerimi kendi üstüne alıyordu. Ve benim hiçbir zaman gözüm arkada kalmıyordu.
    Celal, Emine’den bir yıl sonra doğdu. Emine’ye göre daha konuşkan daha hareketli bir çocuktu. Hayatta küçük şeylere mutlu olabiliyordu. Fazla ilgi görmeyi, girdiği bir toplulukta ilgiyi üstüne çekmeyi seviyordu. Bunu zaman zaman konuşarak ya da bir yeteneğini göstermeye çalışarak yapmaya çalışıyordu.
    Çevremizdeki insanlar, Celal’e erkek olduğu için daha çok ilgi gösterip, onu şımartıyorlardı. Bu durumdan çok rahatsız olsam da insanlara müdahale edemiyordum. Sürekli Celal’le konuşarak, onu bu şımarıklıklardan uzak tutmaya çalışıyordum. Ona sürekli isteklerini ağlayarak yaptırmaması gerektiğini anlatıyordum. Zaman zaman diğer insanlardan etkilense de onu ikna etmeyi başarıyordum.
    Nuriye Abla; çok iyi yürekli, fedakar, hep sessiz kalmayı seçen, insanların üzülüp kırılacağını düşünüp, ona göre karalar veren biriydi. Çocuğunu kaybettikten çok kısa süre sonra gözlerini kaybetmiş. Evlat acısına dayanamamış, çok üzülmüş tabi. Onun için de hasta olmuş, yataklara düşmüş. Ama yaşama sevincini kaybetmemiş hiç. Sıkı sıkıya tutunmuş hayata.
    Abdi Efendi’yi de dördüncü kez evliliğe o ikna etmiş. Bu teklifi sadece vicdanını rahatlatmak için değil, gerçekten istediği ve inandığı için yapmış. Gerçekten bir çok insanın yapamayacağı büyük fedakarlık.
    Nuriye Abla, her zaman bana da çok iyi davrandı. Benim ilk kez kendi evim, kendi düzenim oldu. Hepsinde bana yol gösterdi. Ben onu bir anne, bir abla gibi gördüm, o da beni yaşamayan kızının yerine koydu.
    Benim çocuklarım doğduğunda o da benim kadar heyecanlandı. Çok mutlu oldu. Çocukların bakımında da bana yardımcı oldu. Ben işimi yaparken o beşikleri yanından ayırmadı. Çocukların yetiştirilmesinde de bana çok yardımcı oldu. Benim fikirlerimi dinledi, bana destek oldu.
    Benim tecrübesiz olduğum yıllarda, evliliğimde ve çocuklarımın bakımında bana ablalık yaptı. Hepimizin üstünde çok büyük emeği oldu.
    Aradan yıllar geçti. Çocuklarım büyüdü. Abdi Efendi’yi kaybettik. Çok üzüldük. Onun varlığına çok alışmıştım. O, çocuklarımın babasıydı. Yokluğuna alışmak çok zor oldu.
    Emine, ilkokulu köyümüzdeki okulda okudu. İlkokulu bitirdikten sonra ortaokula gitmek istedi. Ancak köyde ortaokul yoktu. Onun için Tirebolu’ya gitmesi gerekiyordu. Ben de kızımı küçük yaşta yanımdan ayırmak istemedim. Ama Emine’yi ikna edemedim. İlkokul öğretmeninin de yardımıyla onu yatılı okula kaydettirdik. Önce ortaokulu bitirdi, sonra da liseyi bitirdi ve hemşire oldu. Köyümüze geldi, oradaki sağlık ocağında çalışmaya başladı. Kızımın azmine ve başarısına bir kez daha hayran oldum, onunla gurur duydum. Kızım ve köyümüzde baraj yapımında çalışan mühendis birbirlerini sevdiler ve evlendiler. Şebinkarahisar’a gittiler. Orada görevlerine devam ettiler. Kızım, sık sık geldi, benimle ilgilendi. Bazen de ben onun yanına gidip, onlarda kaldım. Hem ona ev işlerinde, yemekte yardım ettim, hem de ben yalnız kalmadım.
    Celal, ilkokulu köyde okudu. Ortaokula gitmek için Tirebolu’ya gitmek istediğini söyledi.
    “ Oğlum, ablan da gitti. Sen gitme, benimle burada kal. “ dedim.
    “Ben, ne olursa olsun okula gideceğim. Ömrümü bu köyde, tarlada, bahçede çalışarak geçirmeyeceğim. Benim güzel bir geleceğim olacak. Buradakinden çok farklı bir hayat süreceğim. Seni de yanıma alacağım. Sen de daha mutlu olacaksın. Bu hayatı yaşamak zorunda değiliz.” dedi oğlum.
    Onun bu sözleri beni çok şaşırttı. O yaşta bunları düşünmesinden, söylemesinden çok etkilendim. Söylediklerinde haklıydı ama Emine’de yoktu. Celal’de gidince ben yalnız kalacaktım.
    Düşündüm, çok düşündüm. Kendim için çocuklarımın geleceğini riske atamazdım. Oğlumun da gitmesine razı oldum.
    Celal, önce ortaokulu bitirdi, sonra da öğretmen okuluna gitti ve öğretmen oldu. Tirebolu’da başladı göreve. Orada küçük bir ev tuttu, beni de aldı yanına. Oğlum da karalılığıyla, başarısıyla gurur kaynağım oldu. Yıllar sonra gerçekleşmesini en çok istediğim hayalim gerçek oldu.
    Oğlum, şehir kültürüyle yetişmiş, temiz, düzenli, titiz bir kızla evlendi. Gelinim, temizliğinin, titizliğinin yanında; güler yüzlü, konuşkan, çok sevimli bir kız. Onunla çok iyi anlaşıyoruz.
    Gençliğimde imrendiğim hayatı, biraz geç de olsa yaşamaya başladım. Bir şeyi çok isteyip, onun için sonuna kadar mücadele ettiğimiz sürece gerçekleşmesi için bir umut olur.




      Forum Saati C.tesi Nis. 27, 2024 1:12 am