Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    MODERN AŞKLARIN İSTİSNASI

    avatar
    1001060059 (KALEMŞOR)


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 22/12/10
    Yaş : 32

        MODERN AŞKLARIN İSTİSNASI Empty MODERN AŞKLARIN İSTİSNASI

    Mesaj  1001060059 (KALEMŞOR) Çarş. Ara. 22, 2010 6:51 pm

    MODERN AŞKLARIN İSTİSNASI


    Bölüm 1 : İnsanlar sevgili aramıyorlar. Bencil duygularına köle arıyorlar...

    Fatih’in yataktan kalkacak hali yoktu o gün. Hiç olmadığı kadar yorgundu. Kendisine yasak ettiği kelimelerden biri de bu yorgunluk kelimesiydi . “Yorgunum!” sözcüğünü sevememişti bir türlü. İnsan “Yorgunum!” dediği anda yoruluverirdi zaten. Vücut zihne göre ayarlardı kendisini. Fatih için önemli olan hareketti. Hareket yoksa bereket de yoktu onun hayatında. Hareket unutturuyordu ona acılarını, ızdıraplarını , hüzünlerini…

    Gözlerini sabahın ilk ışıklarıyla beraber aralamaya çalıştı. Birkaç denemeden sonra başardı. Gözleri saati aradı odada. Gözlüğünü takmadığı için göremedi saati. Gözlerini kıstı, saatini aramaya devam etti. İlk önce üst çekmeceye baktı. Bulamadı. Ardından en alta baktı. Orada da yoktu. Sabahın verdiği mahmurluğu şanssızlığı ile çakıştırıp 'la havle' dedi. İlkini ıskaladığın zaman diğerlerinde tutturmanın zorluğunu atış yaparken öğrenmişti. Nihayet buldu gözlüğünü. Taktı ve duvardaki saate baktı.

    Akreple yelkovanın üst üste geldiğini gördü. Saat 07:38 idi. Kimileri akrep ile yelkovanın üst üste gelmesini bazı şeylere yorarlardı. O da birilerinin onu düşünebileceği ihtimalini getirdi aklına. “Kim ne yapsın seni bu saatte” dedi. Gözlerini akrep ve yelkovana dikti. Akrebin kıskacında geçen zamanları düşündü. Bir dakikanın günlere bedel olduğu zamanları. Zamanın farkına vardı. Soyut bir kavram olmasına rağmen zaman, maddeye en çok etki edendi. SDahiden de suda sabun gibi eriyordu zaman.

    Zamanı düşündü. Zamanın izafiliğini. Doğru söylüyorlardı aslında. Sevgilinin yanında geçen zaman kısacık geliyordu insana. Akıyordu, kayıp gidiyordu avuçlarından insanın. Her an bir öncekinin sıcaklığını taşıyordu. Bir de dakikaların günlere bedel olduğu anları düşündü. O zamanın durduğu, donduğu her geçen saniyenin acı verdiği anları. Akrep ve yelkovanı düşündü derinden. Yelkovanın hareketinin akrebi nasıl etkilediğini fark etti. Hayatındaki akrepleri, yelkovanları düşündü..

    Akrepler daha çok benmerkezci insanlardır. Sanki dünya onlardan ibaretmiş gibi davranırlar. Bir tek onlar ve onların çıkarları varmışçasına yaşar böyleleri. Her şeyi çevreden beklerler ama çevreye hiçbir şey vermezler. Empati yapma yetenekleri de yoktur bu tiplerin. Bir kişinin kendisini başkasının yerine koyup onu anlamaya çalışmasına empati denirdu. Benmerkezcilik ve empati anlayışı birbiriyle bağdaşmıyordu. Benmerkezci davranan bir kişinin, karşısındakinin rolüne girmesi ve olaylara onun bakış açısından bakması, yani empati kurması mümkün değildir. Bu durumda empati kurabilmek, yani başkalarının rolüne girmenin ön şartı ben merkezcilikten kurtulabilmektir. “Hep ben, önce ben” zihniyetidir benmerkezcilik. Onların kendilerini büyük gördüklerini söylemeye gerek bile yoktur. Ayrıca, "Küçük dağları ben yarattım, büyük olanlar ben dünyaya geldiğimde zaten vardı" sözü en meşhur söylemleridir.

    Yelkovanlar öyle midir ama ? Çarkı döndürmeye uğraşırlar. Onların görevi toplumun yükünü hafifletmektir. Toplum için önemlidir böyle kişiler… Lokomotifleridir onlar toplumların. Yaptıkları işlerle kıyaslandığında son derece alçak gönüllüdürler. Özverili hareketleri ile dikkat çekerler. Ama onlar reklam peşinde değillerdir hiçbir zaman. Bir de tutunamayanlar vardır. Hayatta da saatte de tutunamayanlar. Bunlar tutunamayan hayvanının insanlardaki karşılığıdır. Tutunamayanların genel özelliklerini bir yerde okumuştu Fatih.

    Mizah yönü yüksek bir ansiklopiydi bu. Garip Yaratıklar Ansiklopedisi'nden

    Tutunamayan (disconnectus erectus): Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer. Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tırmanamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer). Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de aynı sesle çağırırlar.

    Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar. Ya da terk edilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana baba ve yavruları ayrı yerlere gider. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esnasına dayandıkları için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez)

    İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat -gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvanı yendiği görülmemiştir.Bununla birlikte hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir. (Aynı bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedir.)

    Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da, gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, sağlık müdürlüğü de tutunamayanların kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.

    Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir .Fakat bu hayvanların beceriksizleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir)

    Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvanlar olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu yada tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır.
    Başları daima önde ezik gezdikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi de denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmaları – ev düzenine uymamaları nedeniyle- çok zor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. (Bir keresinde ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerde ona rahat vermemiştir)

    Şehirlere yakın yerlerde yaşadıkları için, onları şehrin içinde, çitlerle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta tutarak, sayılarının azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir.

    Bir romanda okumuştu bu türden, bu özellikte insanların varlığını. Okuduktan sonra da hayatta bu kişileri görmeyi, gözlemlemeyi ihmal de etmemişti. Öteki merkezcilerle benmerkezcilerin dengesini kurmak kolaydı. Aklına güzel bir nasihat gelmişti. “Olma keser gibi hep bana hep bana, olma rende gibi hep sana hep sana , ol testere gibi bir sana bir bana.” Bu bir parça olsun çözerdi benmerkezcilerle öteki merkezcilerin sorunlarını. Tutunamayanlar mı? Onlara yapılabilecek pek fazla bir şey yoktu. Onlar çizgilerini çizmişler ya da çizemedikler için böyleydiler. Yolları da çoktan dürülmüştü bile. Yeryüzünde ebedi sürgündelerdi çünkü. Öyle olduklarını söylüyorlardı.

    “Eşyanın tabiatında aslında ne manalar, ne insanlar gizli.” dedi kendi kendine ve akrebin yelkovana etkisizliği düşündü. Benmerkezcilere neden bu ismin verildiğini şimdi daha iyi anlıyordu. Yatağından kalktı on adım mesafedeki lavabosuna doğru yavaş yavaş yürüdü. Giderken sıcak su için elektrikli su ısıtıcısının fişini taktı. Devam etti yürümeye. Kapı biraz zor da olsa açıldı. Yüzüne baktı aynada. Üç günlük sakalları vardı yüzende. Yavaşça ovuşturdu sakallarını kart kırt seslerini dinlemeyi ihmal etmedi. Saçları ise hiç olmadığı kadar uzundu ve dağılmıştı. Soğuk suyu açtı ve yüzüne üç defa su çarptı. Derin bi “oh” çekti içinden. Suyun soğukluğunu başında hissediyordu. Ensesine su çarpmayı ihmal gelmedi . Aynaya tekrar baktı ve bir an gözlerinin altındaki çizgiler dikkatini çekti. Neden sonra kitaplara olan aşkının sadece gözlerine zarar vermekle kalmayacağını, cildine de zararlı olduğunun ancak farkına varacaktı. Yine de önemsemedi. Kitap okumadan geçen zamanın telafisi yoktu. Cildin iyileştirilmesi için ise bir kremin yeterli olabileceği kanaatine vardı. Sonra nasıl bu kadar vurdumduymaz olabildiğini de düşündü. Sağlığına hiç dikkat etmiyordu. Bereket versin hastalanmıyordu. Bunun yanında sporunu yapıyordu, kötü alışkanlığı yoktu. Ama yine de bu spor ve beslenme zırhı onu yanıltıyordu. Hipokondriyazisin zıddı bir durumdu bu. Hastalanmama, ya da bana bir şey olmaz hastalığı.

    Dolabından kahvaltılıklarını çıkarmaya başladı. Onun vazgeçilmezlerindendi kahvaltılar… Okulda iken derse geç kalacağını bilse bile yine de kahvaltısız çıkmazdı evden. Annesi Hatice Hanım, yemek yemezse dersi anlayamayacağı düşüncesini zihnine bir nakış gibi işlemişti. Üstünü giymekle kahvaltısını yapmak arasındaki önceliği kıyafetlerine verdi. Sarı üstüne siyah kareli gömleğini giymekte karar kıldı. Siyah kot pantolonunu aradı gözleri. Dolabın sağ tarafındaydı pantolonları. Birkaç saniye sonra bulabildi pantolonunu. Pantolonun üstünde gri bez kemeri vardı.
    Üstünü giyerken hep o gün yapacakları şeyleri düşünürdü. Şöyle bir yokladı hafızasını ve dünden kalan bir işi olup olmadığını anımsamaya çalıştı. Sadece dün ödünç aldığı bir kitabı arkadaşına verecekti. Vakit kaybetmeden kahvaltısını yapmaya başladı. Ekmeğine fındık ezmesini sürmeyi bitirdiğinde sıcak suyun hazır olacağını hesaplamıştı. Böğürtlen çayı ile kuşburnu arasındaki seçimde böğürtlenden yana kullandı oyunu. Gözlerini denize dikerek ilk lokmasını aldı ekmeğinden. Yerken yemeğini ihmal etmedi şeker atmayı çayına. Yüzüne bir tebessüm geliyordu kahvaltıda. Düşünmesi için epey vakti oluyordu yemek yerken. Gözleri bazen dalıyordu denizin maviliğinden gökyüzünün sonsuzluğuna. Sonsuz deyince Melike’yi düşündü. Bir de Melikesi’ni. Gönlünün malikesini.

    Bulutlarda bir M harfi aradı gözleri, sonsuz maviliğin içinde. Biraz N’ye de benzese bir bulutu M kabul etti. Ona da göstermeyi ne çok isterdi. “Bak şurda hemen işte bak” demek ne de güzel bir şeydi. “İkimizin de baş harfleri M” deyiverecekti bir de. Erkeklerin o hep ortak nokta bulma heveslerine kapılarak, ama dediği an duyacaklarını da biliyordu ondan. O da “benimki M ile başlıyor ama sen ismindeki F’yi tercih ediyorsun diyerek yine farklı olan bir noktayı bulmanın sevinci içinde o gamze oklarından birini yollayacaktı Fatih’in sinesine. Gamze bir bakıştan çok daha fazla bir şeydi Fatih için. Gamze, yaygın olarak “yanaktaki çukurluk” anlamında yanlış bir kullanımdaydı. Halk arasında da sözlüklerde de. Fatih'in sözlüğünde ise, âşıkın, anlamını çözmekte zorlandığı ve binlerce manaya gelebilecek şüphelere boğulduğu bir bakıştı. Bu bakışta göz, kaş ve kirpikler hep birlikte rol oynardı. Gamze her ne kadar gözden çıksa da kaş ve kirpiklerin durumuna göre de ona yeni imajlar atfedilebilirdi. Bazen kılıç olup âşıkın bağrına saplanır, bazen ok olup gönle girer. Sevilen yay kaşlarından kirpik oklarını gamze kılığından fırlatırdı. Bu tabi ki Fatih'in sözlüğündeki bir tanımdı. Tanımı yaptıran ise şüphesiz Melike idi. Son zamanlarda değişen bir şeyler vardı sanki.
    Bir an ne kadar tuhaf dedi dışından. Birbirini seven ya da öyle olduğunu düşündüğü çiftlerin nasıl birbirlerine karşı bu kadar tuhaf, bu kadar başka insanlar olabildiklerini düşündü. Akabinde, sevgili olmadan önceki Melike’yi ve sevgilisi Melike’yi düşündü. Hayatın insanlara yüklediği roller vardı tabii. Peki sorunlar rol yapmaktan mı kaynaklanıyordu yoksa rol yapamamaktan mı? Bu dilemma insanların ilişkilerinin ve insanların toplumla olan ilişkisinin şifresi gibiydi. Hayatındaki roller nelerdi? Kaç tane Fatih vardı acaba? Bir Fatih vardı kız arkadaşının sevgilisi olan. Bir Fatih vardı kardeşlerinin abisi. Bir Fatih vardı öğrenci olan, arkadaşları olan, hem de çok fazla arkadaşı olan, arkadaşlarına karşı da başka Fatih vardı. Her bir arkadaşına göre farklı. Bunlar toplumsal rolleriydi. Toplumun ona yüklediği roller. Ben dediğimiz şeyi oluşturan roller de vardı şüphesiz. İnsanın fizyolojisine hitap edenlerdi bunlar. Acıkan, yiyen içen ben vardır. Konuşan düşünen, algılayan ben vardır; bunlar aynı zamanda psikolojik rolleriydi. Toplumsal ve psikolojik roller arasındaki uyumdu mutluluğu getiren aslında. En iyi ve en kötü yaptığı roller nelerdi acaba? Çoğunda başarılı sayılabilirdi. Ama nedense sevgililik rolünü pek beceremiyordu. Oysa hayatında en çok önemsediği, Melike'si idi.
    Acaba gerçek sevgililik sevdiğine acı çektirmeyi göze alabilmek miydi? Daha önce hiç böyle düşünmemişti. O hep sevgiliye bir can dilemişti Allah’tan. Canına sevgili dilemesi birinin, ona göre çok bencil bir durumdu.

    Fatih genellemeler yapmayı sevmezdi. Her insanın başka bir dünya olduğuna karar vermişti. Tanıdığı insanların birbirine benzemediklerini gözlemlediğinde. İnsanların kişiliklerinin oluşmasında genlerin ve çevrenin etkili olduğunu biliyordu. Her insanın farklı geni olduğuna göre; kişiliklerin de farklı olması kaçınılmazdı. Hele bir de buna çevre şartları eklenince birbirinin aynısı ya da kopyası iki insandan bahsetmek imkansız bir hâl alıyordu. Ama o genel olarak iki gruba ayırıyordu insanları. Korku kültürüyle yetişenler ve sevgi-saygı kültürüyle yetişenler olarak .

    Saygı kültürü insanı için;

    Niyet: Kendi niyeti, gönlünün muradını keşfetmekle oluşan

    Bilgi: Etkin olarak ilgi duyduğu, özümsediği var oluşuna mâl ettiği, kazanılmış

    Beceri: Emek verilip geliştirilmiş, mükemmelleştirilmiş

    Eylem için Güdülenme: İçten, ilgi, merak, keşfetme, kendini gerçekleştirme temelli coşku
    Sonuç: Gönlünce anlamlı

    Korku kültüründe ise tam tersi bir durum söz konusuydu. Korku kültürü insanı için ;

    Niyet: Kendi niyeti değil, poöpalanmış “münasip” bulunmuş

    Bilgi: Gelenek-görenek, boğazından aşağı tıkılmış, aktarılmış

    Beceri: Kendi geliştirdiği değil, taklit: mükemmellikten çok uzak

    Eylem için Güdülenme: Dıştan korku kaynaklı

    Sonuç: Gönlüne kendi duygularına hitap etmeyen göstermelik

    Bu özellikler din ve inanç konusunda da böyledir. Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak, bir varlık geliyorsa aklımıza demek ki biz de korku ve utanç içindeyiz çoğunlukla. Yok eğer Tanrı dendi mi evvela, aşk, merhamet, şefkât anlıyorsak bizde bu vasıflardan bolca mevcuttur. Dinin yaşamımızdaki olaylardaki etkisi onlara bakış tarzımızda böylece gösteriyordu kendini.

    Kendisini sevgi-saygı kültürünün insanı olarak tanımlıyordu. Öyle görüyordu ya da öyle olmalıydı. Ancak böyle olmak korku kültürüne kıyasla daha zordu. Çünkü iyi dürüst ve saygıdeğer biri olursan herkesin seni zayıf savunmasız ve kolayca yönlendirilebilecek biri olduğunu düşünmelerini de kabul etmen gerekiyordu. Saldırgan ve kaba biri olmanın “güçlü bir kişiliğe sahip olmakla eş olduğuna” inanan o kadar çok insan var ki hayatında. “Güçlü” güçlü olduğunu ifade edebilmek için asık suratlı ve öfkeli görünmeye özen gösteriyordu. “Güçsüz” de güçsüz olduğu gerçeğini saklamak ve güçlü görünmek isteğinden olsa gerek kızgın ve öfkeli görünmek istiyordu. Herkes bir maskeyle dolaşıyordu hayatta. Hayatsa bir maskeli baloydu. O ise maskesiz, ruhunun hayata direkt olarak katkı yapabileceği bir hayatı yeğlemişti.

    Duygusaldı. Çünkü, hayatın özüne saflığına ermek için aklı hep ikinci plana atmıştı. Yüreğin üstünde bir güç olduğunu düşünemezdi de yüreğine bu saygısızlığı yapmazdı, yapamazdı. Yaşam başarısı onun için “Bu benim yaşamım “ diyebilmekti. “En iyi insan duygusal olandır şüphesiz. Ancak duygularını kontrol edemediğinde de en tehlikeli olan odur” derdi hep. Kısaca, hayatta ilerlemek, aşkta da yol almak, yürek işiydi akıl işi değildi. Kılavuzu daima yüreği olmalıydı, omzu üstündeki başı değil. Kendini bilenlerden olmalıydı kendini bilmezlerden değil.

    Bu sabah derin düşünceler okyanusuna dalmıştı yine. Vurgun yemeden hayata dönmeliydi. Esasında düşünce gelince yolun ortasında da olsa insan düşünmeliydi ve saatlerce keyfini sürmeliydi. Saatine baktı. 8:00. Siyah montunu aldı askıdan. Çıkmadan önce yüreğine baktı kalp atışlarını dinledi emin olmak için. Artık emindi. Yola koyuldu yüreği yanındaydı.

    Bölüm 2 : İnsanlar zincire vurulmuş olarak doğarlar. Hayat onlardan zincirlerini kırmalarını bekler.

    -“Kızııııım ! Hadi geç kalacaksın acele et servisin bekliyor.” Melike annesinin telaşına bir türlü anlam veremeden hazırlanmasını sürdürdü. Çantasını son bir kez yokladı. Yetişeğindeki derslerin kitaplarını kontrol etti. Hepsi tamdı. Cuma günleri erken bitiyordu dersi. Fizik dersi ve eğitim psikolojisi dersi vardı o gün. Müdür zorlu maratonda öğrencilerine kolaylık tanımıştı. Öğrencilerin dersanelerinin etütleri cuma günü olduğu için son saati boş bırakmıştı. Öyle ya bu ülkede Milli Eğitim Bakanlığı'ndan daha güçlü ve eğitiminin daha iyi olduğu iddia edilen dersaneler kurumu vardı. Öğretmenler bile artık müfredata değil dersanelere uyum gösteriyorlardı.

    Melike zorlu bir dönemden geçiyordu. Kız çocuğu olmanın da zorluklarının yaşandığı bir ülkeydi Türkiye. Bazı sosyal faaliyetlere katılamıyordu. Annesi Fatma Hanım kızının zarar görmesini istemediğinden olsa gerek bazı konularda kısıtlamalar getirmişti. Zaten zamanı da kısıtlıydı okul ve dersaneden dolayı kendisine ayıracak pek zamanı da kalmıyordu Melike'nin. Gününün iki saatinden fazlası yollarda geçiyordu. Okulu bir saatlik mesafedeydi.Büyük şehirde ulaşım daha zordu aslında. İki saati geçkin bir zamanı yollarda geçiyordu. Haftasonu da dersanesi vardı. Ama yine de o durumdan şikayetçi değildi. Okula gidemeyen kızlar vardı ne yazık ki Türkiye'de.

    Evet Melike haklıydı. Kız çocukları kimi yörelerde okula gönderilmiyordu. Okula başlayanlarsa erkeklerle aynı fırsat eşitliğinden yararlanamıyordu. Bu böylece devam ediyor hayatın her alanında kadınlar önce kadınlıkları sonra meslekleri; erkeklerinse önce meslekleri sonra erkeklikleri konuşuluyordu. Kadının sadece kadın ya da erkeğin yalnızca erkek olması ne kadar doğruydu? Her ikisinin de insan olduğu ve insan insana ilişki kurduğu ya da hayat önünde eşit değerlendirildiği bir durum yok muydu?

    Saçlarını aynanın karşısında son kez taradıktan sonra yeni bir günün başladığının habercisi olan servis gelmişti. Gri etek üstüne giydiği beyaz gömleği ve bordo kazağını kontrol etti ve kravatını üçgen bağlayarak taktı.
    Yaşıtlarına göre olgun bir kızdı Melike. Neyin yanlış, neyin doğru olduğunu biliyordu. Ruhunun güzelliği de yüzüne yansımıştı. Masum bir güzelliği vardı. Fatih en çok da ahu gözlerini beğeniyordu Melike'nin.
    Yeni bir gün başlıyordu Melike için. Kahvaltı yapmamıştı. Annesinin verdiği kuru üzümleri çantasına koydu arkadaşlarına vermek için. Annesi her sabah giderken kan yapsın diye kuru üzüm koyuyordu. Zira kan değerleri biraz düşük çıkmıştı. O yüzden annesi her sabah Melike'ye üzüm vermeyi alışknlık edinmişti. Melike de üzümleri arkadaşlarına vermeyi. Evden çıkarken yüreğinin sesini dinlemeyi isterdi. Ancak “buna daha zaman var” diye düşündü.

    Bölüm: 3 : İnsanların kendilerini tanımaları kaç asır alacaktı.

    Fatih arkadaşından aldığı kitabı vermek üzere yola koyuldu. Bulutlu bir hava vardı. İnsanın içini kapıyordu. Böyle havalardan vücudun fizyolojisi etkileniyordu şüphesiz. En fazla intihar vakalarının neden böyle havalarda gerçekleştiği şimdi daha net anlaşılıyordu.

    Mesela efah düzeyi en yüksek ülkelerin başında gösteriliyordu Finlandiya. Finlandiya idi yanlış hatırlamıyorsa en fazla intihar olaylarının görüldüğü ülke. On dakikalık bir yürüyüşten sonra arkadaşının evine geldi. Kitabı verdikten sonra teşekkür etmeyi unutmadı. Havanın gittikçe kapanması içinde birtakım endişeler meydana getirdi. Nedenini tam olarak çözemedi. Daha önce de böyle havalar görmüştü ama nedense bu tür bir duygu içerisine ilk kez giriyordu. Belki özlemişti. Erkek adamın özlememesi gerektiğini düşünürdü. Sadece ana kuzuları özlerdi. Liseye başlarken böyle düşünmüştü. Hele ki ailesini özlediğini söyleyen arkadaşlarının geceleri yastıkları ıslatmasına şahit oldukça istemeden de olsa bir gülme alıyordu onu. Öyle ya erkek adam ağlamazdı da.
    Bir banka oturup denizi seyre daldı. Ağaçtan düşen sarı bir yaprak çıkardı onu daldığı bir yerlerden. Rüzgarın yaprağı hareket ettirişini savuruşunu büyük bir dikkatle izledi. Kendisine itiraf edemediği birtakım duyguları vardı. Neler oluyordu kendisine. Bu, kendisinin tanıdığı bildiği Fatih olamazdı. Zamanında dalga geçtiği kişiler gibi olmaya başlamıştı. Peki itiraf ediyordu. Fazla söze de gerek yoktu. Sadece özlüyordu.

    Bölüm: 4 Senden öncekiler DEMO...

    Nasıl başlamıştı sahi bu ilişki?. Fatih bunun her anını zihninin kalbinin bir köşesine dokumuştu. Tek başınalık daha iyi gibi geliyordu ona bir zamanlar. Ya da o kendini kandırıyordu. Bildiği tek gerçekse şu an Melike'si idi. Gerçek olamayacak kadar hayâl, hayâl olamayacak kadar gerçekti. O kadar kolay olmamıştı onun için. İlk defa ağustosun sıcak bir gecesinde, sabaha karşı hele de ateşler içinde iken titriyordu ilan-ı aşkını ederken. Sevgi değildi bu. Emindi. Sevginin, insanı ateşlerin içinde dondurması gibi bir kudreti yoktu. Hem eli ayağı dolaşıyordu. Nefesini kontrol edemiyordu. Kalbi, evet kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu. Vücudu karıncalanıyor. Elleri titriyordu onun yanında iken ya da onu düşünürken. Hayatını, Melike'den öncesi ve sonrası olarak ayırmayı yeğliyordu. Aşk denen şey gelmişti başına. Melike vardı onun için. Tekrarladığı bir şey vardı."Herşey o olsundu bu dünyada ve olmasındı o olmayan dünya da."

    Çantasına bir göz attı. Mektuplar çarptı gözüne. Melike'ye yazdıkları ve Melike'nin yazdıkları. Her birinin farklı bir desendeki kağıtlara yazmıştı. Melike ise hep beyaz sayfaları tercih etmişti. Fatih'in yazdıkları uzundu. Melike'ninkiler onunkilere göre biraz kısaydı. Hafızasını yokladı. İlk ne zaman Melike'ye karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştı? Çok değil temmuz ortalarıydı. Biz ocak ayında olduğumuza göre yaklaşık bir yarım senedir. O kadar olmuştu demek. Zamanın izafiliği bir kez daha ortaya çıkıyordu.

    Mehmet Abi'nin düğünüydü. Öyle ya “Gülü susuz seni aşksız bırakmam” şarkısı çalınırken dans için, Fatih'in gözleri nedensiz Melike'yi aradı. Gündüz düşleri denen durumu yaşıyordu resmen. Orada dans eden çiftlerden biri neden onlar olmasındı? Onlar mı ? Bir dakika. Bir yanlışlık olmalıydı. Fatih ilk defa böyle bir durumla karşı karşıya kalıyordu. Nasıl yani? Melike ve o. Hatasından kurtulmak isterken hata üstüne hata yapıyordu. Hala aynı cümle içinde Fatih ve Melike'yi kullanıyordu. Müziğin bitmesi ile ancak kendisine gelebildi.

    Bölüm: 5 Amaç aşk uğruna ölmek değil, uğruna ölünecek aşkı bulmak...

    O düğün gününden sonra kendisini toparlamaya çalıştı. İçindeki ateş günden güne büyüyordu. Dumanı tüten çay bardaklarına dokunduğunda eli ısınmıyordu. Aynalarda kendisini göremiyordu. Geceye uyanıyordu kaç zamandır. Melike'nin ona olan duyguları ise saygıdan öteye geçmezdi herhalde. Sonuçta abisiydi. Hoş konuştuklarında kullandırmamaya çalışıyordu bu sözcüğü ama Melike kullandığı zaman içinde, sol yanında derin bir sızı duyuyordu. Oysa Melike on yedi Fatih ise on dokuz yaşındaydı. Fatih'in ilkokul arkadaşları birer birer nişanlanıyordu. Hem Melike artık bir genç kızdı. Erkek arkadaşı olmadığını tahmin ediyordu. Ya da o öyle düşünmeye muhtaçtı şu an. O kadar handikabın yanında bir de rakiplerin varlığı durumu daha da zorlaştırabilirdi.

    Fatma Yenge severdi Fatih'i. Genelinde akrabaların Fatih'i sevmeyen yoktu zaten. Zira Fatih de aile disiplini almıştı şüphesiz. Melike'nin babası Reşat Amca da severdi herhalde Fatih'i. Evleri onarılırken Fatih yardım etmişti. Fatih'in annesi Hatice Hanım oğlunun tercihlerine saygı gösterirdi. En azından Fatih öyle umuyordu. Fatih'in babası Ömer Bey'in ise sağı solu belli olmazdı. Fatih hiçbir konuda anlaşamazdı babasıyla. İnşallah anlaşacağı ilk nokta bu olurdu. Ailelerden yana bir sorun yoktu Fatih'e göre. Hatta bir adım daha öte giderek akrabaların iyi dileklerini duyacaktı gaipten bir yerlerden.

    Fatih kendi kendisine böyle gelin güvey olsun ortada daha somut bir durum da yoktu. Harekete geçmeliydi. Önce bir plan yapmalıydı. Eline bir kağıt ve kalem aldı. Söze nasıl başlasaydı ? Açılış cümlesi ne olacaktı? Tek ortak yönleri şu anda sadece bir kelime oyunuydu Melike ile oynadıkları. Oyunu daha da çok sevdirmekten öte yapabileceği başka bir şey yoktu. “İşe yaramaz” dedi. Aşk kağıda yazılmazdı. Aklını değil yüreğini ortaya koymalıydı. Öyle de yaptı.

    1.Gün
    Fatih: İyi geceler Melike,nasılsın?
    Melike: Teşekkür ederim iyiyim. Sen nasılsın?

    Fatih “İyiyim” diyemedi..

    2.Gün
    Fatih: Tekrardan iyi geceler Melike.. Nasılsın?..
    Melike: İyiyim de. Bu soruyu en son ben sormuştum galiba.
    Fatih: ...(Bu gece de boş geçecekti.). Yarını beklemeye başladı Fatih. Önünde yirmi dört saat vardı.

    Gündüz mesaj atmıştı Melike'ye. Melike mesajı ancak akşam görebilmişti telefonu gündüzleri kapalı olduğu için. İletide konuşulması gereken bir konu vardı.

    3.Gün
    Melike: Konu?
    Fatih: Evet Melike. Bir konuda konuşmak istiyorum.
    Melike: Dinliyorum.
    Fatih: Melike bilirsin işte. İnsan, bazen kendisine hâkim olamıyor.
    Melike: Hayrola. Yanlış giden bir şeyler mi var ?
    Fatih: Yok, hayır. Her şey yolunda ama benim hâkim olamadığım konu başka bir şey.
    Melike: Lütfen söyler misin?
    Fatih: Hiç dolandırmıyorum, ara yollara sapmadan, kurnazlık yapmadan, olduğu gibi direkt içimden gelerek söylüyorum.
    Melike: ?
    Fatih: Melike ben seni seviyorum...,
    Melike: ------ ::(
    Fatih: Üzmedim inşallah seni
    Melike: Bu durumu nasıl karşılayacağımı ya da nasıl bir cevap vereceğimi bilmiyorum.
    Fatih: Ben senin artık yetişkin bir kız olduğunu düşünüyorum. Aslında birlikte olmamamız için de bir neden yok gibi görünüyor.
    Melike: Şok olmuş durumdayım şu an. Yani nasıl bir tutum takınmam gerektiğini bilmiyorum. Sonuçta böyle bir iş şakaya gelmez. Ailevi bağların olduğunu da biliyorsun.Aslında böyle bir duruma kendimi alıştırmam zor.
    Fatih: Yani kabul ediyorsun.
    Melike: Hayır senin bana karşı bu tür düşünceler beslemene kendimi alıştırmam zor.
    Fatih: Peki..

    Günler sonra...Yapılan ısrarlar neticesinde son durum:

    Melike: Hey!
    Fatih: Efendimm
    Melike: Napıyorsun ?
    Fatih: Seni düşünüyorum.
    Melike: “Düşünüyorum” derken ?
    Fatih: Anlarsın ya hani senin yanında ben’i.
    Melike: Ama böyle bir durum imkansız değil mi sence ?
    Fatih: İmkansızı olmasaydı AŞK olmazdı.
    Melike: Hem aramızda o kadar mesafe var, ayrıca biz akrabayız unutuyorsun sen bunu.
    Fatih: İnsanlar aynı evde bile km'lerce uzakta olabiliyorlar birbirlerine. Ben sana km'lerce uzaktan duygularımı ifade etmeye çalışıyorum. Yanıbaşımda istiyorum seni. Tarih aşkın imkansızlıkları ile dolu. Koskaca padişahlar bile bir çift göze yenilmişlerdir. Kimi zenginler aşk uğruna varlıklarından vazgeçmişler. Farklı dinlerde ırklarda olan âşıklar vuslatı dilemişler....
    Melike: Bunlar romanlarda, kitaplarda yazan güzel şeyler.. Ama ben şu an kendimi çok tuhaf hissediyorum.
    Fatih: Neden?
    Melike: Ben mi ümit verdim sana ki sen böyle bir teklifte bulundun bana? Kendime kızıyorum. “Nasıl yaparsın, umutlandırırsın ?” diye.
    Fatih: Yüce Rabb'im bizi birbirmize yazmış. Yani inşallah öyledir.. Bunun hakkında yorum yapmak biz kullara düşmez diye düşünüyorum..(yüzünde tebessümle)
    Melike: Ama bunu derken bile sen, ben kendimi suçluluk hissinden kurtaramıyorum... Belki seni yeterince tanımadığım için böyle düşünüyorum…
    Bir insan kendisi nasıl tanıtırdı ki? Fatih bunu hiç düşünmedi. Ama Orhan Veli'den bi şiir kırıntısı kalmıştı aklında.
    Ben Orhan Veli
    "Yazık oldu Süleyman Efendiye"
    Mısra-i meşhurunun mübdii..
    Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
    Hususi hayatımı,
    Anlatayım:
    Evvela adamım, yani
    Sirk hayvanı falan değilim.
    Burnum var, kulağım var,
    Pek biçimli olmamakla beraber...

    Diye devam eden... Aslında kendisi ile ne kadar çok barışıktı şu Orhan Veli.( Fatih son kez Melike'den öncesini yani miladından öncesini hatırlayacaktı, yazacaktı.)
    Fatih: Ben Fatih KILIÇ. Mehmet Fatih KILIÇ.. 29 Mayıs 1991’ de doğduğum içinmiş adımın böyle olması. Zira İstanul’un fethinin yıldönümü. Çocukken çok yaramazmışım ya da yaralarım azmış o zamanlar şimdiye bakıyorum da… Dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğuyum gibisinden bölümleri çabuk geçiyorum. Zira sen biliyorsun. İnsanın yetiştiği mahalle önemlidir. Kenar mahallede büyüdüm ben. Evimiz bahçelidir. Apartmanlardan hiç hazzetmem. Apartman çocuklarından da öyle. Ev dendi mi bahçesi olmalı. Kapıdan değil duvardan atlayarak girerim ben eve. Hareketli bir yapım vardır. Hak ve hukuk kavramlarına dikkat edilmesinden yanayım. Ayrıca şövalyelik de prensibimdir. Şövalyelik, her şeyden önce “kudret karşısında dalkavukluk etmemektir.” Aynı öncelik sırasıyla. “ haklıdan yana olmaktır. (“Peki ‘kudret sahibi’ aynı zamanda ‘haklı’ ise ne yaparsın?” diye soracak olursan da cevabım şu olacaktır: “İnsan kudret sahibinin hakkını dalkavukluk etmeden de teslim edebilir.)
    Hayatımda daima uygulamaya çalıştığım başka bir özelliğim de paraya pula fazla değer vermemektir. Hele ilkelerimle çatıştığı zaman maddiyatı küçümserim mutlak suretle. Giyimde temizlik ve uyum şövalyeliğin en önemli özelliğidir. Elbiselerim eski olabilir fakat temizdir. Zorunlu onarımlarımı kendim yaparım. İyi giyinmenin şartı çok para gerektirmesi değildir. Kıyafet temizliği son derece önemlidir.
    Dünya’ya dünya malı kadar değer veririm. İdeayı, ideal olanı isterim. Cesur olmasına cesurumdur da. Ama cesaret benim için medeni cesarettir. İnsan olmanın gereklerinin yerine getirilmesinden yanayım. “İnsanların yüzde doksanı yaşamazlar sadece vardırlar.” diyor Oscar Wilde. Ben işte o yüzde onun peşindeyim. Birçok insanın , yaşamın tehlikelerini göze almaktansa yaşama taklidi yaparak ölmeyi beklemesini de zihnim almıyor.
    Hayatımda örnek aldığım kişi annemdir. İyi dendi mi aklıma annem gelir çünkü. Bana da iyi insandır dediklerini birkaç defa duymuşumdur. Unutmadan, hayatım düşünmek üzerine kurulu benim. Düşüncelere ve düşünenlere de saygım sonsuz.
    Mutluluğun insanların elinde olan bir şey olduğuna kanaat getirdim. Sevinç ise güçlüklerin yenilmesine verilecek en doğru ad. Hayattan ne istediğimiz yaşama anlamımızı belirler. Amaç mümkün olduğunca fazla şeye sahip olmak değildir. Mümkün olduğunca az şeye ihtiyaç duymaktır. Ayrıca seni mutlu edebileceğimi bilmesem, kendimde o gücü bulmasam böyle bir işe kalkışmazdım herhalde...
    Melike: Farklı bir kişiliksin ama o kadar güvenme kendine...
    Fatih: İçimden bir ses benim bu dünyaya sana mutluluklar yaşatmak için gönderildiğimi söylüyor.
    Melike: Peki hayata bakış tarzın nasıl?
    Fatih: İyimserliğim çok mu belli oluyor?
    Melike: İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olma polyannacılık sayılmaz mı ?
    Fatih: Bu görüşte iki hata var. Birincisi “iyimserlik eşittir polyannacılık” iddiasıdır ki bu doğru değildir. İkincisi böyle söylendiğinde polyannacılığın kötü bir şey olduğu varsayılmaktadır. Polyannacılığın kötü olduğunu kim söyleyebilir. Sevdiğim bir söz vardır. “Tanrım bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirme gücü ver. Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmemi sağla. İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver.. “
    Melike: Güzel bir söz. Peki bir kızda ne gibi özellikler ararsın ? Nasıl olmasını istersin ?
    Fatih: Evvela olması gerektiği gibi olacak her şey. Olması gerekenler çağımızda farklılık olarak algılanıyor ama yine de farklı olacak diyelim. Davranışları, oturması, kalkması konuşması yerinde olacak. Kıyafet konusunda oldukça hassasım. Kıyafet bir insanın diğer insanlara saygısını gösterir. Ayrıca yemek konusunda da titizim. Biraz zordur benimle yaşamak ama yine de zevklidir. Bu özellikler tahmin ediyorum sende ziyadesiyle mevcut. Seni senden dinlemeyi de isterim tabi.
    Melike: Böyle düşünmene sevindim. Ben de ayakları yere basan bir kızım. Nasıl giyinmem gerektiğini filan biliyorum ki bilmesem de babam bildirir zaten. Sen de biliyorsun. Baskıyı sevmem. Bir kere yanlışım varsa bir kere söylenmeli bana. Üstelenmemeli.
    Fatih: Bu kadar olur yani bir insanın gönlüne göre. Bencillik etmemek için sorayım dedim. Senin aklındaki erkek nasıl olmalı peki?
    Melike: Daha önce böyle bir durum yaşamadım ya da düşünmedim. Ama karşısındaki insana belirli bir mesafede olmalı. Sorunlarımızı konuşup halledebileceğim biri olmalı. Sevgisinden daha çok saygısı olmalı. İlişkimiz için daha olumlu, yapıcı olmalı. Uyması gereken kurallara uyup beni sinir etmemeli.
    Fatih: Biri bana mı seslendi? :))
    Melike: Kendine oldukça güveniyorsun.
    Fatih: Yapamayacaklarımın sözünü vermem... Peki soruyorum öyleyse?
    Melike: Neyi?
    Fatih: Var mısın, yok musun? Gökkuşağının sekizinci rengini bulmaya, hep ilkbahar tazeliğinde eskimeyen bir hayat yaşamaya, Dünya'da aşk denen bir nimeti tatmaya...
    Melike: İlk defa böyle bir hâl içindeyim. Bu tür ifadeler sence de biraz ağır olmadı mı?
    Fatih: Gülü susuz seni aşksız bırakmam.
    Melike: Varız. Deyim öyleyse.
    Fatih: Tebrikler...Sonsuz aşka giden yolculuğunuzda bir adet bilet kazandınız. Fatih'in “Can Kenarından.”

    BÖLÜM 6 : Sensizlik suya yazı yazmak kadar zor...


    Rüzgârın giderek şiddetlenmesiyle beraber Fatih montunun fermuarını sonuna kadar çekti. Çantasından Melike'ye yazdığı mektuplardan birini çıkardı. Desenli bir zemini vardı mektubun. Güllerle kaplıydı sayfa. Çıkardı ve okumaya başladı derinden. O mektubu duygularını açığa çıkarmadan önce yazmıştı. Mektup denmezdi aslında sadece bir yazıydı. Ama neden sonra Melike'ye de göstermek istedi. Belki görmeye hakkı vardı. Aslında bir kısmını da Melike'nin şok olmasından sonra yazmıştı. Ama onu diyemedi.

    "Seni uzaktan seviyorum..." diye düşündü Fatih içinden. "Yaklaşmadan, anlatmadan, anlaşılmadan.... Ben seni beklentisiz seviyorum. Hiçbir şey ummadan, talepte bulunmadan, hayal bile kurmadan. Kendi içimde taşıdığım sessiz sedasız bir sır bu. Ben belki de senden çok bu sırrı seviyorum."Sırrın senden bile güzel çünkü, senden bile özel. Sırrın bir billur kadeh, kırılmasın diye yüreğimde taşıyorum. Sırrın nazenin bir mum alevi, sırf yanmaya devam etsin diye karanlığı gündüze yeğliyorum. Kimse bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor. Hem kim ne anlar? Ateş bu, hep düştüğü yeri yakar. Bense ne bir şeyleri değiştirmek peşindeyim, ne bir yere varmak. Ne sahip olmak derdindeyim, ne kendimi kanıtlamak. Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi.

    Ben senin ismini tarçın kokulu akide şekeri gibi tutuyorum ağzımda, damağımda, ruhumda. Kaygılarını biliyorum, yalnızlıklarını, kırgınlıklarını ve hırslarını da. Kalbinin ritmini duyuyorum; yanında olmasam, elini tutmasam da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de. Seni olduğun gibi sevdim, tüm günahların ve arızalarınla. Uzaktan sevmenin en güzel yanı bu zaten. Kimseyi değiştirmeye kalkmıyorsun. Her şeyi olduğu gibi kabulleniyorsun. Aynı gökkubbenin altında yaşadığımızı bilmek yetiyor bana. Başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz sema aynı, yıldızlar aynı, dolunay aynı. Bunu bilmek yetiyor bana. Umurumda değil ki nerede uyuyorsun, ne yapıyorsun.

    Bacağında şarapnel parçasıyla yaşayan bir asker gibiyim. Etimde yabancı bir madde, kemiğimde bir metal parçası gibi duruyor aşkın bende. Başkası duysa korkar, "aman" der. "Nasıl olur? Böyle de yaşanır mı?" Halbuki ben alıştım. Rahatsız etmiyor beni, onu anladım. Şarapnel ve ben, gül gibi geçiniyoruz, yanyana ama karışmadan birbirimize. Durup dururken seviyorum işte. Sevip duruyorum.


    Yazmak rahatlatmıştı Fatih'i biraz da olsa o zamanlar. En azından neleri, nasıl, ne derece hissettiğini ifade etmişti. Melike bir cevap yazmamıştı bu yazıya. Fatih'in de cevap beklemek gibi bir düşüncesi yoktu. Çünkü cevabını beklediği an alışverişten farkı kalmıyordu. Kutsallığı olmalıydı bu duyguların.

    Okurken tekrar o günlere gitti. Kendisi için gerçekten zor olmuştu. Engeller vardı önünde şüphesiz ama pes etmek de yoktu sözlüğünde. Zor diye bir şey yoktu. İmkansız ise zaman alırdı. Zor kazanmıştı kolay kaybetmek istemiyordu. Günden güne artıyordu içindeki ateş, özlem.

    Eli diğer yazdıklarını aradı. Çoğunu göndermemişti. Duygularının birden bu derece yoğun olması korkutabilirdi Melike'yi. Ceylanını ürkütmek istemiyordu. Melike'ye en ufak bir zarar vermeyeceğine söz vermişti. Bu sözden Melike'nin haberi yoktu tabi ki. Sözü kendisine idi. Acıyı kendisine ayırıp sevgiliye safa sunan aşık elbette daha üstündü. Çıkardı bir tane daha yazdıklarından. Aşk üstüneydi tabi ki bunlar. Hasretle geçen gecelerin acısını kaleminden çıkarmıştı. Kan damlamıştı yüreğinden kalemine. Şöyle bir baktı sayfalara: “O kadar da kötü yazmamışım ” dedi.

    AŞK bir bakıştır. Gerisi vesaire...

    Aşk ile sarmaşık kelime kökü olarak aynıdır. Benzerlikleri ise bu noktayla sınırlı değildir. Nasıl ki bir sarmaşık koca ağaçları, çınarları sarıp sarmalar kuşatır çepeçevre; aynı şekilde aşk da insanın bedenini sarar, kuşatır bütünüyle. Soyutlar dünyadan. Ayrı bir dünyaya hapseder. Bedeni içten içe, dıştan dışa kurutur. Ayıp bir şey değildir aşk. Yaşanası kutsal bir durumdur. İnsanın kendisine olan hayretinin kat be kat arttığı bir hâldi, zorlukları, cefası çoktu. Aşk mumdan bir kayıkla ateşten denizleri aşmaktı.

    Korkuları ile yüzleşmekten korkan toplumların en kolay becerdikleri şey ise “ aşkı lanetlemektir.” Aşkın insanları birleştirici, yakınlaştırıcı özelliklerinin yanında onların hoşgörülü olmalarını sağlayan özellikleri de mevcuttu. Nedense bunlar asırlardır insanlardan gizlenmişti. Durum böyle olunca aşıkların çektiği zorluklara yenileri eklendi. Seven için sevilenin nazının üstüne bir de toplumun baskısı eklendi. Belki de aşkı anlatmak o yüzden bu kadar sevildi. Kavuşamayanlar onlarda kendilerinden bir şey aradılar. Kendilerini görmek istediler. Kimileri de farklı olanın peşindeydi.
    Hayatı aşka bölünce hayat çoğalır, bütün hayatları toplasak geriye aşk kalır. İnsanın olgunlaşması için de aşk gereklidir şüphesiz. Arkadaşlarımdan biliyorum. Hiç aşık olmamış biri kemalini tamamlamamış hödüktür çünkü. Toplumların aşkı sahiplenmesi gerekiyor şüphesiz. Ancak bunu ne kadar ne derece uyguladığımız, başardığımız önemli bir konu. Sevenlerin birbirini sahiplenmesi ise bambaşka bir boyut.
    Sahiplenmek, başka deyişle sevgiliyi bedelini ruhuyla ödeyeceği değişimlere zorlamak, aşkın kabul edemeyeceği bir sapmadır. İlkel benliklerin ortaya çıkmasıdır. Sevgilinin kişiliğini hiçe saymaktır. Üstelik, bu aşkın özverili olma öğretisiyle de çelişir. Sevgilinin kimliğini çiğneyerek onu sevdiğimizi söyleyemeyiz. Çünkü o, ancak kendi kimliğiyle vardır; ancak o zaman güzeldir. Sahiplenmeye çalışmanın denizi görmek için ormanı yakmaktan farkı yoktur. Toplumun saygınlığını yitirmiş kimi değer yargılarına inat, sevgili, kendisi olarak kaldığı sürece sevecektir. Evet çiftlerin kavga ettiklerinde onların birbirlerine söyleyecekleri en zor sözdür. “Seni Seviyorum”

    “Seni seviyorum” demek; kuru kuruya söylenmiş bir söz değildir şüphesiz. Seni seviyorum demek her şeyden önce kabullenmektir. Sahiplenmeye çalışmanın ilkelliğine düşmeden. Yaşatmaktır sıcacık öpüşlerle.
    Seni seviyorum demek; gerektiğinde sevgili için ölüme giderken çocuk saflığıyla gülümseyebilmektir.
    Seni seviyorum demek; korkmaktır. Yitirmekten yani. İncitmekten korkmaktır. Başkalarının incitmelerinden.
    Seni seviyorum demek; en kısa özlemlerde bile bir gece vakti bıçakla delik-deşik edilmiş kadar acı duymaktır. Ayrı coğrafyalarda “bir kez olsun” göreyim diyebilmektir.
    Seni seviyorum demek söylenmez sözler söylenir olunca, felaketin her çeşidini birden tatmaktır.

    Karşılık beklememişti şüphesiz bunları yazarken. Melike'den de beklentileri yok da değildi. Evin bir köşesine çiçekleri alırken kırmızı ve beyazların eşit olmasına dikkat etmişti. Sonradan öğrenmişti kırmızıların sevgili uğruna sunulanlar; beyazlarınsa, sevilen kişiden görmek istediği karşılıklar olduğunu.
    Suçluluk duygusuna benzer bir hisse kapıldı. “Hepsini kırmızı alsaydım.” diye düşünmeden edemedi. Kendisini çok mu kaptırmıştı bu fırtınaya ? Herşeyi Melike'ye yoruyordu. Ümit Yaşar OĞUZCAN için “Ayten” ne ise kendisi için de Melike öyle oluvermişti.
    Göz göze ilk gelmelerinde içinden bir ateşin yüreğinin derinliklerine doğru yol aldığını hissetti. Belki hissettiği çok daha fazla şey vardı o an ama içlerinde en belirgini oydu. Belki bir dönüm, kırılma noktasıydı. Evet gerçekten de öyleydi. Aşk bir bakıştı gerisi ise vesaire idi.

    BÖLÜM: 7 Güneş'e “Ya Doğ Ya Doğayım” dedirten bir güzellik.

    Fatih içinin hiç olmadığı kadar kapalı olduğu bir günde gönlünde doğan güneşin tesiriyle ısınmaya, aydınlanmaya başlamıştı. Yazdıklarını okumak onu ısıtmıştı. İçini de dışını da. Melikesi'nin güzelliğini tanımlaması biraz zor olmuştu. En güzel tanımı bulmayı bir görev saymıştı kendine. Miladını Melike olarak belirlemişti. Ondan öncesi ve sonrası olarak düşünüyordu hayatı. Daha önce okumuştu kitaplardan, şiirlerden bazı güzellerin özelliklerini. Kaşlar, gözler, boy değişik şekillerde betimlenmişti. Fatih bunların birer hayalden ibaret olabileceklerine kanaat getirmişti. Melike'yi başka bir gözle görmeden önceydi tabi ki bunlar. O gelince yeniden açmıştı gözlerini hayata. Onu ona anlatabilmeyi isterdi tabi ki. Ama söyleyeceği her sözün onun güzelliği yanında eksik kalabileceği tam olarak onu anlatamayacağı ihtimali ona bu konuda başarısız olma hissini tattıracaktı. Melike bir defasında ondan aşkın tanımını istemişti. İyi ama nasıl anlatılırdı ki ? Fatih de bilemedi..

    Kaderinde, aşkı Melike'de araması gerektiği yazılıydı herhalde. Yaşanacaklar yazılmıştı belki de. Aşk onu Melike'ye götürmüştü. Arayan mıydı aranılan mı? Ne o anladı ne de Melike… Anladıklarını cebinden bir not defteri çıkardı ve yazmaya başladı. Bu bir mektuptu sevgilisine. Şöyleydi:

    Dönüp duruyorum Melike'm.. Durup dolaşıyorum. Arıyorum. Arıyorum! İçimdeki uzağı arıyorum Melike'm. Uzaktaki yakını, yakınımdaki aşkı. İçimdeki içimi arıyorum sevgilim. İçimde aradığım yakın sensin. Aradığım sen. Sendeki beni, bendeki seni arıyorum. Ne bende, ne sende hem bende hem sende olanı arıyorum; bir teslimiyet bir huzur, bir kabul ediş bir kurban oluş, bir yok oluş… Evet arıyorum. Aşkta yanış, aşkta dönüş, aşkta duyuş, aşkta hissediş, aşkta sönüş...
    Aşk kitapta olsa ne olurdu. Aşkı kitaplarda öğrenemezsin, satırlara sığmayacak kadar bal kahrıdır o, gel anlatayım sana aşkı. Önce unut tüm bildiklerini. Aşkı aşıklarda arama. Aşk aşığın aynası değildir. Bu nedenle körler çarşısında ayna satılmaz. Aşk kelime değil ki deftere kaydedesin, aşk paragrafları talan eder. Aşkın kitaba sığmayışı bundandır. Kitap yorum işidir. Aşk yorumlarda yormaz yolunu. Aşkın kendisi başlı başına ucu bucağı gözükmeyen yoldur. Yola girenin geri dönüş hakkı yoktur... Yolun çukurundan çamurundan şikayet etme. Aşk çamuru nurlaştırandır. Unutma sen ruh denen nurun ile çamur denen beden buluşmasından doğdun.

    Ben aşk diyorum sen aşk olsun diyorsun. Ben gönül diyorum sen gölgelerin peşinde yol alıyorsun. Can aşkına, aşkın canına, gel yazdıralım biz de aşkımızı aşıkların yanına...

    Yazdıklarını temiz bir kağıda geçirdikten sonra Melike'ye yollamak üzere postaneye gitti. Her ne kadar elektronik haberleşme cihazları uzakları yakın etmekte mahirse de aşkı yaşamanın başat şartı özlem duymaktı Fatih için. Acaba Melike de özlüyor muydu? Mektubu verirken bunu düşündü.

    BÖLÜM 8 : Bir Ayrılık Rüzgarı

    Fatih mektubuna üç gün sonra cevap aldı. Bir mahkumun ölüm fermanı gibiydi. Özgürlüğünü Melike'ye olan tutsaklığı olarak görüyordu. Gerçekten de Melike'ye olan aşkı bir hapishaneydi onun için. Saçları parmaklıklar, gözleri gardiyan olmuştu Melike'nin. Fatih mektubu alıp okumaya başladı.

    Fatih ben çok düşündüm. Yaptığımın yanlış olduğuna, bu zamana kadar bu yanlışı yapmadığıma ve bundan sonra da yapmayacağıma karar verdim. Özür dilerim, ümit vermiş gibi olmuşsam. Ama ben her defasında aklının bir köşesinde olmama ihtimalinin de olması gerektiğini söylemiştim. Biz akrabayız. Böyle bir şey çok yanlış. Ben babamın yüzüne bakamıyorum. Çok ciddiyim. Onlardan gizli bir şey yapmak bana yakışmıyor. Bu yaşta böyle bir konuma gelmek istemiyorum. Üzgünüm her şey için Şu saatten sonra ağabeyimsin. Kusura bakma n'olur. Dediğim gibi... Bundan sonra çok fazla konuşmazsak sevinirim. Yolun her zaman açık olsun.
    Fatih zamanın durduğu anlardan birindeydi yine. Çok zordu. Açık kapı bırakmamıştı Melike. Farkında olmadan bir daha sevdi onu. Esaslı kızdı. Her şeyi ayan beyan yazmıştı. Ümit verme konusuna değinmişti. Diğer kızlardan farklıydı işte. Diğerleri kendilerine ilgi duyan erkeklerin sayısıyla övnürken o tamamen bitirme noktasına gelmişti. Mektubu yırtıp atabilirdi. Ama bu saygısızlık olurdu. Çünkü en nihayetinde sevgilisinden ya da şu an için eski sevgilisinden gelmiş bir mektuptu. Ondan izler taşıyordu. Onun eli değmişti mektuba. Bu tür düşünceler içinde iken bir şimşek çaktı zihninde. Bir anda değişti her şey.

    Nasıl olabilirdi? Bunu ona yapamazdı. Hem Fatih kızlardan kendisine gelen tekliflerin hepsine olumsuz yanıtlar vermişti Melike hayatına girdiğinden beri . Hiçbirine açık kapı bırakmamıştı. Acaba kaybettiği şeyler nelerdi? Sadece zaman ya da kendisine ilgisi olanların ilgilerini kaybetmesi mi? Kaybı çoktu. Telafisi ise mümkün değildi bunun.

    İkizler burcunun çift karakterlilik özelliği vardı. Şu an o özelliği hayatında ilk defa böylesine derinden hissediyordu. Gel-gitler yaşıyordu aşk okyanusunda. Asıl şimdi başlıyordu sınavı. Seveni sevmek kolaydı.Marifet o sevmediği zaman da sevebilmekti.
    Ayrılıklar rüzgar gibiydi hem. Küçük aşkları söndürür, büyük aşkları kuvvetlendirirdi.


      Forum Saati Cuma Mayıs 17, 2024 12:00 pm