Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    MODERN AŞKLARIN İSTİSNASI -2

    avatar
    1001060059 (KALEMŞOR)


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 22/12/10
    Yaş : 32

    MODERN AŞKLARIN İSTİSNASI -2 Empty MODERN AŞKLARIN İSTİSNASI -2

    Mesaj  1001060059 (KALEMŞOR) Perş. Ara. 23, 2010 3:18 pm

    Bölüm 9 : Yalnızlık...

    Yalnızlığın uçsuz bucaksızlığını bu kadar derinden hissedebilmek acı veriyor bana. Gözyaşlarımın her an genzimi yakması sıradan bir olay gibi geliyor artık. Terk edilmişliğim bu denli büyürken yanıbaşımda, tek istediğim sesini duyabilmek. Gölgeler titreşirken soğuk duvarlarda, tek istediğim seni görebilmek. Bu denli güçsüzleşmişken eklemlerim, tek istediğim sana sarılabilmek. Bir şimşek çakıyor çok uzaklarda, ardından iki damla yaş düşüyor yeryüzüne. Asla gitmeyecekmiş gibi odama yerleşen yalnızlık uzanıveriyor yanıma. Çaresiz boyun eğiyorum yine ona. Gecenin simsiyah örtüsünü alıyoruz üstümüze, derin bir uykuya dalmak üzere uzanırken.

    Uykularım beni garipsiyor uzun zamandır. Gün ışığının çekilmezliği yiyip bitiriyor beni. Fakat artık ay ışığı da teselli edemiyor. Simsiyah kadife örtünün üzerinde öylece asılı duran, bembeyaz dert ortağım da dinlemiyor artık beni. Bu kadar zamandır yalnızlığımı paylaştığım, bütün günümü onunla buluşma hayâliyle geçirdiğim ay da artık gözünde yaşlarla seyrediyor beni. Yapayalnız kaldığım odamda, duvarda titreşen gölgeleri seyrediyorum. Beni bir başıma bıraktığın hayatta da artık birer gölge gibi etrafımdaki insanlar. Siyah-beyaz, sesi çıkmayan, bozuk bir televizyondan seyrediyorum âdeta hayatı. Sen benimleyken bana anlamlı gelen her şey anlamını yitirmiş, yalnızca yalnızlığım kalıvermiş elimde. O beni asla terk etmeyecek sanırım.
    Günlerim acı içinde geçiyor sen yokken. Biliyorum, çok zaman geçti, fakat ben hala yaşayan bir ölü gibiyim. Sokakta herkes bana bakıyor, yalnızlığımı yüzüme vuruyormuş gibi geliyor bana. İnanamıyorum çoğu zaman beni terk edip gittiğine.

    Gittin ya kalsan güzel olurdu. Gitmişin neye yarar.. Sen gittin ama bak senle ilgili olan bir şey var bende. Sensizlik bende. Gittin. Heyhat! Pervaneye döndü narin yüreğim sensizliğinde. Sessizliğe gömüldü ruhum sensizliğimde. Dışında olmadığım içinden çıkamadığım…

    Artık yakarak değil yanarak hiç değil tüterek yaşıyorum.

    Günlüğüne bunları yazmıştı. Karanlık odasını sadece mum ışığının aydınlatmasını istemişti. Mumlara sadece bir aydınlatma aracı olarak bakmazdı.Mum da bir çeşit aşk yaşıyordu aleviyle. Mum ışımak için kendisinden verirdi. Şöyle bir baktı muma günlüğünü kapatmadan önce. Dilinden şu cümle döküldü kağıda bir öncekini silmeyi unutmadan... “Sende alev, bende Melike'nin sevdası”

    - Kızdın mı bana Fatih?
    - Ben yenilgiye bahane bulmam. Tabi ki kızmadım sana.
    - Günübirlik bir his miydi yoksa her şey. Baksana en ufak bir değişiklik bile yok sende... Üzülmemişsin, kızmamışsın hiç.
    - Kızmamam bu anlamlara gelmemeli.
    - Sen beni hiç önemsemedin(Sitemkar bir şekilde, gözlerinden yaşlar gelerek Melike'nin)
    - Bunu asla kabul etmiyorum kuzum. Benim miladımsın sen.
    - İnanmıyorum sana.. İnanmıyorum işte. Önemsemi....

    Fatih soluk soluğa kalmıştı. Saat 03:16' yı gösteriyordu. Lanet bir kabustu. Rüyalar tersine çıkardı. “Hayır olsun!” dedi. Rüya defterini açtı. Yazmaya başladı. Gördüklerini unutmamak için yazıyordu rüyalarını. Bir yerde okumuştu insanın rüya analizlerinin doğru tespiti için iyi bir defter tutulması şarttı. Son cümlelsini yazamadan uyumuştu.


    Bölüm 10 : Kınanarak yüksek mertebelere ulaşmak

    Fatih sabahın ilk ışıklarıyla gözünü açtı. İşte yeni bir gün başlıyordu. Kimlere neler getirecekti? Sabah sporunun ardından duşunu aldı. Kahvaltısını yaptıktan sonra kendisinden de biraz kaçmak için yakın bir şehre yolculuğa çıkmaya karar verdi. Gerçi yolculuk sayılmazdı bu ama o adını öyle koymak istedi. Arkadaşlarıyla da son zamanlarda az görüşür olmuştu. Kendisini günden güne soyutluyordu. Melamet hırkasını giymiş gibiydi. Toplumdan kaçıyordu. Onlardan kaçtıkça Melike'ye daha yakın olacağını hissediyordu. Gerçek aşka böyle ulaşılıyordu belki de. Sevenler hep toplumdan soyutlamışlardı kendilerini. Asırlardı durum böyleydi. Fatih düşündüklerinin havada kalmaması için onları yazmaya karar verdi. Belki kendisine teşhisi daha rahat koyardı. İçinde hala Melike'ye duyduğu özlem ve Melike için beslediği aşkın ateşi vardı.

    AŞIKLIK VE KINANMIŞLIK

    Ben aşık oldum biliyorum insanların kınayışlarını. Hiçbir din yasaklamamış aşkı, hiçbir bilge yahut öğreti de. Ama biz kendimize yasaklamış nedense. Hristiyanlık tarihi, aşk’ın yüz karasıyla çalkalandı asırlarca. Âşık oldu diye engizisyonlarda yargıladı insanları, içlerindeki şeytandan arındırmak için ruhlarını yaktı. Müslümanlar da ayıp saydılar aşkı ve hala ayıplıyorlar âşıkları. Onlar için varsa yoksa mecazi aşk. İki kalbin, haydi diyelim iki bedenin birbirini sevmesinde ne kötülük olabilir sizce? En akıllıları hep mecaz aşkı, hep Yaratıcı’ya olan aşkı övdüler yüzyıllarca. Şairleri de zaman zaman buna çanak tuttular üstelik. Okuduğumuz her şiirde aşktan bahseden herkes minareyi çalmışçasına mistik bir kılıf hazırlıyor. Aşka methiyeler düzenleyen şairler alkışlanırken, bizzat aşık olanlar ayıplanıyor. İşte bu yüzden aşk ile melamet(kınanmışlık) eski bir şark töresidir. Buna göre âşık önce aklından kurtulmalıdır. Akıl henüz insana hükmederken aşkta yücelmenin yolları kapalı durur. Çünkü akıl insana dünya ilgilerini, sevgili dışındaki varlıklarla ilişkileri ve onları önemsemeyi telkin eder. Oysa aşık sevgiliden başka en ufak bir şeyi önemsediği zaman gerçek aşka eremez. Sufiler bu yüzden önce nefislerini öldürürler, aşıklar da akıllarını.. Aklın ve nefsin ölmesi için de aşığın ayıplanması gerekir. Çünkü insan egosuna en ağır gelen şey kınanmaktır. Melamiler sırf bu yüzden, yani egolarından kurtulmak için kınanmayı isterler. İnsanların onları kınayacakları biçimde davranmaları da, kınanacak giysilerle dolaşmaları da bu yüzdendir. İnsanlar onları kınayarak uzaklaştırıp çevrelerinden kovdukça onlar yalnızlıklarını Tanrı ile paylaşırlar, yani seven, gerçek Sevgili’ye yönelir. Tıpkı bunun gibi, aşıklar da aşka yetenekleri bulunmayanlar tarafından kınanırlar.
    
    Yazdığını diğerlerinin arasına koydu. Heybesinde özlem, aşk ve onları anlatmaya çalıştığı kağıtları vardı. Yolculuk için hazırlıklarını tamamladı. Kapıdan çıkmadan önce gözü tabloya takıldı. İlk defa bu kadar derin düşündü her gün gördüğü o gri tablo hakkında.

    Her tablo hayatın belli bir anını yansıtıyordu. Belki de hayatın kendisi bir tabloydu. Yaşanılan her duygu bir renk olarak kabul edilirse hissedilen her duyguyla şekilleri farklı bir renge boyuyorduk ve bu sayede tablomuz bir anlam kazanıyordu. Siyah, yanındaki beyaz sayesinde görülüyordu. Ve ikisinin arasındaki gri siyaha göre beyaz, beyaza göre siyahtı. Yani bir renk anlaşılmak için diğerine muhtaçtı anlam kazanması diğerinin varlığına bağlıydı. Yani iyinin iyiliği, kötüye göreydi. Kötü sayesindeydi yani. Sevinci ancak kederi yaşayan hissedebilirdi. Beyazı ancak siyaha aşina bir göz fark edebilirdi.

    Çantasını bıraktı. Yolculuğa şu an için ihtiyacı yoktu. Nefsine vaktinde vereceği kuru ekmek, vakitsiz vereceği kebaplardan daha üstündü. Hem yolculuk bir kaçıştı ona göre. Yeterince güçlü olamayan kişi yarı yolda vazgeçen kişiydi. Hakikati içinde aramalıydı. O biliyordu ki, “Hakikati bilenle onu seven birbirine denk değildi. Hakikati sevenle ondan zevk alabilen de birbirine denk değildi.” Hakikat ise sevmekti şu an. Sevmenin sefası da vardı cefası da. Mutluluktan herkes mutlu olurdu. Asıl mutluluk, sıkıntılı anlarda bu sıkıntıdan mutluluklar çıkarabilmekti. Yaşamın her zerresi kutsaldı, değerlendirilmeliydi.

    En mesut aşığın, devamlı vuslatı isteyen ama hiç vuslatı yaşamayan aşık olduğunu düşünülürdü. Sevgilinin gelişinin ayak seslerini duyarak kıyamete kadar yaşanılabilir, ama vuslata erdikten sonra gideceğinin korkusuyla hemen can verilir. Sonunda vuslat olan bier ayrılık, dertleri bile zevke dönüştürür. Ama sonu ayrılıkla bitecek bir vuslat sevinci kedere boğar. Sabretmek gerekliydi. Kâmil insan sabretmesini de bilirdi. Aşka, sevdiğine methiyeler dizmeye devam edecekti Fatih. Heybesinden çıkardıklarını okumaya başladı rastgele. Nerede kalmıştık dedi kendi kendine

    Bölüm 11: Aşk Notları

    Asıl olan dilsiz dudaksız gönülden gönüle bir konuşma aşkın lisanıdır...Kapatmışız kapılarının kalplerimizin aşmışız aşk miracının pencerelerini. Kim çalsa o kapıyı yokuz biz diyoruz. Fatih yok Melike yok...

    “Bu kadar mı yazmışım?” dedi. Kağıdın arkasını çevirdiğinde görebildi diğer kısmını. Şöyleydi:

    Arza hacet yok halim sana ayandır
    Dile gerek yok, sessizliğim sana beyandır
    Söze lüzum yok, susuşum sana kelamdır
    Kelama ihtiyaç yok, aşk sana figandır.

    Bu küçük kağıtları kaybettiiğini sanıyordu. Bulmanın sevinci içinde okuyuverdi zaman geçirmeden. Yusuf ile Züleyha'nın öyküsüydü.

    -Yusuf: “Züleyha, benimle evlenmek istediğin zaman seni alamazdım çünkü efendimin karısıydın. Artık hürsün ve ben de köle değilim. Eğer istersen seninle evlenebilirim.
    -Züleyha: Hayır Yusuf. Sana olan aşkım benimle gerçek Mahbub arasında sadece bir perdeymiş. O perdeyi elhamdülillah yırttım. Gerçek aşkı bulduğuma göre artık senin aşkına ihtiyacım yok.

    İlahi aşk ile beşeri aşkı anlatan kağıtlar karışmıştı birbirine. Ama beşeri aşkı yaşamadan da ilahi aşk yaşanmazdı. Sufilere ilk sorulan sorulardan biri de buydu. Eğer bir kişi sufi olmak istiyorsa ona ilk sorulan soru beşeri aşkı yaşayıp yaşamadığıydı. Beşeri aşkı yaşamadı ise o kişi, sufi olamazdı.

    Bir diğer kağıda ise Ferhad ile Şirin'i yazmıştı. Fatih'e göre Ferhad iyi bir aşık değildi. Kolay olanı seçmişti Şirin'in ölüm haberini aldığında. Ferhad kendini öldürmüştü. Oysa Şirin'i için yaşaması gerekirdi. İnsanların bu hikayeleri anlatırken gözden kaçırdıkları noktalar olabiliyordu...

    Suçluluk duygusunu anlıyordu Melike'nin. Çünkü, “Kötü bir şey yaptığında insanların bunu öğreneceğinden korkuyorsan, o zaman o kötülükte iyi bir şey vardır. İyi bir şey yaptığında insanların bunu öğrenmesini bilmesini istiyorsan o iyilikte kötü bir şey vardır.” yazmıştı kendisini Melike'ye karşı suçlu hissettiği bir zamanda.

    Aşkı bu kadar yoğun yaşamak yıpratıyordu onu ama aşkın ikliminden kurtulmaya çalışmak da ona ihanetmiş gibi geliyordu. Belki de gönlünü almalıydı onun. Bekleyerek bir sonuca varamazdı. Kendisine değer verilmediğini düşünüyordu Melike. Fatihin bu yanlış düşüncesinden vazgeçirmesi gerekiyordu onu. Aklına ilk gelen fikir ona bir hediye almak olacaktı.Dışarı çıktı ona bir hediye almak için. Kendisine de bir tane kazak alacaktı. Melike Fatih'e yakışacağını söylemişti açık pembe bir kazağın.

    BÖLÜM 12 : İnneme'n-nisâ' şakâyıku'r-ricâl

    Fatih şehir merkezine gitmek üzere evden çıktı. Durak yakındı. Belediye otobüsü ile yarım saat sürerdi. Fazla beklememişti durakta. Beş dakika sonra gelmişti otobüs. Kartını okuttuktan sonra ortalarda bir yer bularak oturdu. Etrafa bir göz attı. İnsanların toplu bulunduğu yerlerde önce bir süzerdi topluluğu. Önünde iki tane ak saçlı dede oturuyordu. Emekliydiler belli. Biri diğerine nazaran daha kelli felli duruyordu. Fakirlikten geldiğini söylüyordu. Şüphesiz yaşamın güçlüklerinden geçerek gelen, harcadığı çabayla bataklıktan kendini kurtaran, tüm zorlukları geride bırakıp yüksek bir düzeye ulaşan biri, yaşamın iyi ve kötü yanlarını herkesten iyi bilirdi. Bu konuda kimse su dökemezdi eline. Özellikle doğru yoldan ayrılmamışlar kendisiyle boy ölçüşemezdi. Sonradan görme ise daha başka bir şeydi. Diğeri daha saf tonton bir dedeydi. İkisinin ortak noktaları ise belliydi. Zamandan dert yanmaları. Fatih onları görünce “Zaman hiçbir zaman kazanamaz bana karşı” dedi. Biraz sesli söylemiş olacak ki yaşlılar homurdandı.

    İnecek olan bir yolcunun telefonu çaldı. Ajda Pekkan'ın söylediği bir şarkıydı bu. Çalan şarkı, “İstenmiyorsan artık, arkanı dön ve çık” gibi bir şeydi. Zaman ne kadar değişmişti. Zamanla birlikte aşklar da. Oysa daha yüz elli yol öncesine kadar sevgililer birbirlerine aralarında dargınlık dahi olsa “Sana ben canımın canı efendim, kırıldım darıldım gücendim.” derlerdi.

    Gençlerde durum daha başkaydı. Genç aşıklar sevgilileri hakkında güzel şeyler düşüne düşüne onları aslında hiç olmadıkları biçimde birer kimlik ve kişilik giydirirler. Sonradan sevgililerin gerçek yüzlerleriyle karşılaştıklarında da “Benim sevdiğim kişi sen değilsin” demeleri gayet sıradan bir durum olarak karşılanıyordu. Âşıklar “Ben senin için şunu şunu yaptım. Sen benim için şunu şunu yapmadın” gibi şeyler söylüyor. Bu durumda aşk alışverişe dönüyor oysa aşkın hakikatı hasrettir. Durum böyle olunca her iki taraf da kavuşsalar da aşklarını tek başına yaşarlardı.

    Arkada orta yaşlı iki adam oturuyorlardı. Sistemden dert yanıyorlardı şüphesiz. Seçilmişlerle atanmışlar anlaşamıyorlarmış iş yerinde. İktidar olmak ayrı muktedir olmak ayrıymış. İşe göre adam değil adama göre iş imiş sorun.

    Yan tarafında bir anne vardı çocuğuyla beraber. Fatih, kadının ev hanımı olabileceğini varsayıyordu. Çocuğu biraz hırçınlık yapıyordu. Onu sakinleştirmeye, susturmaya çalışıyordu. Dört yaşlarındaydı galiba çocuk. Bir sonraki durakta yanına çalışan bir bayan oturdu. Gelen telefonu açmak zorunda olduğunu söyledi. Telefonda kızı ile konuşmaya başladı dikkatleri üstüne çekerek.

    Kadınların toplum hayatında etkin olmaları bazı kesimler tarafından yadırganmıştı. Fatih iki kadın arasındaki farklılık üstüne düşündü. Genel olarak iki tür söylem vardı kadınlar için:

    Birincisi: Analığın bir kadının temel vazifesi olduğunu her işten yüce olduğunu vurgulayan, bu uğurda kadınların her türlü fedakarlığı yapmaları gerektiğini vurgulayan ve mümkün mertebe evlerinde kalmalarını salık veren geleneksel söylem

    İkincisi: “Çocuk da yaparım kariyer de” sloganıyla her işi eksiksiz, pürüzsüz kotaran, süpermarketlerde jet hızıyla alışverişini tamamlayıp, evde ve işyerinde herkesin ihtiyacına koşan, en güzel mamamları iki saniyede mikserden geçiren “süperdişi” imajı vu bu imajı pompalayan renkli kadın dergisi söylemi.

    Gözlemlerini zihninin bir köşesine not ettikten sonra, yüzünü cama çevirerek. Yolu seyre daldı. Düşünmenin akıntısına bıraktı kendini.

    Gerçekten de kadınlar narin yaratılmış varlıklardı. Bundan şikayetçi olan kadınların yanında bunu kullanan kadınlar da vardı şüphesiz. Peygamber Efendimiz'in bir sözüydü. İnneme'n-nisâ' şakâyıku'r-ricâl. Anlamını tam olarak hatırlayamadı. Bir mezarlığın yanından geçiyordu araba.

    Yaşamış, ömrünü tamamlamış ve şimdi bir avuç toprak kalmış binlerce insan bir arada. Kim bilir ne aşklar yaşadılar? Sevdiler, sevildiler. Belki yalnızca sevdikleriyle kaldılar. Beklenen sevgililer bir türlü gelmedi. Onlar başkalarına gittiler. Her birinin ayrı öyküsü vardı. İhanet edenler, ihanete uğrayanlar. Yalnızca duvarlara ve geceye haykırdıkları aşklarıyla karşılıksız sevenler. Sevdiğine doyamadan kendi elleriyle toprağa verip yaşama küsenler. Sevdiğine kavuşanlar. Karşılıklı sevip de toplumun değer yargılarına boyun eğip yanılgıya düşenler. Yanlış kurulmuş denklemlerden aşka ilişkin hiçbir sonucu çıkaramayanlar. Sevdiği için can verenler. Vurulup fidan boyuyla yere düşen sevgililer.

    Bir tane mezar taşı çarptı gözüne. Mezar taşları sadece kabirde yatan hakkında değil; toplum hakkında da bilgi verir bize. Mezar taşları sosyal tarihin bir parçasıdır. Az da olsa birkaç yazı görebilmişti uzaktan. İçlerinden en dikkat çekici olan ise “Dünya bir gündür o da bugündür.” yazısıydı.

    İneceği durağa gelmişti. Vakit kaybetmeden AVM' lere yöneldi.

    BÖLÜM 13: Bir Alışveriş Hikayesi

    “Tabelâsı Türkçe olarak yazılmış dükkanların sayısı bir elin parmağını geçmiyordu caddede. Ramsey, X-side, LCW, Fast-food, Yellow Taxi, Tırtıl Kids, Topal Exclusive, Osmani, Biletix sadece birkaçıydı. Sömürge bir devletteyiz sanki. Bir taraftan değil dört bir taraftan kuşatmışlar.” Bu düşüncelerle giriyor Fatih mağazaya. Mağaza sahibi müşterilerle sanki gizli bir ladese girmiş. Fiyatı 29,90 TL kazağın. Yani otuz lira değil. Neden? Çünkü kıyafeti alan kişi ucuza aldım diyecek sonuçta otuz lira vermeyecek. Ama otuz liraya aldığını bilecek, yani alırken “Aklımda” diyecek. satıcı ise "lades" diyecek. Müşteri, kendini kandıradursun, “İndirim varmış ucuza kapattım, en azından otuz lira vermedim” diye . Mağaza sahibi ise bir diğer akıllı! müşteriyi bekleyecek. Dürüstlsüzük konusunda milli mutabakat vardı. Fatih oradan almadı kazağını.

    Markacılık almış başını yürümüş. Bilinenin aksine marka insan şahsiyetini siler onu tek tip yapar. Marka giyerek sürüden ayrıldığını sanarsın. Farkı, fark edin dersin. Heyhat! Bu aldanışın daniskası. Gerçekte sen de bu markanın neferi olmuşsundur. Hele bir de Harcadıkça kazan mantığı var. Mantıksızlığın en ileri safhası. Her yanını kaplamış gökdelenlerin ortasında gökyüzüne hasret kalmışız. Sahi bu binalar nasıl tanımlanıyordu, ne anlama geliyordu insanlık için? Nedir gökdelen? Firavundan miras kalan ve Tanrı’ya kafa tutan bir kule mi? Yoksa çağdaş küresel fikriyatın dünyayı istila eden zihniyet sembolü mü ? .

    Şeytan hayatınızı kolaylaştırıyorum, ömrünüzü uzatıyorum diyedursun dünya şeytana pabucunu ters giydirecek insanlarla dolu. İnsanlar gözleri açık uyutuluyor. Herkes herşey hakkında fikir sahibi ama kimse hiçbir şeyi bilmiyor. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya çalışıyorlar. Teknolojinin yanlış kullanımı da buna çanak tutuyor. Kitap kokusundan habersiz nesiller yetişiyor. Hele hele tüketim ekonomisi denen çılgınlığın açtığı yaralar günden güne artıyor.Bunun yerini kanaat ekonomisinin almasının vakti çoktan geldi. Üretmeden tüketmek gerçekten de hayra alamet değil. Avrupa nüfus olarak Dünya'nın yüzde yirmisini oluşturuyordu ama kaynakların yüzde seksenini sömürüyordu af edersiniz tüketiyordu. Şairin dediği gibi “Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.”

    Ana caddede giderken ara caddelere sapmak istedi. Sıkıntı basmıştı. Önünde yirmili yaşlarda bir bayan yürüyordu caddedeki adamların gözüyle beraber. Arada bir işaret ediyorlardı adamlar birbirine “Bak gidiyor işte” dercesine. Fatih büsbütün sinirlendi. Ahlaksızlığın diğer bir boyutu da buradaydı. Eee ne de olsa fuhşun felsefesini yapmak namusun müdafaasını yapmaktan daha kolaydı.

    Gazete bayisinden Aşk aldı.Aşk bir gazete adıydı. Akşam karanlığı çökmüştü. Bir kahvehaneye attı kendisini. Arka taraflarda kuytu bir yerlere oturdu. Gazetesini okumaya başladı. Bir Türk Kahvesi istedi. Etrafa bir baktı kederli yüzler dikkatini çekti.

    Keder; eziklerin güçsüzlerin, çaresizlerin öfkesi idi. Fatih için anlamı buydu.

    BÖLÜM 14: Aşk Gazetesi

    Fatih bu gazeteyi almaya bir ay önce filan başlamıştı. Git gide ilgisi arttı gazeteye. Gün boyunca yaşadıkları onu biraz germişti. Kahvesini yudumladıktan sonra şöyle bir baktı fincana. Aklına o kendilerine “elit” diyen sözüm ona seçkinci tabakanın kahvehanelerinin birinde kahve içmek zulmünü yaşamıştı. Sipariş için gelen garsonla yaşadığı olayı anımsadıkça gülüyordu ağlanacak halimize.

    Buyrun...
    - Kahve lütfen.
    - Espresso, decaffeinate, cappucino, latte macchiato, cafe au lait, hot chocolate?
    - Türk kahvesi yok mu?
    - Maalesef...
    - Su alayım o zaman.
    - Normal mi, Pellegrino mu?
    - Dizel olsun!

    Gazetenin manşet haberi “aşkın kimyası” ile ilgiliydi. Hemen ilgili sayfayı açtı haberi okumaya başladı. Habere göre;

    Aşk üç aşamada değerlendirilmişti. Etkilenme-Çekim-Bağlılık

    “Etkilenme tezine göre; evrimsel, genetik , psikolojik deneyimler ve kokular romantik aşkın temelini oluşturur. Çekim tezine göre, salgılanan bazı kimyasal maddeler beyni uyarır. Bu durum, aşırı sevinç ve mutluluğu birlikte getirir. Bu dönem iki üç yıl sürdükten sonra yavaş yavaş etkisini yitirir.

    “Bağlılık tezine göre ise, bu dönemde üretilen yüksek orandaki morfini andıran bir madde(endorfin) beyne akarak sevgililerin huzur ve güven duymalarını sağlar.
    Derginin bir yerinde bilimsel araştırmalarla ortaya çıkartıldığı belirtilen saptamalar oldukça ilginçti.

    “Aşık olanlar genelde duygularını kendinden geçme biçiminde tanımlarlar. Araştırmacılara göre bunun nedeni o sırada vücudu dolduran kimyasal maddelerdir. Göz göze gelmek, el ele tutuşmak gibi faktörler beyinden başlayarak, sinirleri etkileyerek tüm kana yayılacak akımı başlatırlar. Bunların sonucunda hepimize aşina olan durum ortaya çıkar. Kızaran yüzler, derin derin soluk alışlar, terlemeler vb.

    Aşkın belirtilerinin sıkça stresle karıştırılmasının nedeni ise, her ikisinin de sisteminin aynı olmasıdır. Eski gücünü yitiren kimyasal maddeler, aynı zamanda pek çok insan için bir ilişkinin sonu demektir. Ancak ilişkilerin genelde yıllaraca sürmesinin nedeni değişik kimyasal maddelerinin üretime geçmesidir. Eşin sürekli varlığı beyinde endorfin salgısını başlatır. Doğal bir ağrı kesici niteliğinde olan endorfin, sevgililer için güven ve huzur ortamını oluşturur.

    Fisher’e göre, sevgilisi ölen ya da onun taradından terk edilen kişi, bu uyuşturucu gereksinimini yitirdiği için kendini aşırı kötü hisseder.

    Çeşitli örnekler vardı makalede seven kişinin davranışlarıyla ilgili. Fatih okumak istemedi. Şüphesiz bilim çok önemli bir değerdi. İnsanlığa yaptığı hizmetler tartışılmayacak kadar açıktı. Ama, aşk gibi insan aklıyla açıklanamayacak bir uygarlığı kavramaya çalışmak oldukça anlamsız bir çabaydı. Zira bilim akıl işidir aşk ise gönüle bakar. Aşk ne bir ilim ne bir öğreti başlı başına bir dünyadır aşk. Fuzuli'nin dediği gibi “Aşk imiş her ne var âlemde ilim bir kıyl-ü kaal imiş ancak.”

    Gazetenin yaptığı araştırmalar evliliğin aşkı öldürdüğüne inananların sayılarının arttığını gösteriyordu. Bu konuda aşk doktorlarından birkaç tavsiye vardı yeni evlenen çiftlere. Biraz sitem dolu kınama bildiren ifadelerdi bunlar. Devam etti Fatih okumaya.

    Sevenler yaşanmamış heyecanlar ve sürprizlelerle aşkı yeniden üretemiyorlarsa, gerektiğinde yapay özlemler yaratıp aşkı besleyemiyorlarsa, sonucun böyle olmasına şaşırmamak gerekir. İşin bir diğer vehim yanı da şu ki çiftler toplum içinde biraz daha rahat olmak için evlenirler. Akşamları daha rahat dolaşmak, akrabalar arasında daha rahat kalabilmek gibi ama nedense evlendiklerinde sanki eve bağlıdırlar ya da günümüzde bilgisayara ya da televizyonlara… Bunun altında evlenmeden önce insanların birbirlerine hep ütülü yüzlerini göstermeleri de etkili şüphesiz.

    Aşk Gazetesi'nin üçüncü sayfa haberleri ise toplum tarafından doğru bilinen yanlışlar üzerineydi. Habere göre bir delikanlı sevdiği kız onu terk ettikten sonra ayrılığı gururuna yedirememiş ve kıza tehdit dolu mesajlar yollamış. Bununla yetinmemiş, şantaj yapacağını ima etmiş. Kızın korkarak polise gitmesi neticesinde delikanlı tutuklanarak mahkemeye sevk edilmiş.

    Bu haber gerçekten önemliydi. Nedense kızın ömrünün geri kalan kısmını istediği gibi geçirmesini olanaksız kılmış bir delikanlının sevgisinden birçok kimse şüphe etmez ? Korku kültürünün bir tezahürü olarak ilişki kurduğu bireyi kalıplara sığdıran bir anlayış, ilişkide mutluluğu yakalayamayacaktı. İlişkinin gelişimi de olumsuz yönde seyredecek. İlişki gelişmeyince ilişkinin içindeki insanlar da gelişmeyecekti. Orta sayfa haberlerinde ise makaleler yer alıyordu aşk ve sevgiye dair. Makaleler bilimsel yazılardı. Ama aşk da bilimden daha ciddi bir konuydu. Yazının başlığı dikkatini çekti. “Kadın erkeğin şakayığıdır.” diyordu başlıkta. Yabancı gelmedi Fatih'e bu yazının başlığı. Yazı şöyleydi:
    İnneme'n-nisâ' şakâyıku'r-ricâl( kadın, erkeğin şakayığıdır.)

    Buyuruyor ki Efendiler Efendisi: "Şüphesiz kadın, erkeğin şakayığıdır." Buradaki şakayık kelimesi Efendiler Efendisi'nin ağzından bir veciz ifade olarak söze dökülmüş olup tevriye, iham-ı tenasüp, cinas gibi edebiyat sanatlarına örnek olabilecek bir ziynet konumunda durur. Kelimenin Arapça anlamlandırılmasına göre öncelikle kadının, erkeğin "kürek kemiği"nden bir parçası olduğu, ardından erkeğin "öteki yarısı (elmanın iki yarımı gibi birbirini tamamlayan değerler bütünü; şakk'ı)" olarak düşünüldüğü ve nihayet "şakayık (yaban lalesi, gelincik)" çiçeği olarak mânâ ifade ettiği görülür. İlk anlam dinî terminoloji içinde Hz. Adem'in kürek kemiğinden yaratıldığı ifadelendirilen Havva içindir. İkinci anlama göre, kadın erkeğin öteki yarısıdır ki modern bilim de zaten bunu ifade etmektedir. Kadın olmadan erkeğin, erkek olmadan kadının eksik kalacağı, anatomik, fizyolojik ve psikolojik olarak erkek ile kadının bütünleşerek beşeriyetlerini tamamlayabilecekleri, aksi takdirde bünyede arızalar oluşmasının kaçınılmazlığı, bu bağlamda evlilik müessesesinin önemi, aile kurumunun yaşatılması vb. söylemler hep bu şakayık (öteki yarı) düsturu üzerine temellendirilebilir. Şakayık kelimesinin bize edebiyat açısından ihtişamını gösteren anlamı ise Türkçe'de bildiğimiz "gelincik çiçeği"ni karşılamasıdır.

    Gelincik, hemen her coğrafyada kendiliğinden yetişebilen, otuz kadar türü bulunmakla birlikte hemen hepsi kırmızı renkli yaprak açan bir çiçektir. Yol kenarlarında, ekin tarlalarında, ören yerlerinin dışında ("Sen kırların çiçeğisin şakayık" şarkısını hatırlayınız) Hudâyî-nâbit kabilinden sık rastlanan gelinciğin özelliği çok narin, nahif ve zarif bir çiçek oluşudur. Dalından kopardığınız andan itibaren birkaç dakika içinde parlaklığını, canlılığını ve güzelliğini yitirir. Kırmızı yapraklarından (ki genellikle dört simetrik yapraktır) birini koparırsanız diğer üçü kendini bırakır, salar ve sarkar. Elinizle yapraklarından birine fiske vurun, derhal zedelenir ve solmaya yüz tutar. En küçük şiddet, hoyrat muamele ve sarsıntıda bile yara alıp zedelenen bu çiçeğin kadına benzetilmesi ve özellikle erkeği tamamlayan "eş" olarak nitelendirilmesi bizce çok manidardır. Bu ifadenin mefhûm-ı muhalifinden anlaşılan odur ki erkekler kadınlarının bir gelincik çiçeği kadar narin olduğunu bilmeli, ona göre davranmalı, gelinciğin hoyrat tavırlara, şiddete, haksızlığa maruz kalmak bir yana el üstünde tutulması gerektiğine, kırmızı renginin asaleti ve güzelliği içinde renginin soldurulmaması gerektiğini bilmeli ve ona göre davranmalıdırlar. Ve edebiyat açısından bir adım daha ileri giderek söylemek gerekirse, gelinciği münhasıran aşk içkisiyle dolu bir kadeh olarak düşünüp onu elde tutarken bu anlayışla hareket etmenin zaruretini akıldan çıkarmamak gerekir. Ta ki erkeklerin başı o badenin sarhoşluğuyla hoş olsun.

    Şakayık kelimesinin Arapça'da da Türkçe'deki "gelincik" gibi bir anlamı var mı bilmiyorum ama gelincik (gelin-cik = taze gelin, küçük gelin)" kelimesi de yukarıdaki hadisin ruhuna uygun düşmektedir. Buradan yola çıkarak ben bu kelimenin, bir erkeğe yaşı ve evlilik süresi ne olursa olsun eşini bir gelin-cik (taze gelin) gibi görmesi, ona uygun muamele etmesi ve onu öyle koruyup kollayıp değerlendirmesi gerektiğini ima ve hatta ikaz eden bir mana taşıdığını zannediyorum.

    Fatih yazıyı okuduktan sonra kahvesinden bir yudum aldı. Gazeteyi katlayıp masaya koyduğu sırada altmışlı yaşlarda, saçı sakalı hayli uzamış bir adamın karşısına oturduğunu gördü.

    “Merhaba delikanlı.” dedi adam. Fatih merhabanın benden sana zarar gelmez gibi bir anlama geldiğini biliyordu. Zarar gelmeyeceğini umarak aynı şekilde karşılık verdi.
    Merhaba
    Adamın gözü gazeteye takıldı. Fatih'i biraz süzdükten sonra.
    -Ne o aşık mısın delikanlı?
    -Her insan aşıktır efendim.
    -Hıh. Aşk dediğin “bugün var yarın yok” cici bir histen ibarettir. Beğendiğin bedene hayalindekini giydirmektir. Sen şu kahvehanede bile aşık olmayan bir sürü insan varken nasıl böyle bir şey iddia edebiliyorsun?
    -Kalpte siyah bir nokta vardır. Tam ortasında. Suveyda denir. İnsanların aşıklık hissiyatına göre değişir bu. Paraya aşık olanların da kalbi kararır, gönlünü kaptıranın da. Bunun ileri boyutu ise “Kara Sevda” dır. Tüm kalbi kaplaro suveyda. Sonuç olarak her insanın aşkı başkadır tabi.
    -Aşk dediğin o kadar da karmaşık bir şey değildir.
    -Cümleni düzelteyim: “Basit düşünenler aşkı bulamazlar.”
    -Evlat ben sana anlatamadım herhalde. Daha basitçe şöyle deyim. Kesilmiş bir koyunun kasap dükkanındaki manzarası hoşa gitmez, hatta bazılarına iğrenç görünür. Fakat usta bir aşçının elinde nefis bir et yemeği olduğu zaman, dükkandaki manzarasına bakamayanlar bile onu iştahla yer. Aşk da böyledir. Aslında şehvettir, yani hayvani bir istektir. Fakat romantik bir muhayyyele onu o kadar süsler ve güzelleştirir ki aşkın ilahi bir duygu olduğuna inanırız. Yüzyıllardan beri süregelen bu şairane tarifleri dinleye dinleye aşkın insanüstü bir şey olduğunu sanmışızdır. Gerçekte şehvet isteğinden başka bir şey değildir.
    -Aşkı yalnızca cinsellik sananlar, aşk gibi bir uygarlığı yağmalayanlardır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en büyük özellik ruhun sevgiyle yoğrulmasıdır. Yüzyıllardır gelen birikimi inkar etmek bindiğimiz dalı kesmektir. Açıklanamayan ya da açıklanmaya çalışılan tüm kavramların libidoya indirgenmesini de aklım almıyor. Her durumu cinselliğe yormak, bence aşkı anlamaktan, anlatmaktan daha zor bir şey.

    Bu sırada Fatih tazelenen kahvesi için teşekkür ettikten sonra garsonun uzaklaşmasından ardından yaşlı adam konyağını çıkardı iç cebinden.

    -İşini yapan birine teşekkür etmek gereksiz bir şey değil mi?
    -Alınan hizmetin karşılığı sadece para değildir. Teşekkür de bir ödeme şekli.
    -Haydi oradan. İnsan meziyet sahibi olmaya mecburdur. Anormal olan kusurdur. Ya da bir örnekle bir asker cesur olduğu için alkaşlanmaz ama korkak olduğunda ayıplanır...
    -Müslümanın müslümana tebessümü sadakadır.

    Yaşlı adam konyağından ikram etmek istedi Fatih'e

    “Sen içmiyor musun genç” dedi

    - Bal dururken zehri dilime sürmem ben.
    - İyi bir çocuğa benziyorsun.
    - Herkes iyi olmak ya da iyi olmaya çalışmak zorundadır.
    - Yanılıyorsun. İyi dürüst ve saygıdeğer biri olursan, herkesin seni zayıf, savunmasız ve kolayca yönlendirilebilecek biri olarak görecektir.

    Aslında doğru söylüyordu. Korku ve baskı ile yetişmiş insanlar iyi birini gördüklerinden onlara zayıf, saf etiketlerini yapıştırırlardı. Ama bu sadece korku ile yetişmiş insanlarda geçerliydi. Unutulan bir nokta vardı.

    -İyilik özde olmalıdır. Yapmacık davranışlarla toplumun karşısına çıkmamak gerekir. Ahlaklı insan, toplumun ahlâk kurallarına uyan, toplum beklediği için doğru olanı yapandır. Etik davranan insan ise toplum kuralları nedeniyle değil; kendi inandığı değerler nedeniyle doğru olanı yapandır.

    İlk bölümü fatih kazanmıştı ya da öyle sanıyordu. Yaşlı adam küçümser bir eda ile Fatih'e baktıktan sonra “Herkes bu meredi içemez!” dedi. Fatih cevabı yapıştırdı.

    -Ben içkiden değil, içki benden sarhoş olur.

    “Yanında içki taşıdığına göre herhalde bağımlıdır” diye düşündü. Adamın niçin içtiğini soramadan edemedi.

    -Neden içiyorsun bu meredi?

    “İstekle midir içtiğimiz bade azizim
    Dert ateşine zehr ile söndürmek içindir
    Mey neş’eye de zevke de mahsus değildir
    Erbab-ı gamı belki de tez öldürmek içindir “ dörtlüğü döküldü adamın dilinden. “Yazık!” dedi Fatih içinden. İradesizlik kötü bir şeydi tabi.

    "İnsanlar güvenilmeye layık değillerdir.” diye başladı ihtiyar birkaç dikişten sonra konyağı kafaya. Bu adamın geçmişinde aşk acısı çekebilmiş olması ihtimali zihnini kurcalamaya başladı Fatih'in. Nitekim adamın aşkı inkar etmesi de bunu gösteriyordu. Bir çeşit savunma mekanizmasıydı bu.

    -Kendine güven duymuyorsun ya da insanların sana olan güvenlerini boşa çıkarmışsın. Bu da büyük ihtimal senin aşksız bir hayat sürmenden kaynaklanıyor.

    - Evlat... Sen benim hiç gönül işlerine bulaşmadığımı mı sanıyorsun ?
    - Hayır. Bilakis aşktan dilinin yandığını düşünüyordum ilk başlarda.
    - Gençliğimde ben beş kadını birden idare ederdim.
    - İnsanın kendisinden şüphe ettiği zamanlarda başkalarından iyi bir şeyler duymak istemesi doğal bir şey.
    - Nasıl yani ?
    - Sen erkekliğini birine kanıtlayamamışsın. Beşinin peşine düşmüşsün. Kendini ispat etmek istercesine hep aferinler istemişsin. Her güçlülük eğilim ve çabasının temelini bir güçsüzlük ve aşağılık duygusu oluşturur... Sen de aldatmayı marifet sanmaya başlamışsın doğal olarak.

    Yaşlı adam Fatih'e şöyle bir baktı. Sonra gözlerini cama çevirdi ve devam etti. Sözlerine elbette ki karşılık verecekti Fatih. Yaşlı adam devam etti. Bir söz düellosuydu bu...
    -Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
    -Bağlanacaksın işte ölesiye..
    -"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
    -“O olmazsa yaşayamam” diyeceksin.
    -Demeyeceksin işte.
    -Diyeceksin işte..
    -Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki. Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın. Ve zaten genellikle o daha az sever seni, senin onu sevdiğinden. Çok sevmezsen, çok acımazsın. Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
    -Çok seveceksin, o az sevse bile sahipleneceksin. Sevginin eşitlenmesi ömür boyu sürecek olsa bile bekleyeceksin. Çok seveceksin, çok acıyacak yüreğin.
    - Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
    - Seveceksin kendi elini,ayağını bile.. Yedek parçası yok ki seveceksin işte
    - Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın. Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın
    - Hayır. Hem her şeyin olacak,hem de kaybetmekten korkacaksın
    - İlişik yaşayacaksın öyleyse ucundan tutarak...
    - Ucundan tutarak değil,sarıldım mı hayata kökünden sallayacaksın. Ne kadar çok sahiplenirsen her şeyi,o kadar ait olursun.

    Fatih satranç maçından çıkmış gibi hissediyordu kendisini. Hızlı düşünmek ve tutarlı hamleler yapmak önemliydi satrançta. Açıklarını iyi yakalamıştı yaşlı adamın. Birden etrafta çok az kişinin kaldığını gördü. Adam bu saatte burda kaldığına göre devamlı geliyordur diye düşündü. Emin olmak için sordu yine de.

    -Müdavimlerinden misin buranın?
    -Benim ömrüm bu kahvede geçti delikanlı.

    Fatih saatin geç olduğunun farkına vardı. Lavaboya gitme bahanesiyle masadan kalktı. Hesabı ödemek üzere gittiğinde masayı gösterdi. Yaşlı adamın da hesabını ödemek istedi. Dükkan sahibi yerinde yoktu. Garsonu gördü. Yanına gitti. Yaşlı adamla kendisinin hesabını ödemek istediğini söyledi. Garsona masayı işaret ettikten sonra aldığı cevap garipti.
    “Beyefendi masada sizinle kimse oturmadı.”

    Fatih ilk başta şok olmuştu. Ortada yanlış bir durumun olduğunu söylese de masaya doğru baktığında kimseyi göremedi. Sadece kendi hesabını ödedi.

    Kahvehaneden çıkarken aklı yaşlı adama takıldı. Galiba gördüğü kabusların, yaşadığı olayların etkisinden olsa gerek zihni biraz yorulmuştu. Melike'nin kalbini sıradan bir hediye ile kazanabileceğini tabi ki de düşünmüyordu. Alışverişten vazgeçip eve gitmeye karar verdi. Eve giderken zihin yorgunluğu kendisini iyiden iyiye hissettirmişti. Evine en yakın olan durakta değil de bir sonrakinde inmesi bunu açıkça gösteriyordu.

    Nihayet evine gelebildi. Adına gelmiş olan zarfı aldı. Gönderen Melike idi. Çıkardı okumaya başladı. Küçük bir hikaye yazmıştı Melike Fatih'e. Fatih iyi haberler görmeyi umarak okumaya başladı hemen. Yüreği hızla atıyordu.

    Bölüm 15 : Hikaye ile gelen mutluluk...

    Gecenin soğuğunu iliklerinde hissetmeye başladığında saat gece yarısını çoktan geçmişti. Soğuktan titremeye başlayan zayıf dizleri, birbirine vurarak takırdamaya başlayan dişleri, mosmor kesilmiş elleri ve bembeyaz yüzü dışarıdan bakana ölmek üzereymiş hissi verebilirdi. Hoş, belki de ölmek üzereydi ama artık alışkın olduğu için fazlaca şikayet etmiyordu hâlinden. Şikayet etmeye kalksa da kime, neyi edecekti ki sanki?

    Birkaç saattir aralıksız yağan kar, tüm şehri bembeyaz bir örtünün altına hapsetmişti. Yalnız, gece yarısından sonra biraz hafiflemiş, artık yalnızca cılız sokak lambalarının ölgün ışıkları altında fark edilir hale gelmişti yağış. Evlerin çatıları bembeyaz örtünün altında seçilmez halde , arabaların hepsi aynı renkteydi. Dükkanların kepenkleri inmişti, fakat evlerin ışıkların çoğu yanmaktaydı. İnsanlar evlerinde bu eşsiz manzaranın tadını çıkarıyor olmalıydılar.

    Yaklaşık bir saattir ne yapacağını, nereye gideceğini bilemez vaziyette, günlerdir bütün vaktini sokaklarda geçiriyor; gecenin bu saatine kadar yağmura, çamura kara aldırmadan dolanıp duruyordu. Her gece aradığını bulamadan soğuktan donup kaldırımın bir kenarına yığılmaktan korkuyor, kendisi için değil, geride çaresiz bırakacakları için endişe ediyordu.

    Hayatının en zor günlerini yaşıyordu son bir aydır. Tek oğlu hastanede ölümle pençeleşiyor, onu hayata döndürecek kansa bulunamıyordu. Başı dönüyor, midesi bulanıyor, çaresizlikten çıldıracak gibi oluyordu. Soğuk iliklerine dek işlemişti, parmak uçlarını hissetmiyordu, fakat ona göre artık önemsiz bir ayrıntıydı sadece .
    0 grubu Rh negatif kan aranıyordu küçük çocuğa günlerdir, fakat bulunamıyordu. Ne hastanede, ne kan bankasında, ne de yakın akraba ve tanıdıklarda rastlanmıştı bu kan grubuna. Genç adam artık çareyi kendini gece yarılarına kadar sokaklara atmakta, kapı kapı dolaşıp yardımsever insanlara kan gruplarını bulmuştu. Her gece civardaki evleri dolaşıyor, gururunu ayaklar altına almak pahasına herkesten teker teker yardım istiyordu. Gurur bazen buruşturulup çöpe atılacak kadar değersiz olabiliyordu gerçekten. Bazen kapılar sorgusuz yüzüne kapanıyor, bazen ise ilgilenen insanlar çıkıyor, fakat cevaplar olumsuz oluyordu. Umudunu kaybetmeden, her gece gezip dolaşıyor, sonuç alamıyordu.

    Kendini değersiz suçlu hissetmeye başladığı gecelerden birindeydi yine. Elleri ceplerinde, acınacak haldeydi. Ne çevresinde dönüp duran yaşam, ne de insanların neler düşündükleri onu hiç ilgilendirmiyordu artık. Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Hayatta ailesinden başka değer verdiği kimse kalmamıştı. Biricik evladının gözleri önünde yitip gitmesi onu kahrediyor, artık yapılacak her şeyi yapmaktan çekinmiyordu. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayanların feda edebilecekleri birçok şey olurdu: Gururları, sağlıkları, somut varlıkları, gerekirse yaşamları… Fakat asla kaybetmeyecekleri tek şey umutları olurdu. Bunu şimdi daha iyi anlıyordu.

    Soğık ve çaresizlik… Kimsesizleri yahut hayatta kimsesiz hissedenleri, yoksulları, zavallıları kemirip bitirirdi bu ikisi. Şimdi onu da ele geçirmişlerdi. Soğuk vücudunu, çaresizlik ise ruhunu uyuşturuyor, kıpırdayamaz hale getiriyordu onu.
    Gece boyunca bu küçücük mahalledeki neredeyse tüm evleri dolaşmış, hiçbirinden olumlu yanıt alamamıştı. Umudunu asla yitirmemesi gerektiğini bile bile adımları giderek yavaşlıyor, çaresizlik tüm ruhunu ele geçirmeye çalışıyordu. İleride görünen ev küçük, baraka gibi bir evdi. Son bir umutla o kapıya doğru koştu. Bu kapıdan da sevindirici bir cevap alamazsa, en azından o gece için arayışını sona erdirecek, tüm bedenini zapt etmeye başlayan suçluluk duygusunun verdiği ağır yükle tekrar hastaneye dönecekti.

    Gecenin bu saatinde tanımadığı bir evin kapısını çalmak normalde utanç vericiydi, fakat o iyice alışmıştı artık. Her şeyini ortaya koymuş, tek bir amaca yönelmiş herhangi bir zil veya tokmak göremediği için, fazlaca rahatsız etmemeye dikkat ederek çaldı kapıyı. Ev sahiplerinin biraz gecikmesini, hatta bazen kapının aralığından bakıp kapıyı açmamalarını normal karşılıyordu artık. Kırık dökük çerçeveli arka pencereden dışarıya sızan solgun bir ışık, ev sahiplerinin içeride olduğunu belirtiyor, fakat ses veren olmuyordu. Nihayet üçüncü çalışında yaşlı, yorgun ses duyuldu içeriden

    -Kim o ?

    Sesteki bitkinlik, muhtemelen sesin sahibinin yaşından ötürüydü., fakat anlam veremediği bir keder tonu vardı seste. Bir an içinde garip acıma duygusu belirdi, bu bitkin sesi gecenin bu saatinde telaşa düşürdüğü için suçladı kendini.

    -Beyefendi kapıyı açar mısınız? Acil bir hastam var, fazla vaktinizi almadan bir şey sormam gerekiyor size!

    Hemen her evde olduğu gibi, önceden kısa tereddüt yaşandı, kapı hafiften aralandı sonra. Ardından –muhtemelen acınacak halde göründüğünden- hemen açıldı kapı ona.

    Tahminlerine uyan, yaşlı, yorgun, zayıf bir adamdı kapıyı açan. Kırışıklıklarla dolu, ifadeli yüzü, görmüş geçirmiş bir hali vardı ihtiyarın. Genç adam çabucak anlattı aradığı şeyi, yaşlı adam büyük bir dikkat ve anlayışla dinledi onu. Sözleri bittikten sonra yaşlı adam sadece başını salladı. Karşısındakinden saklamaya çalıştığı gözleri yaşlarla dolmuş, başı öne eğik, titreyen sesiyle:

    -Çaresizliklerle karşıma gelenlere kapım açıktır evlat! İçeri gel biraz hele paltomu alayım, çıkalım beraberce.

    Genç adam duyduklarına inanamadı önce. Kafasının içindeki binlerce ses, ona inanmasını, içeri girmesini, bu adamı alıp hemen hastaneye koşmasını haykırıyordu. Fakat o yerinden kıpırdayamıyordu. Sevinçten neye uğradığını şaşırmış vaziyetteydi. Yaşlı adamın ikinci el hareketiyle beraber kendine geldi, acele etmesi gerektiğinin farkına vardı. Yaşlı adamın peşinden küçücük soğuk eve girdi. Ev küçük bir salon ve salondan içeri girilebilen, daha küçük bir odadan ibaretti. Salonun ortasına serilmiş bir yatak, yatağın etrafında bir-iki parça çocuk giysisi, bakır bir tasın içinde ıslak bir bez ve bir ilaç kutusu duruyordu. Bu daracık evi biraz olsun ısıtmaya yetmeyen küçük bir tüp yatağın hemen kenarında duruyor, yere yayılmış bir kilim parçası ise kilim işlevi görüyordu. Evin görebildiği kısmında bulunan eşyalar yalnızca bunlardı… İçeriden yaşlı adamın onu çağıran sesini duyana dek inceledi etrafını.
    - Haydi genç adam, acele edelim biraz! Bir günde parlayan iki yıldızı söndürmeye niyetim yok benim…
    Genç adam bu sözleri anlayamadı önce, fakat nedense sormaya çekindi yaşlı adama. Bunun yerine yalnızca teşekkür etmeyi akıl edebildi, hemen ardından koşar adımlarla çıktılar evden.
    Yol boyunca sessizliğini hiç bozmayan yaşlı adam, artık hastanenin bahçesinden içeri girdiklerinde birden tökezledi. Kalbini tutuyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Genç adam o anda ne yapacağını bilemedi. Düşmek üzereyken son bir hamleyle yakaladı yaşlı adamı.
    -Heyecandandır oğlum, mühim değil! Yetiştir beni hastaneye…
    Neredeyse ölmek üzere olan yaşlı adamın yüzü kireç gibi olmuştu. Hala kesik kesik soluk alıp veriyor, fakat ısrarla ayaklanmaya çlaışıyordu. Bu durumdaki zavallı adamdan kan alıp onu iyice takatsiz bırakmak , belki de bile bile onun sonunu hazırlamak doğru olur muydu?
    -Hayır, amca. Yapamam size bunu! İzin verin sizi içeri götüreyim bir tansiyonunuza filan baksınlar, sonra da evinize bırakayım sizi…
    Yaşlı adamın gözleri parladı, yüzü derin bir keder ifadesiyle büzüldü.
    -Evlat, ben bugün gözlerimin önünde kaybettim torunumu! Gözlerimin önünde eriyip giderken hiçbir şey gelmedi elimden, kurtaramadım onu. İkinci bir canı toprağa bile bile koymaya niyetim yok benim! Var götür beni oğlunun yanına…
    Genç adam bu sözler karşısında ne yapacağını bilemedi önce. Fakat sonra çaresiz uydu yaşlı adamın dediklerine. Birlikte yavaşça çıktılar oğlunun tedavi gördüğü kata.
    Yaşlı adam içeri alındı; tahliller, tetkikler yapıldı. Her şeyin eksiksiz uyumundan emin olunduktan sonra kan alımına geçildi. İşlem başarıyla tamamlandı, ardından küçük çocuk ameliyata alındı.
    Yaşlı adamın durumu iyi değildi. Zaten zayıf olan vücudu bu işlemin ardından iyice bitkin düşmüş, onu yoğun bakıma almışlardı. Genç adam neye uğradığını anlayamaz bir halde yaşlı adamın peşinden gitti, fakat onu içeri almadılar. Olduğu yere çöküverdi. Nasıl bir acıydı bu? Kendi oğlu kurtulacaktı belki, fakat bu yaşlı adam muhtemelen hayata veda edecekti. Nasıl bile bile yapmıştı adamcağıza bu kötülüğü?
    Bunları düşünürken kafasının içinde derinden gelen, fakat çok net duyulabilen bir ses işitti:
    -Ölüm bir son değildir evlat! Güneşin başka dünyalarda ısıtmasıdır seni…
    Tam bu sırada yoğun bakım odasından çıkan hemşire içerideki adamın hayatını kaybettiğini ona söylemeye gelirken, koridorun öteki ucunda doktorla konuşan karısının sevinç çığlıklarının duydu genç adam…


    Hikaye böyleydi. Fatih hemen bir değerlendirmesini yaptı. Melike ne demek istemişti? Melike'nin bir korkusu vardı. Evet korkuyordu Melike. Fatih onun korkusunu sezdi. Sanki Melike ona yüreğini verdiğinde bir şeylerin yok olacağından korkuyordu Melike. Çekincesi bu yüzdendi. Oysa Fatih onu her gün yeniden başka bir aşkla sevebilirdi. Fatih, Melike için çırpınan yüreğinde, ona ayrı heyecanlar yaşatacak gücü de hissediyordu. Hala aklında soru işaretleri vardı demek ki Melike'nin. Fatih'ten bunları gidermesini istiyordu. Fatih bu zamana kadar örnekler vererek anlatmaya çalışmıştı aşkı ona. "O dedi böyle bu dedi böyle. Falan böyle diyor, filan böyle diyor. Peki sende olan ne diyor. Sende senden ne var ?" demeye getiriyordu.

    Zamanın gelmiş olduğunu düşündü Fatih. Artık yeni şeyler söylemek gerekiyordu. Son zamanlarda yaşadığı olaylar sıradan değildi. Melike'nin onun hakkındaki düşünceleri, gözlerinin geçmişe dalması, bir alışveriş sırasında yaşadıkları, kahvehanedeki o tuhaf adam... Hepsinden önemlisi Melike'nin kendisini yanlış tanımasını istememesi. Bunları yazmanın vakti gelmişti. Melike'nin fotoğrafını masasının kenarına koydu. Zira yazarken ondan güç alacaktı. Yazmaya başladı “Modern Aşkların İstisnası”nı

    “Fatih’in hiç hali yoktu o gün yataktan kalkmaya. Hiç olmadığı kadar yorgundu. Kendisine yasak ettiği kelimelerden biriydi bu yorgunluk kelimesi.”... diye devam ediyordu...


    SONSUZDAN BİR ÖNCE
    Melike'ye gönderdi romanı. Melike romanı aldı. Okudu. Eksik kalan bir yeri Melike kendisi doldurdu... Dedi ki:

    “Benim duygularıma yer vermemişsin. Hep kendini düşünmüşsün, bencillik etmişsin. Okuyanlar benim neler hissettiğimi bile anlamadılar. Sana bir şey söyleyim mi Fatih Bey? Sen hislerini kağıda döktün. Ya ben ne yaptım? İçime attım. Suskunluğumdu içimdeki çığlıkların tercümanı. Senin yaptığından daha zor bir şeydi benimkisi. Evet korktum ben. Bizim aşkımız da modern dünya gibi tüketilmesin istedim. Hep bir şeylerin taze kalmasına uğraştım. Hâlâ da uğraşıyorum. “Sevgilinin zor olanı makbüldür.” diyorsun. Ben de sana diyorum ki “Kız dediğin İstanbul gibi olmalı. Fethi zor FATİH'i tek olmalı." Hikayemde doğru anlaşılmış buna sevindim. Ama sana o duyguları yaşatırken ben de kaybetme korkularını yaşadım. Bu daha zordu. Sen daha iyi bilirsin ama söylememişsin nedense ? Dur ben söyleyeyim. "Sevgililer sevdiklerini bazen sınarlar. Görmek istedim sevdan bir saman alevi mi yoksa ateş topu mu?. Ayrılıklar ve rüzgarlarla aşkı güzel tarif etmişsin....Zayıf olsaydı aşkımız sönerdi. Güçlü bir aşk yaşattığın için teşekkür ederim canım...”

    Fatih son kelimeyi tekrar tekrar okudu...Romanına bir son koymadı. Sonsuz bir aşkı anlatan romana da son koymak abesti. Ayrıca Melike'nin yorumunu romana eklemeyi de unutmadı....


      Forum Saati Cuma Mayıs 17, 2024 9:29 am