Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Giresun Üniversitesi Türkçe Topluluğu

Türkiye'den erişim engeli nedeniyle yeni adresimiz: turkcetoplulugu.weebly.com

Nar Ağacı
Nazan Bekiroğlu
(%25 İndirimle)
Beyaz Türkler K.
Alev Alatlı
(%25 İndirimle)
turkcetoplulugu.weebly.com Topluluğumuzun yeni adresi
Kendini Açma
B. Çetinkaya

    YOKLUĞUN YANIMDA (devamı)

    avatar
    01001110029


    Mesaj Sayısı : 2
    Kayıt tarihi : 17/12/10

    YOKLUĞUN YANIMDA (devamı) Empty YOKLUĞUN YANIMDA (devamı)

    Mesaj  01001110029 Cuma Ara. 24, 2010 11:58 pm

    Uyandığımda, bana hiç de tanıdık gelmeyen bir yerde olduğumu fark ediyorum. Eşyalar öylesine konulmuş. Etrafta koliler var. Burası Hakan’ın evi galiba ama ben neden buradayım? Evde kimse yok gibi görünüyor. Sessizliğin bile canı sıkılır burada. Koridorda ilerlerken sesleniyorum
    “Hakan… Hakaaan. Neredesin?”
    Hızlı adımlarla geliyor Hakan. Telaşlı bir şekilde “Sessiz ol.” diyor. Neden anlamıyorum.
    “Ne o içeride bebek falan mı uyuyor?” Duymazlıktan geliyor beni. Sonra anlatmaya başlıyor dün olan biteni.
    “İçerideydim. Pencereden yağmurun yağışını seyrediyordum. Birden sokakta çıplak ayaklarla koşan biri olduğunu fark etim. Dikkatli bakınca sana benzettim. Emin olamadım ama yine de bakmalıydım. Kapıyı açar açmaz, senin evinin kapısını da açık görünce bir an bile durmadan koştum ardından. Ama itiraf etmeliyim ki sen daha hızlıydın. Ana yola kadar yetişemedim sana. Arabaların arasına atlayıverdin. Durdun sonra. Kendinde değildin. Ne oldu dün gece, neden yaptın böyle bir şeyi?”
    “Hiç birini hatırlamıyorum bu dediklerinin. Yalnızca Selim geldi dün. Çok yakınımdaydı. Uzansam dokunacaktım sanki ona. Sonra birden yok oldu. Koştum ardından, her yere, her sokağa baktım, yetişemedim Hakan. Sonra durdurdular beni. Etrafımı sardı insanlar. ‘Kaçıyor, o tarafta.’ dedim. Hiçbiri anlamadı ki beni. Anlamadılar.”
    Ben konuştukça Hakan’ın yüzü değişiyor. O kadar kötü bir ifade var ki yüzünde. Bana düşmanıymış gibi bakıyor. O niyette değil belki ama böyle hissettiriyor en azından bakışları. Hakan’ın yüksek sesiyle irkiliyorum.
    “Saliha buna alış artık. Biz Selim’i bir yıl önce kaybettik. O yok. Artık gelmeyecek. Alış!”
    Ağır geliyor bu gerçeği Hakan’dan böylesine duymak. Gözlerim doluyor.
    “Ben gitsem iyi olacak. Çok teşekkür ederim dün gece için Hakan. Belki de benim hayatımı kurtardın.”
    “Korkuttun beni. Neyse ki kazasız, belasız atlattık.”
    “Gelme sen, ben çıkarım.” diyorum. “Tamam.” diyor. Hakan zaten gitmem için gözümün içine bakıyor gibi. Neden böyle düşünüyorum bilmiyorum ama hiç de iyi şeyler hissettirmiyor bugün Hakan’ın tavırları bana. Neyse ki evimdeyim. Dün geceyi parça parça anımsamaya başlıyorum. Yine de gece olan bitenin en büyük kanıtı üzerimdeki bitkinlik. İlk bulduğum yere atıveriyorum kendimi.
    Yerimden sıçrayarak uyanıyorum. Kapı çalınıyor. “Saat 02.00. Bu saatte olsa olsa Hakan’dır.” diyerek açıyorum kapıyı. Gelen Tolga. Görür görmez sarılıyorum boynuna. Bu akşam yola çıkmış olması gerekiyordu. Gitmemiş. O gitmemiş. Sevincimden içeri davet etmeyi unutuyorum. Bu fırsatı değerlendirmeden durur mu hiç Tolga?
    “Beni içeri almayacaksın anlaşılan, ee bu saatte de ben yüzsüzlük yapıp kendimi davet ettiremem ya! En iyisi kalacak bir yerler bulmak.”
    “Deli şey gel, geç içeri. Bir daha göremem sanıyordum.”
    Ceketini çıkarırken anlatmaya başlıyor
    “Gidişimi bir gün erteledim desem şimdi sana, değişen bir şey olmayacak senin için, bana yine o geceki gibi davranacaksın. O yüzden bunu en son söyleyeceğim. Şimdilik duymadın. Tamam mı?”
    “Mm… Ee…”
    “Gidemedim. Tek söyleyebileceğim bu. Ne var sende bilmiyorum ama o akşamdan sonra çıkamadım yola.”
    “Bu akşam gidemedin ama yarın gideceksin, öyle mi?” diyerek başlıyorum gülmeye.
    “Evet. Ama sen de beni anlamış olacaksın. Ve birbirini özleyecek olan iki arkadaş gibi vedalaşacağız.”
    “Neyse tamam. Görünüşe bakılırsa alınmış kararlar, konuşmayalım bu konuyu. Bir şeyler içer misin?”
    “Birlikte kahve yaparsak, içebilirim.”
    “Tamam. Önden buyurunuz o zaman mutfağa.”
    “Pekala.”
    Mutfağa giriyoruz. Ben malzemeleri çıkartıyorum. O kahvelerimizi ayarlıyor. Bana hiç sormadan sütsüz, koyu bir kahve yapıyor. Yine sormadan iki kaşık şeker atıyor içine. Dönüyor “Hadi şimdi sıra sende. Ben senin kahveni hazırladım şimdi de sen benimkini tahmin et.” diyor.
    “Hoşuma gidiyor bu. Her şeyden ‘biraz’ ekliyorum fincanın içine. Az kahve, az süt tozu ve az şeker. Her şeyden biraz. Tıpkı Tolga gibi. Ciddi, çocuksu, munzur, kurallardan yoksun aynı zamanda hukukçu…
    İlgiyle takip ediyor ben hazırlarken. “Hiç düşünmedin.” diyor. “Neden düşüneyim ki. Çok açıksın. İçinde her şeyi olması gereken kadar barındırıyorsun. Bunu bilmek yeterli.”
    “Şaşırdım. Tam da böyle seviyorum kahveyi. Ya sen, ya sen nasıl seviyorsun. Tutturabildim mi?”
    “Hem de hiç eksiksiz. Ama açıklama ne düşünerek yaptığını. Ben biliyorum çünkü. Ve sen de beni anlamakta gecikmedin.”
    Gülümsüyor. “Biliyor olman güzel en azından bir adım önde kılıyor bu seni.”
    Birlikte kahvelerimizi içiyoruz. Bu sırada Sultan geliyor içeri. Tolga’nın ayaklarına dolanıveriyor.
    “Kedin de vardı demek.” diyor gülerek Hakan. Sonra Sultan’a dönerek
    “Şirin şey adın ne senin bakalım?”
    “Sultan.” diyorum ben.
    “Sen söyleme ama, ona soruyorum ben.” diyor.
    “Tamam, anlaşın bakalım siz. Zaten görünüşe bakılırsa sana kaynadı hemen kanı.”
    Gülüyor. Birden “Dışarı çıkalım mı?” diyor Tolga. Her an yeni bir şeyle çıkıyor karşıma. Onunla olduğumda, ona kaptırıp gidiyorum kendimi. Bırakıyorum her şeyi onun ellerine. Mutlu oluyorum. Güldüğümü hissediyorum birlikteyken, hem de içimden gelerek.
    Şaşırmak yok. “Bu saatte dışarıda ne yapacağız?” diye düşünmek yok. “Neden olmasın?” var artık ve hayat böyle çok daha güzel.
    “Üzerime bir şeyler alayım, çıkalım. Geliyorum hemen.”
    Dışarısı ılık ama rüzgar çok hızlı esiyor. Saçlarımın rüzgarda dağılması hoşuma gidiyor. Sokaklar bomboş. Sessiz. Kimsesiz. “Biz varız artık.” diyorum. “Esen rüzgar sen de duy. Sahipsiz değil bu sokaklar. Biz varız biiiz!”
    Sahil yoluna iniyoruz. Biraz yürüdükten sonra oturuyoruz bankların birine.
    “Seni çok öncelerden tanıyorum sanki. Sanki bir dava için geldiğim İstanbul’da arkadaşımı da görmeden dönmeyeyim demişim.”
    “Ben de aynı şeyleri hissettim biliyor musun?. Hadi söyle yine, arkadaş olmak için tanışmak mı gerekiyor.”
    Gülüyoruz. Sonra daha çok, daha çok gülüyoruz.
    Hava soğuk değil ama içimi titretiyor bir şeyler. Tolga’nın omzuna yaslıyorum başımı. Daha bir titriyor içim. Oturduğum banktan, ağaçların dalları arasından şehrin ışıklarını görüyorum zaman zaman. Gözlerimi kapatıyorum. Soluklarımızın karıştığı rüzgarı çekiyorum içime. Şehrin ışıkları, çok uzaktan göz kırparcasına bir görünüp bir kayboluyor.
    “Keşke.” diyor Tolga, “Keşke başka bir zaman, başka bir yerde tanışsaydık.”
    Tolga’dan duyduğum ilk ‘keşke’ bu. Susuyorum. Sonbahar geldiğinden ve ağaçlar yapraklarını döktüğünden beri, şehrin ışıkları daha güzel görünmeye başladı.
    Susuyoruz. Yavaş yavaş uslanmaya başlayan rüzgar kesiliyor, inceden inceye yağan yağmur birdenbire hızlanıyor. Öylece oturuyoruz. Sağanak geçtikten sonra yağmur yine inceden inceye yağmaya başlıyor. Her düşen damla düştüğü yerde toprağı sıçratarak küçük bir çukur açıyor ve birinin açtığı çukuru bozan öteki güzel damlalar devam ediyordu.
    ***
    Gözlerimi açtığımda odamda buluyorum kendimi. “Hayır, bu da rüya olamaz, olmamalı.” diye geçirirken içimden komodinin üzerinde duran kağıt çekiyor dikkatimi. Uzanıp, alıyorum.

    Çok güzel uyuyordun. Uyandıramadım sabah giderken. Dönsem mi diye
    düşündüm demiştim ya o gece, kararsızdım evet. Ama şimdi iyi ki diyorum.
    İyi ki o gece binmedim o otobüse. Seninle zaman nasıl geçiyor anlamıyorum.
    “Ne yaşadık ki?”diyorsun şimdi. “Ne kadar birlikteydik ki?”Kızma hemen.
    Geçirme bu kelimeleri aklından. Binlerce saniye yaşadık biz birlikte. Her biri,
    bir avuç elmas değerinde bin-lerr-ce saniye . Unutma biz birbirini özleyecek
    olan iki arkadaşız. Hayat bizi buluşturur, biz yine özlemek için ayrılırız.
    Bunu değiştirmemi isteme benden. Bir şeyler yap deme. Ne olur. Beni anladığını
    umuyorum.
    Küçük bir not: Benim için çok değerlisin.
    TOLGA

    İki damla yaş düşüyor gözlerimden. “Hoşça kal” diyorum. “Nasıl istersen öyle olsun.” Umursamaz görünmek istiyorum sadece. Hepsi bu. Yüzümü yıkayıp, birkaç hafta öncesinden bıraktığım romanımı alıyorum elime. Görünürde okuyorum ama anladığım bir şey yok. Bu sırada telefonum çalıyor. Numara görünüyor yalnızca. Pervazsızca açıyorum telefonu. Duyduğum sese inanamıyorum. Bu, Nehir. En çok ihtiyacım olduğu anda yine buluyor beni dostum. Geleceğini söylüyor İstanbul’a. Fotoğraf sergisi açacakmış burada. Onun için birkaç gün bende kalacakmış. “Yolu İstanbul’dan geçenlerin durakladığı yerim ben.” diyorum içimden. Gülümsüyorum. Bugün alabileceğim en iyi haber olmalı bu. İçimdeki karamsarlık geçiveriyor birden. Ortaokuldan beri her kötü anımda yanımda bitiverirdi. Yıllar geçiyor üstümüzden, her şey aynı. Değişmeyen değişmiyor. Bugün akşama doğru İstanbul’da olacağını söylüyor. “Yaklaştığında ara.” diyorum ve kapatıyoruz telefonu. Ayaklarımın dibindeki Sultan’ı alıyorum kucağıma. Havaya kaldırıp dönüyorum onunla birlikte. Benim halimden olsa gerek, o da sevinçli görünüyor gözüme.
    Hakan’a haber veriyorum. Akşama doğru Nehir’i almak için çıkıyoruz yola. Hakan’ın suratı asık. Konuşmuyor gerek olmadıkça. Sorduğum sorulara nezaketen kısa kısa cevaplar veriyor. Nehir’i ona çok kez anlattığım için onunla tanışmayı çok istiyordu. Yüzünde böyle bir isteklilikte yok. Canım o kadar sıkılıyor ki arabayı durdurup “Ben devam ederim yola sen dön istersen!” demek geliyor içimden. Ama yanımda oturan benim dostum. “Dur Saliha çıkar birazdan ortaya.” diyorum içimden. Düşündüğüm gibi oluyor. Hakan sinirini kusmakta gecikmiyor.
    “Tanımadıklarınla pek de görüşüyorsun. Sabahları senin evinden çıkıyor.” diyor imalı bir sesle.
    O kadar sinirleniyorum ki. Aslında sinirim sözlere değil, her tınısındaki anlamı bildiğim bu söyleyişe. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Aklımdaki tüm kelimeler savruluyor boşluğa. Tutabildiklerimi döküyorum dilimden.
    “Ne demeye çalışıyorsun Hakan? Ne var bunda?”
    “Yok canım bir şey. Ne olsun? Ama bak bana bağırmadın bu kez. Bu da güzel bir şey değil mi?”
    “Bak o gün gerçekten kötüydüm. Kabul ediyorum. Gereksiz yere sana öyle davrandım. Özür diliyorum ama hiçbir şey bilmiyorsun. Bana böyle konuşmaya hakkın yok.”
    “O gün düzgünce anlatsaydın bilirdim belki. Ve belki bu sabah gördüklerime de anlam verebilirdim o zaman. Şimdi benden nasıl anlayış bekleyebilirsin ki?”
    “Bilsen de bilmesen de bir farkı yok. Sabah gördüklerine anlam vermek zorunda değilsin ki. Bak Hakan, dostluğunun benim hayatımda yeri çok büyük ama bazen öyle üzerime düşüyorsun, öylesine sorguluyorsun ki beni…”
    Elinde küçük valiziyle Nehir görünüyor. Hakan duruyor. İniyoruz arabadan. Ben Nehir’le kucaklaşırken o da Nehir’in elindekileri bagaja yerleştiriyor. Tanıştırıyorum onları. Birine liseden beri yanımda olan, her şeyi birlikte yaptığımız dostum diyorum. Onsuz tek bir anımı düşünemiyorum, iyi ki hayatımda diye devam ediyorum. Hem de az önceki gergin konuşmamıza inat. Diğerineyse ortaokulda bir yıl beraberdik yalnızca, küçüktük ama mesafeler bu küçük dostluğumuzu kuvvetlendirmiş olmalı ki bugün canımın bir parçası haline geldi diyorum. Ona bir şey olsa, buralardan canım yanar benim. Yüzümüzde mutlu bir ifadeyle karşılamış olmamıza rağmen Nehir’i, arabadaki gerginliği anlaması uzun sürmüyor. Eve kadar konuşmalara mecburi bir şekilde katılan Hakan, eve geldiğimizde de davetimi geri çevirip yorgun olduğunu ve hemen uyuyacağını söylüyor.
    Nehir’le geçiyoruz içeri. Aklımıza üzerimizi değiştirmek bile gelmiyor. Bir kez daha sarılıyoruz. Yavaş yavaş başlayan konuşmalar, hararetleniyor. Derken perdenin ardındaki ışık çekiyor dikkatimi. “Baksana, hava aydınlanmaya başlıyor. Sabahı bulduk.”
    “Olsun artık o kadar. Çıkaralım yılların acısını.”
    “Yol yorgunusun sen. Ben yerlerimizi hazırlayayım. Uyuyalım.”
    ***
    Güne hareketli başlıyoruz. Nehir’in hırpalamasıyla sıçrıyorum yerimden.
    “Kalk Kalk! Hadi. Sergi için çok işimiz var bugün.”
    Hızlı hızlı yapıp kahvaltımızı, çıkıyoruz. Serginin yapılacağı yere gidiyoruz. Her fotoğrafın yeri, belirlenen konsepti kontrol edilecek, son eksiklikler belirlenecek. Diğer gün de kalan birkaç fotoğraf gelecek ki en önemlileri bunlar. Sergilenen fotoğraflardan belirlenen birkaçı beş gün sonunda satışa sunulacak. Binaya girdiğimizde iki adam karşılıyor bizi. “Hoş geldiniz Nehir Hanım.” diyor biri, bana dönerek de selam veriyor. Serginin yapılacağı kata çıkarken anlatmaya başlıyor.
    “Gerekli hazırlıklar neredeyse tamam. Ses sistemi kuruldu. Müzikler ayarlandı. Fotoğraf yerlerini, konuya göre dağılımı çoktan hallettik diyebilirim. En son sizin kontrolünüz kaldı. Yiyecek ve içecek konusunda şüpheniz olmasın. Her şey istediğiniz gibi olacak. Bu arada davetiyeler basılıp belirlediğiniz davetlilere çoktan gönderildi. Siz son halini göremediniz ama eminim çok beğeneceksiniz.”
    Cebinden bir zarf çıkarıyor. “Bakın bir örneği burada.”
    Nehir’le inceliyoruz.
    Sergi adı: Ülkemin Yüzleri
    Tarih:04-09 Ocak 2012
    Lokasyon: Denizatı Sanat Galerisi
    Açılış Kokteyli:04 Ocak/ 17:00
    Adres: İstiklal Cad. Emir Nevruz Sok. No:10/5
    Galatasaray Beyoğlu
    Tel: +90 ( 212 ) 251 50 51
    Sergideki fotoğrafların satışından elde edilecek gelir, barış ve sevgi adına oluşturulan Barış ormanına aktarılacak. Bağışlar, sergiye katkıda bulunan kişilerin adına yapılacak. Katılımınız için şimdiden teşekkürler.

    Bu karta bakarken aklıma geliyor. Serginin konusunu dahi bilmiyorum. Hiçbir şey sormadım da Nehir’e. Kötü hissediyorum. “Çok mu ilgisizim?” diye sormadan da edemiyorum kendime. Burada işimiz bitiyor ve çıkıyoruz.
    “Hızlı hızlı yaptığımız kahvaltıya inat dışarıda bir kahvaltı yapalım mı? Ne dersin? Bir yer biliyorum. Omleti bir harika.”
    “Hayır denir mi hiç böle bir teklife. Tabi ki varım.”
    Sahil yolundan aşağı doğru yürümeye başlıyoruz. Evet, Tolga’yla geldiğimiz yer burası. Belki de kendime bir şeyleri kanıtlamak için geliyorum buraya. Ama olmuyor istediğim gibi. Umursamaz davranamıyorum. Dış tarafta Tolga’yla oturduğumuz masanın tam karşısına geçiyoruz. Gözlerim doluyor. Fark ediyor Nehir hemen. Başlıyorum anlatmaya. Bana şaşırıyor daha çok. “Seni bu kadar değiştiren biri demek, tanımadığın birini de sevebilirsin demek…” deyip duruyor. Şaşkınlığı artıyor düşündükçe. Karşıdaki masaya iki işi oturuyor. Sevgili olmalılar. Başka kimin gözü bu denli çevreyi görmez ki. Onların yerine koyuyorum bizi.
    “Bu kadar yeter! Madem buraya geldik, dik dur. Göster kendini Saliha. Gömülme de anıların içine silkelen bir şöyle.”
    Yine beni kendime getiriyor canım arkadaşım.
    “Tamam. Haklısın.” diyorum. Kararlıyım bu kez. Kendini bırakıvermek yok. Siparişlerimizi veriyoruz. Masa kuruluyor yine A’dan Z’ye her şeyle. Güzel bir kahvaltı yapıyoruz. Gülücükler eşliğinde bir saat geçip gidiyor.
    Eve döndüğümüzde anlıyoruz ikimizde yorgunluğumuzu. Biz ev girer girmez Hakan geliyor.
    “Dün için özür dilerim bu tanışmayı ertelememem gerekiyordu. Affedebilir misiniz acaba beni?” Benim canım dostum nasıl da biliyor neler söyleyeceğini.
    “Ben Hakan. Hem Saliha’nın liseden beri dostu hem de birkaç günlük karşı komşusuyum.”
    “Demek öyle. Hayırlı olsun. Ben de Nehir. Memnun oldum.”
    İçim rahatlıyor. Hakan’la da bir şeyleri hallettik, daha doğrusu bir süreliğine üzerini örttük ya. Olsun en azından Nehir buradayken bir sorun çıkmayacağa benziyor. İyi hissediyorum kendimi. Birlikte güzel vakit geçiriyoruz bu akşam. Anlaşacaklarını tahmin ediyordum zaten. Hem bir şey de seziyorum. Nehir Hakan’a karşı özel bir şeyler hissediyor olmalı. Onu hiç böyle görmemiştim. Ben kahveleri hazırlarken seslerini duyuyorum içerden. Gülüyorum kendi kendime, yüzümdeki munzur ifadeye bir son verip gidiyorum yanlarına. Kahveler içildikten sonra Hakan “Bana müsaade.” diyerek ayaklanıyor. Devam ediyor sonra:
    “Arkadaşların pek de fazla günü yokmuş duydum ki. Ben gideyim artık. Konuşacaklarınız vardır sizin.” diyor. Geçiriyorum kapıdan. “Teşekkür ederim.” diyorum ama cevap yok. İçeriye giriyor. “İyi akşamlar.” diyerek karşılığını beklemeden kapatıyor kapıyı. Bozuluyorum bu duruma.
    Bugün erkenden yataklarımızda alıyoruz Nehir’le soluğu. Ama muhabbet devam.
    “Hakan hoş çocuk.” diyor. Devamını bekliyorum.”Nasıl da biliyorum?” diye geçiriyorum içimden. “Belli ki sana deli gibi aşık.” diyor. Neye uğradığımı şaşırıyorum.
    “Yapma Nehir. Öyle bir şey olsa anlamaz mıydım ben?”
    “Senin gözlerin kapalı kuzum. Hakan senin önünde serenat yapsa anlamayacaksın. Çocuk sana açılmamakta haklı.”
    “Olmaz öyle şey. Üzerime düşmesinden çıkardıysan bu sonucu, dostluğumuzdan kaynaklanıyor yaptıkları. Her şeyi beni korumak için yapıyor.”
    “Sen öyle düşünmeye devam et küçük hanım. Sözüme geleceksin sonra. Arayıp “Haklıymışsın Nehir.” diyeceksin.”
    Derken Nehir devam ediyor ve soruyor o soruyu:
    “Senin Selim vardı ne oldu ona? Ayrıldınız mı? Bahsi geçmiyor hiç.”
    Bundan korkuyordum bende. Düşünmekten bile kaçtığım o geceyi, o gecenin sabahını tekrar anımsamak istemiyorum. Ama ihtiyacım var paylaşmaya. Anlatmaya başlıyorum tüm hatırımda kalanları.
    “Film izliyorduk bir akşam. O gün ikimizde çok yorulmuştuk. Yanımdaydı. Ama gözlerimi açtığımda yoktu. Ondan sonra görmedim bir daha. Telefonu kalmıştı bende. Ve o akşam Selim’in telefonu hiç susmadı. Açtım en sonunda. Arayan Hakan’dı. Selim’i istedi durdu. En sonunda aradığımı söyle diyerek kapattı. Diğer gün sabah, Hakan’ı buldum karşımda. Ağlamaklı yüzüyle “Selim hala bulunamadı.” diyerek girdi içeri.
    “Nerdeydi ki bulunamadı? Nasıl ya?” diye bağırmaya başladım.
    “Dün Selim’i aramıştım ya. Biz buluştuk o gece. Başını biraz belaya sokmuş. Beni başka bir telefondan aradı, çağırdı yanına. Gittiğimde kavga ediyorlardı. Bir gurubun içinde tek başınaydı. Ağzı burnu kanlar içindeydi. Var gücümle koştum ama gözlerimin önünde köprüden aşağı düştü. Kalabalık kaçışmaya, her bir yana dağılmaya başladı. Yapamadım, hiçbir şey yapamadım.” diyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Hakan. “Polise haber verdim. Hala arıyorlar. Akıntıya kapılmış olmalı. Suda da arama başlattılar dün geceden beri.”
    “Bana nasıl haber vermezsin?”
    “Dün ne halde olduğumu biliyor musun? Görmüyor musun, haberin var sanıyordum.”
    “Biz de gidelim Hakan, gidelim biz de.” Sesim çıkmıyor ama yaşlar boşanıyordu gözümden.
    “Hayır, çok karışık orası. Sana söz, ben her şeyden haberdar edeceğim seni ama sen evden çıkmayacaksın. Korkuyorum Saliha. Selim’i tanıyan o pislikler seni de biliyordur. Polis onları bulana kadar hiç çıkmayacaksın evden.” diyerek gitti Hakan. Her aradığımda “Devam ediyorlar aramaya.” diyordu. Giderek ümidim kalmamıştı. Dün geceden beri arıyorlarsa bugün bulsalar bile…
    Nehir duraksadı. “Tamam, anlıyorum ama yani ne yapanları bulabildiler ne Selim’i öyle mi? Ve sen ne olay yerini gördün ne de Hakan’ın dediklerinden başka bir şey biliyorsun. Bir gariplik yok mu bu işin içinde?”
    “Hakan oradaydı işte. Her şeyi o takip etti. Günlerce aradılar ama bulunamadı bir şey. Onu ziyarete gidebileceğim bir yeri bile yok. Bulamadılar onu.”
    Ağlamaya başlamıştım tekrar. Nehir yanıma geldi. Ona sarılınca daha bir içlendim. Benim halime dayanamadı, onun da süzüldü yaşlar gözünden. Konuşmaya devam ettim:
    “Hakan olaydan sonra izin alıp, ailesinin yanında kaldı. Sonra sürekli gidip geldi. Bir yılı orada geçirdi neredeyse. Hakan’ın götürdüğü haberleri duyan annemler de yanıma gelmekte gecikmedi. Onların iknalarıyla bu eve taşındım bende. Değiştirdim çevremi, her şeyimi. Ama görüyorsun anıları atmak ne mümkün. Hepsi benimle, nereye gitsem benimle geliyorlar. Buraya taşındıktan sonra okula devam etmeye çalıştım ama sonra devam edemeyeceğini anladım ben de. İstifam kabul edildi ve bu yıl ikinci dönem başladığından beri çalışmıyorum işte.”
    “Çok üzüldüm. Bunlardan bana niye bahsetmedin hiç?”
    “Kimseye bahsetmedim desem yeri sanırım. Annemler de bilmeyecekti, Hakan bizim oralara gitmemiş olsa. Bir süre hiçbir şey olmamış gibi davrandım. Her şey eskisi gibiydi. Çevre değiştirmiştim yalnızca. Selim iş için kısa bir yolculuğa çıkmıştı. Belki bir gün dönüp gelirdi. Olanları anlatmadım kimseye. Kendim de düşünmedim. Bunları yapmasam kalamazdım ayakta.”
    “Sen de haklısın. İki yıl çevre değiştirip her şey aynıymış gibi devam ettin demek.”
    Umutsuz bir yüz ifadesiyle “Olduğu kadar.” diyorum. Ağırlaşıyor gözlerim. Arkadaşımın kollarında uyuyakalıyorum.
    ***
    Sabah Nehir’in tıkırtılarına uyanıyorum.
    “Ben sergi için son kontrolleri yapmaya gidiyorum. Akşamüstüne ancak biter.” diyor.
    “Kolay gelsin canım.” diyorum. Kapanan dış kapının ardından “Sağ ol.” diye bir ses geliyor. Hazırlanıp dışarı çıkıyorum bende. Bari Erkan’ın yanına uğrayayım bugün. Ara sokaklardan gidiyorum yine. Yolda bizim apartmanda oturan Nusret amcayla karşılaşıyorum. İki elinde de kocaman torbalarla, zorla yürümeye çalışıyor. Birkaç adım atıp dinleniyor. Sonra yine devam. Geçerken selam veriyorum.
    “Nusret amca nasılsın? Ver elindeki poşetleri de yardım edeyim sana. Acelem yok benim.” Cevap vermiyor. Yüzüme şöyle bir bakıp geçiveriyor yanımdan. “Yanlış bir kelam etmedim ya. Yardım etmek istedim. Üstelik cevap bile vermedi. Huysuz dedikleri kadar varmış.” diyorum içimden. Sonra kızıyorum kendime “O nasıl söz!”
    Düşünürken kendimi Erkan’ın dükkanında buluyorum. Ne çabuk da geldim.
    “Hoş geldin Saliha. Yine ne düşüncelerdesin bakalım?” Tereddütsüz başlıyorum anlatmaya. Dinledikten sonra bu küçük hadiseyi “Tam zamanında gelmişsin demek.” diyor. Elindeki kitaptan bir parça okuyor.
    “Ayıplarım seni ey gönül; hal bilmeze hal sorarsın,
    bülbül dururken kargaya gül sorarsın.”

    “Ne güzel de söyledin. Kimin sözü bu?”
    “Mevlana Celaleddin Rumi.
    “Ancak o söyleyebilirdi böylesine bir sözü.”
    “Sana söylediğim kitap geldi. Gönderemedim sana ama buraya ayırdım seninkini.”
    “Teşekkür ederim. Sen böyle deyince ilk tanıştığımız günler geldi aklıma. Burayı yeni açmıştın hani. ‘Adam akıllı kimse ilgilenmiyor okumakla. İşi olmayan uğramıyor buralara.’ diye sızlanıyordun. Ben her hafta sonu burada bitiyordum. Saatleri burada geçiriyor en sonunda sadece bir kitap alıp çıkıyordum.”
    “Sonra her geldiğinde muhabbet etmeye başlamıştık. Her hafta sonu daha da uzayan muhabbetler… Hakan’la tanıştırmıştın beni sonra. Küçük dostluğunuza beni de dahil etmiştiniz. Ne güzeldi ilk günler. Şimdi o kadar görüşemiyoruz sanki.”
    “Haklısın. O zamanlar daha çok bir aradaydık.”
    Vakit nasıl geçiyor anlamıyorum bugün. Hava kararmasa fark edeceğim yok. Nehir’in işi bitmiştir çoktan. Kızın anahtarı da yok. Neden aramadı ki?
    “Ben gideyim artık. Fırsat bulursak Nehir’le de tanıştırırım seni. Dur bir dakika. Buldum. Yarın Nehir’in fotoğraf sergisi var. Sen de benim davetlim olarak gelsene.”
    “Fırsat olur umarım. Gelmeye çalışırım.”
    “Fırsat beklersen gelmezsin sen. Bilirim. Şimdiden ekle yarın yapılacaklar listesine. Bekliyorum kesinlikle. Tamam mı?”
    “Peki o zaman. Kırmayayım seni, ekledim bile listeye. Yarın görüşmek üzere.”
    “Anlaştık. Görüşürüz yarın.”
    Dükkandan çıkar çıkmaz koşar adım gidiyorum eve. Nehir’in ayakkabıları Hakan’ın kapısının önünde. Bu yüzden haber vermemiş demek. Zile doğru uzatırken elimi kapı açılıyor.
    “Biz de seni bekliyorduk. Nerede kaldın sen?” diyor Nehir.
    “Hakan’a geçtiğini bilsem daha geç gelirdim.” diyorum. Belki yumuşar ortam biraz. Çünkü bilincindeyim Hakan hiç iyi görünmüyor. Çok endişeli sanki. “Bir şey mi oldu acaba?” diye düşünmeden edemiyorum. Nehir’le geçiyoruz eve. Kapıyı kapatır kapatmaz
    “Bir şey söyleyeceğim ama Hakan’a belli etmek yok.” diyor.
    “Tamam, dinliyorum.”
    “Hakan’ı gördüğüm ikinci gün bu, ama bir haller var onda Saliha. Evine gittiğim andan itibaren diken üstünde oturdum resmen. Ne yapacağını şaşırdı. Yanımdan ayrılmadı bile. Su istedim bilerek, elinde bardak anında bitiverdi yanımda. Bir şey var ama anlayamadım.”
    “Senden hoşlanmış olmasın? Yanından ayrılmak istemedi belki de.” diyerek gülüyorum. Ama Nehir ciddi. Devam ediyor.
    “Hayır Saliha. Öyle bir şey değildi. Daha farklı. Çok garipti işte.”
    “Son zamanlarda bir gariplik var Hakan’da. Bunu hissettim ben de ama neden böyle davransın ki sana?”
    “Bana karşı olduğunu sanmıyorum tavırlarının. Evinde gizlediği bir şey var. Eminim buna.”
    “Yapma Nehiiir. Gizlediği bir şey olsa benim karşı daireme taşınır mıydı hiç? Birkaç gün oldu daha.”
    “Senin böyle düşüneceğini bildiği için taşınırdı.”
    Bu son söylediği beni düşündürmüyor değil. Ama ne saklayabilir ki Hakan benden? Saklayacağı ne olabilir?
    ***
    “Hadiii… Uyan, uyaaan! Amma da uykucusun kızııım. Bugün çok işimiz var, kalk hadi.”
    “Ne işi yaaa! Ne olur bir yarım saat daha uyuyayım.”
    “Hayır. Olmaz. Çok heyecanlıyım bugün. Tabii sen de öylesin. Yoksa sabahın 7’sinde uyanır mıydın benimle?”
    “Saat 7 miiii? Nehir uyu hadi. Söz birkaç saat sonra ben kaldıracağım seni.”
    “Ol-maz. Sen benim heyecanımı paylaşmayacak mısın şimdi? Ne yani yalnız mı bırakılıyorum bugün?”
    “Tamam. Tamaaam! Kalkıyorum ama ne olur 5 dakika daha.”
    “Pekiiii. An itibariyle 5 dakikanız başlamıştır Saliha hanım. Ve 60, 59, 58, 57… 4 dakika. 60, 59, 58,57, 56… Son 3 dakika. 60, 59.”
    “Yeteeeeer. Kalktım. Tamam. Bak gözlerime, ikisi de açık.”
    “Dolmadı daha süreniz. Uyuyabilirsiniz. Ben kaldıracağım sizi.”
    Başımın altındaki yastığı fırlatıyorum Nehir’e. Bu kez de “Iska, ıskaaa.” diye bağırıyor kapının ardından. Anlıyorum başka çarem yok. Gecenin bir körü uyandırılmış gibi hissediyorum kendimi. Perdeyi aralıyorum. Sokaklar bomboş. Etraf sessiz. Güneş çevreyi sadece aydınlatıyor sanki, ısıtmıyor. Üşüyorum. Nehir mutfakta. Çayı koymuş bile. Bağırıyor.
    “Yumurtanı nasıl istersin?”
    “Ben yumurta sevmem.”
    “Biliyorum ama nasıl istersin?”
    “İstemem.”
    “İstemen gerekiyor. Düşünmek için son 5 dakika. Ve başlıyorum.”
    Anında cevap veriyorum.
    “Rafadan olsun.”
    Güzel bir kahvaltıdan sonra hazırlanıyoruz. Bugün yorucu bir gün olacağa benziyor. Nehir’in kıyafet seçimi yarım saat sürüyor. Teker teker, üşenmeden deneyip gösteriyor ve sonunda karar kılıyoruz bir tanesinde. Anlamaya başlıyorum neden bu kadar erken uyandırıldığımı. Sonra kuaför araştırması yapıyor küçük çaplı. Çevredeki kuaförleri soruyor bana teker teker. Üzerimizi değiştirip koyu bir tartışma sonucu seçtiğimiz kuaföre gitmek için çıkıyoruz evden.
    “Hakan’ı da davet ettim.” diyor merdivenlerden aşağı inerken.
    “Çok iyi yapmışsın. Benim de bir davetlim var. Hem de onu seninle tanıştırmayı çok istiyorum.”
    “Hay hay! Buna çok sevindim.”
    Onca yoldan sonra nihayet giriyoruz kuaförden içeri. Kalabalığı görünce bizimkisi randevu alamadığımız için başlıyor derdini anlatmaya. Neyse ki öncelikli olarak bizi alıyorlar. Sürekli telefon geliyor Nehir’e. Her telefonda yüzü daha bir aydınlanıyor. “Bunlar da tamam yani.” “Geldiler öyle mi?” “Beş dakika sonra hazır olur diyorsun.” Durmadan telefon geliyor, Nehir’de durmaksızın bu tür cevaplar veriyor. Sonunda kuafördeki işimiz de bitiyor.
    “Hemen yola koyulalım. Daha serginin başlamasına çok var ama işimi şansa bırakmak istemiyorum. İstanbul trafiği bu, ne olacağı belli olmaz.”
    “Gidelim erkenden. Senin orda bulunman çok daha iyi olur zaten. Ben de serginin ilk konuğu olurum.”
    Atlıyoruz bir taksiye. Adresi söylüyor Nehir. “Bir saate oradayız, hiç şüphen olmasın abla.” diyor taksici. Bıyık altı da gülüyor Nehir’deki heyecanı görüp.
    Dediği gibi, bir saat içinde serginin olduğu binanın önünde oluyoruz.
    Binaya adım attığımızda saat 12:00. Daha çok zaman var. Bu sırada Nehir bana sergiyi gezdiriyor. Her biri ayrı anlam taşıyan yetmiş dokuz ifade var burada. Serginin en önemli karesini, fotoğraflandığından haberi olmayan, büyük bir ilgiyle yerdeki karıncayı ve karıncanın boyundan büyük çekirdek kabuğunu nasıl taşıdığını izleyen küçük kız çocuğu ve arkasından koşarak gelip, son anda kareyi bütünleyen bir bakış atıveren küçük kardeşi oluşturuyor.
    “Sanki çalışılmış bir poz, bir afiş gibi; halbuki yalnızca bir andı.” diyor arkadaşım. Merakla fotoğrafı inceliyor, bir yandan da Nehir’i dinliyorum. Sesinde sıcak bir asalet var. Sanatçı duyarlılığına sahip elleri, dikkatli. Diğer fotoğrafı gösteriyor.
    “İkinci fotoğraf çok uzak bir yere ait değil. Burası Boğaziçi.” Boğaziçi’ndeki mehtap geceleri. Her yer siyahımsı bir kül rengine bürünmüş. Sahiller, üzerindeki tepeler… Yalnız gökyüzü, ayın ışığıyla açık veya koyu mavi; sularsa baştan başa menekşe renginde. Her şaire esin kaynağı olmuştur burası. Ben de bir fotoğrafçı olarak şansımı denemeliyim dedim. Ve ayrıca bu sergiye eklenen son fotoğraf.”
    “Müthiş görünüyor.”
    Bir veya iki ifadeden oluşan fotoğrafların aksine, kalabalık bir kare çekiyor dikkatimi. Arka planda yıkık dökük vagonlar, boş bir arazi, güneşli bir günün bitimi...
    “Kasabanın garında bunlardan çok var.” diye başlıyor söze arkadaşım. “Bir sürü terk edilmiş vagon… Vagonların her yanında yaramaz çocuklar… Gün boyu buralarda kovboyculuk oynuyorlar ama hiçbiri içi perili diye bildikleri bu vagona yaklaşmıyor. İçerden sıkı sıkı sürgülenmiş, dışarıdan zincirle kilitlenmiş, hayata mühürlenmiş vagona göz ucuyla bile bakmıyorlar. Hele hele yanı başındaki kedi mezarlığı diye bildikleri araziye, hiçbiri, adım bile atmıyor.”
    “Her birinin bakışı bu hikayeyle daha bir anlamlı görünüyor şimdi. Bir çift gözde ne kadar duyguyu bir arada görebilirsiniz ki? Korku, heyecan, şüphe, istek… Baktığım her çift gözde buluyorum bunları.”
    Nehir’in sesi bölüyor düşüncelerimi.
    “Bak, İstanbul’a ait bir kare daha. Büyükada’da temmuz başları. Güneş’in eriyip, ortalığı kasıp kavurduğu bir gün. Gökten düşen her damla yanakları yakıyor, göğüsleri eziyor, nefesleri tıkıyor. Şu yaşlı teyzeye bak, gözlerindeki mutluluğa. Eminim çok zor nefes alıyordu fotoğrafladığım o anda.”
    Bu fotoğrafların hepsi kendi içinde ağır anlamlar barındırıyor. Baktığınızda, önce, tek gördüğünüz size bakan bir çift göz. Gerisini onlara bırakıyorsunuz. İçine alıveriyor sizi her kare. Tabi yanınızda Nehir varsa ve bu şöleni size o sunuyorsa.
    “Birçok ilden fotoğraflar var böyle işte. Gittiğim her şehirden, kasabadan, birçok… İki yıllık bir çabanın ürünü. Sonunda bu sergiyi açabildik ya! Keşke daha uzun süre sergileyebilecek olsaydık ama buradan gideceğimiz birkaç yer daha var.”
    “Ne güzel canım benim. Hepsi ayrı ayrı güzel bunların. Doğrusu senden de böylesi bir şey beklerdim. Beklediğimi de buldum.”
    Hakan beliriyor kapıda. Neden erkenden teşrif etti, anlamak zor. Ama yüzüne bakılırsa keyfi yerinde bugün. Kıyafetine de yeterince özenmiş. Onu uzun zamandır böyle görmemiştim doğrusu.
    “Merhaba. Hoş geldin Hakan.”
    Neşeli bir şekilde karşılıyor bizimki. Hakan da aynı şekilde yanıt veriyor.
    “Hoş bulduk. Tahmin ettim bu kadar erken geleceğinizi. Belki bir yardımım dokunur diye ben de erkenden geldim. Ama görüyorum ki her şey tamam.”
    “İki aydır bu düzenlemeler için sıkı bir çalışma içinde ekibim. Haklarını yememek lazım. Onlar da çok emek verdi. Kolayca bulabildin mi burayı.”
    “Tabi. Aynen tarif ettiğin gibiydi. Taksim Meydanı, oradan İstiklal Caddesi, Galatasaray Lisesi önündeeeen tramvay rayları boyunca aşağı doğru inerken, 150 metre ilerde sağ taraftaki Koska Helvacısı'nın olduğu binanın 2. katında bulunan Denizatı Sanat Galerisi.”
    Bir çırpıda söyleyiveriyor. Nehir’le kendimizi tutamayıp gülmeye başlıyoruz. Hakan da son cümleyle kapanışı yaptıktan sonra bize katılıyor.
    “Ve bina girişi, helvacıyı geçince sağda bulunan ilk sokaktadır.”
    Akşamüstüne doğru konuklar teker teker gelmeye başlıyor. Nehir hepsiyle birebir ilgileniyor. Sonunda kapıda Erkan görünüyor. Hakan’la karşılıyoruz onu. Erkan’ın geldiğini fark eden Nehir, konuştuğu gruptan müsaade isteyerek yanımıza geliyor. Tanıştırıyorum bizimkileri. Nehir de Erkan’ı alıp sergisiyle tanıştırıyor.
    Hakan’ın eski neşesi yok. Yanımda duruyor ama hiç konuşmuyor. Eski halleri geliyor aklıma. Nasıl bu kadar dargın kalabildi benimle hayret ediyorum. “Bu kez gerçekten kırmış olabilir miyim onu?” diye geçiriyorum içimden ama “Hayır.” diyor içimdeki ses; “Sen olması gerekeni yaptın Saliha.” yine de konuşmaya çalışıyorum onunla:
    “Ee anlat Hakan. Son günlerde görüşemedik sanki. Karşı daireme, daha çok bir arada olabilmek için taşındığını sanıyordum. Yanlış mı düşünmüşüm?”
    “Gereksiz şeyler soruyorsun.”
    “Sen de gereksiz yere uzatmıyor musun aramızda olan biteni?”
    Cevap vermeden ayrılıyor yanımdan. Takip ediyorum gittiği yeri gözlerimle. O da ne. Bir hareketlilik var ileride. Bir ses yükseliyor.
    “Bu nasıl olur? Nasıl fark etmedik bunu? Erafta bir sürü insan varken…Nasıl olur?”
    Bu Nehir’in sesi. Hakan hızlandırıyor adımlarını. İşte Nehir’in yanında. Ben de onlara doğru gidiyorum. Herkes birbirine bakıyor. “Polisi arayın.” diyor Nehir. En yakınında Hakan var, onu paylıyor. “Ne duruyorsun, hadi polisi ara diyorum.” Hakan çeviriyor numarayı. Elinde telefon, bir yandan da merdivenlerden iniyor. Nehir bu sırada gerekli açıklamayı yapıyor. “Maalesef bir saat erken bitirmek zorundayız bugün açılışımızı. Fotoğraflarımızdan iki tanesi kayıp. Durumu geciktirmeden halletmek istiyoruz arkadaşlar. Olanlar için çok üzgünüz. Yarın tekrar sergimizi gezebilirsiniz.” Ve insanlar dağılmaya başlıyor.
    Biraz sonra Hakan karakoldan beni arıyor. Telefonunu ve cüzdanını burada unuttuğunu söylüyor. “Tamam, sen orada işini halledene kadar biz evde oluruz.” diyorum Hakan’a. Nehir üzgün ama telefonu kapattığım gibi yanıma gelip hemen eve gitmemiz gerektiğini söylüyor.
    “Ne oldu Nehir, ne bu acele?”
    “Burada durup beklememizin bir anlamı yok Saliha. Bu fırsat elimize bir daha geçmez. Bekle ceketimi alıp geliyorum ve hemen eve gidiyoruz.”
    “Neden dönüyoruz ki eve?”
    “Hakan’ın evine gidiyoruz Saliha’cım. Ben bir şeylerden şüphelendiysem altından mutlaka bir şey çıkar. Evet yaptığımız yanlış; ama içinde bulunduğumuz durum bu yanlıştan çok daha önemli.”
    Nehir’in bu hararetine şaşırıyorum. Şu durumda bile, henüz gerçek olduğunu dahi bilmediğimiz bir şeyin peşinden gidiyoruz. Neden? Benim arkadaşım sadece bir gariplik hissetti diye. Ve muhtemelen o evde her şey normal olacak. Resmen dedektifçilik oynuyoruz. Ama sergi açılışının bitirilmek zorunda kalması, giden iki fotoğraf ve bunlara rağmen o eve bakmamızı söyleyen Nehir. Tüm bunların içindeyken reddetmek olanaksız görünüyor. Yine de elimden geleni yapıyorum fikrini değiştirmek için.
    “Bir şeyler saklıyor olabilir. Demek ki bilmemizi istemiyor. Bırakalım öyle kalsın Nehir.”
    “Senden bir şeyler saklıyor. Bizden çekiniyor. Bu küçük bir şey değil. Yüzündeki tedirginlikten anlayabiliyorum bunu.”
    Pes ediyorum. Nehir’i ikna etmeme imkan yok. Atlıyoruz ilk gelen taksiye. Elimizde Hakan’ın evinin anahtarı, koyuluyoruz yola. “Hakan karakolda Nehir’in işleriyle ilgileniyor, bizim yaptığımıza bak.” diye geçiriyorum içimden. Sanki beni duymuş gibi cevap veriyor Nehir:
    “O eve girdikten sonra aynı şeyleri düşünüyor olmayacaksın. Rahat ol biraz.”
    Geldik sayılır. Birkaç dakikaya Hakan’ın kapısının önünde buluyoruz kendimizi. Elimden çektiği gibi anahtarı, kapıyı açıveriyor Nehir. Koridorun en sonundaki odaya yöneliyor direk.
    “Bu odanın kapısı nedense hep kapalı oluyor Hakan Bey.” diye söyleniyor giderken de. Hızla kapıyı açıyor ve donup kalıyor. Ne olduğunu anlayamıyorum. Adımlarımı hızlandırıyorum ben de arkasından. Kapıdan uzattığımda başımı, gördüğüm tek bir şey var. İmkansız gibi geliyor. İçeride Hakan oturuyor. Sanki bizi bekler gibi bir hali var. Nehir hemen giriyor söze:
    “Biz telefonunu bırakmak için bir de ne olur olmaz diy-”
    Hakan kesiyor konuşmasını.
    “Polisler, serginin yapıldığı binayı ve çevresini incelemeye aldı. Dükkan önlerinde bulunan kameralar tek tek kontrol ediliyor. Karşıdaki pastanenin kamerası işimize çok yarayacaktır dediler. Yani eninde sonunda o iki parça çıkacak ortaya, için rahat olsun. Şu meseleye gelinceee... Sizi sergide göremeyince eve geldim ben de. Apartmana girer girmez kapıcı Ramis karşıladı beni. İyi ki anahtarın bir yedeğini de ona vermişim. Sizi burada beklemiyordum doğrusu.”
    Eve döndüğümüzde Nehir’in söyleyeceklerini çok merak ediyorum. Kapıyı kapatır kapatmaz başlıyor konuşmaya.
    “Yok, bu sefer olmadı ama bunu bırakmayacağım ben. Olmayacak böyle.”
    “Nehir kes artık şunu. Yok bir şey işte. Neden ısrar ediyorsun? Bu kadar oyun yeter.”
    “Görmüyor musun Saliha? Bizden önce eve gitmiş. Kim bilir hangi korkuyla gitti. Neden o boş odada öylece oturuyordu dersin?”
    “Kendi evi değil mi? Bunun neresinde gariplik var?”
    “Masanın üzerindeki haplara ne diyeceksin?”
    Burada duraksıyorum. Evet, bu konu benim de kafamı karıştırmıyor değil. Ama Nehir’in bu gidişatına da bir dur demek gerekiyor. Bu olaydan sonra iplerin daha çok benim elimde olduğunu hissediyorum.
    “Bu konuyu kapatıyoruz Nehir. Bir kelime daha duymak istemiyorum.”
    Cevap vermiyor. Yorucu bir gün daha bitiyor. Yarın yine erken saatlerde aynı maraton başlayacak. Bu kez kulağımız telefonlarda, haber bekliyoruz. Canı çok sıkkın arkadaşımın. Ama her şeyde olduğu gibi bununda üstesinden geliyor. Yeni tanıyor olsam kaybolan o iki parça umurunda bile değil diye düşüneceğim. Ama biliyorum. Sadece öyle gözüküyor Nehir. Hakan’dan neden bu kadar şüpheleniyor, bunu da anlayamıyorum. “Hakan’larda beni beklerken bir şey mi oldu acaba?” Ama öyle olsa Nehir duramaz söylerdi.
    (SELİM)
    Gözlerimi açtığımda karşımda Hakan’ı görüyorum. Sarılmak geliyor ona içimden. Kollarımı hareket ettirebiliyorum az buçuk. Hissediyorum tüm bedenimi. Hakan, karşımda bir yabancı gibi duruyor. Konuşmaya çalışıyorum.”Dostum kurtar beni.” diyorum gücüm yettiğince. Sesim bir fısıltıdan ibaret. Bir kase çorba getiriyor tepsiyle. Haykırıyorum içimden. “Neler oluyor Hakan, nerdeyim ben? Neler oluyor? Söylesene.” Yüzüme bakmıyor bile. Karıştırıyor çorbayı. Bir kaşığını alıp yaklaştırıyor ağzıma doğru. İçmek istemiyorum, istemiyorum bu şeyi. Ama hareket ettiremiyorum başımı. Olmuyor. Hakan’ın getirdiği kaşıkları takip ediyorum. İçimin ısındığını hissediyorum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor yeniden.
    ***
    (SALİHA)
    Bu sabah erkenden serginin olduğu binada alıyoruz soluğu.
    “Dün gece, fotoğrafları çalanları yakaladık. Her hangi bir hasar yok bunlarda. Yukarıdaki arkadaşlara teslim etik fotoğrafları. Geçmiş olsun. Bir ara karakola gelip ifade verirseniz gerisini biz hallederiz.” diyor binadan çıkmakta olan polis. Bir rahat nefes alıyor Nehir. Bugün güne iyi başladık neyse ki. Ama ben kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Bir titreme var tüm vücudumda. Üşütmüş olmalıyım.
    “Solgun görünüyorsun. Dün de bir şey yemeden uyudun zaten. Sen eve dön. Bugün iyice dinlen arkadaşım. Yoksa yarına daha kötü olacaksın. Bak açılışı öyle böyle geçirdik. Bundan sonrası daha kolay. Benim için durma burada.”
    Karşı çıkamıyorum. Çünkü kendimi gerçekten iyi hissetmiyorum. Nehir kendi elleriyle beni taksiye bindirip adresi veriyor. Gözlerimi açtığımda bizim apartmanın önünde olduğumu fark ediyorum. Uyuyakalmışım. Parayı ödeyip iniyorum arabadan. Apartmanın kapısı açık. Merdivenlerden çıkıp kapımın önüne geliyorum. Şurada bir yerde anahtar olacaktı. Yoksa ön gözüne mi koymuştum, şu fermuarlı yere mi? Tüm çantamı karıştırıyorum ama yok. “Bu da ne?” Garip sesler geliyor kulağıma. Daha çok bir insanın inlemesi gibi. Ama çok derinden. Sonra kesiliyor. Ateşim çıkıyor olmalı. Başım, beynim içinden çıkarcasına ağrıyor. Garipten sesler de duymaya başladığıma göre ben hiç iyi değilim.
    (SELİM)
    Gözlerimdeki ağırlık tüm vücuduma yayılıyor. Bu kez daha çok hissediyorum varlığımı. Biraz daha gayretim olsa, kalkabilsem şuradan. Bağırmaya çalışıyorum ama çıkmıyor sesim. Kafamı yana doğru çeviriyorum. Oda bomboş. Bir komodin var yan tarafımda. Üzerinde bir sürahi, bir bardak su ve haplar. Dün gördüklerim geliyor aklıma. İçtiğim çorba, Hakan’ın yüzü, yürüdüğümü anımsıyorum ve yumuşak bir yatağa yatırılışımı. Ama uyandığımda buradayım yine. İçeriden tıkırtılar geliyor. Anahtar sesleri. Gözlerimi kapatıyorum. Kollarımı aşağıya doğru, serbest bir şekilde bırakıyorum, başım tavana dönük.
    (SALİHA)
    Sonunda buluyorum anahtarı. Arkamı döndüğümde Hakan’ı görüyorum. Nasıl da fark etmemişim geldiğini? Çevirdiği anahtarı, açılan kapıyı öylece bırakıp yanıma geliyor Hakan.
    “Neyin var senin?”
    “Bilmiyorum. İyi hissetmiyorum.”
    “Bekle, hemen geliyorum. İçeri geç, uzan sen. Ben hemen geliyorum.”
    (HAKAN)
    Bencil değilim. Hayır kesinlikle. Bencil değilim. Sadece fazla seviyorum. Bendeki her değerden fazla seviyorum Saliha’yı. Bu yüzden bir yılın sonunda ancak konuşuyor vicdanım. Bu oyun, bütün bunlar gitmemeli artık böyle. Ama nasıl çıkarım bütün bunların içinden? Gözlerimin önünde yitiyor arkadaşım. Selim’i daha fazla görmemeliyim bu şekilde. O gece bana anlattığında her şeyi, kendimi tutabilmeliydim. Kızmamalıydım ona. O gece kötü, o gece berbat, o gece yaşanmamalıydı hiç. Nefes nefese gelmişti Selim. Kötü olduğu belliydi.
    “Hakan ben geldim. Aç kapıyı kardeşim.”
    “Gel, gir içeri. Bu halin ne? Nereden geliyorsun?”
    “Saliha’yla film izliyorduk. Uyuyakaldı kollarımda. Sessizce çıktım evden, koşarak, düşünmeden geldim buraya. Telefonumu da onda unutmuşum. Ona dostluktan çok fazlasını hissediyorum Hakan. Olmuyor artık! Yanındayken ona ihanet ediyorum gibi geliyor. Aramızda olanların da farkındayım aslında. O da benim gibi hissediyor, biliyorum.”
    Tahammül edemiyordum. Farkında olduklarımın teker teker onun ağzından dökülmesine tahammül edemiyordum.
    “Bunu yapma. Dostluğumuz çok sağlam bizim. Yanlış anlamış olmalısın Selim.”
    Yüzüme baktı boş gözlerle. Zorla çıkmıştı bu sözler ağzımdan. Ben de fark ediyordum çünkü. Onların arasında hep dostluktan daha fazlası vardı. Ama Saliha’ya açılırsam belki, belki bana karşılık verirdi. Olamaz mıydı? Selim konuşmaya devam ettikçe içimde hiç de tanıdık olmayan bir hisle karşılaştım. Bu hırstı. Hissettiğim ilk anda, bu hissi yok etmek için çabalamalıymışım o gece. O gece sadece bunu yapmalıymışım. Ama ilk işim babamın, Selim’in tedavisinde kullandığı ilaçların dozunu yükseltmek oldu. Selim ailesini kazada kaybettiğinde, babam ona birkaç terapilik bir tedavi uygulamış ve ilaç tedavisine başlamıştı. O geceden sonra ben de –aslında- babamın kontrolünde her seferinde ilaçların dozunu yükseltiyor, Selim’i bir şekilde evde tutmayı başarıyordum. Babam o soruları ne için sorduğumu, cevapları kimin için verdiğini bilmiyor, merak bile etmiyordu. Selim artık düşünemez olmuştu. Çok kereler zorla yemek yediriyordum. Kollarıma seriliveriyordu. Amacım hiçbir zaman bu kadar uzatmak değildi. Amacım bunu yapmak değildi asla! Ben böyle olsun istemedim. Sadece o gece kahrolası ilaçlarını alıp susmalıydı. Sonraki gün. Diğer gün ve ondan sonraki gün de! Ama uzadıkça süre ne yapacağımı bilemedim. Geri dönemezdim. Selim’in kaybolduğunu söylemiştim bile Saliha’ya. Birbirimize sarılıp ağlamıştık günlerce. Suçu başkalarına yükleyebilmek adına Selim’i aramıştım. Telefonu Saliha açacak ve bende tehditler savuracaktım Selim’in hayatına dair. Ama olmadı. Saliha sesimi tanıyınca başka bir yöne çevirmek zorunda kaldım olayları. Bunların bile hesabını yaptım. Nasıl bir adamım ben? Şimdi “Hepsi bir oyundu. Selim burada bak, yaşıyor.” mu diyeceğim. Yapamadım da. Ama artık kapana kısılmış gibi hissediyorum. Sonumu düşünmeden gelip bu apartmana taşındım. Ne için. Sırf Saliha’ya yakın olmak. Sonuç ne? Kendimi resmen ele verdim. Aslında bu da umurumda değil artık. Vicdanım yakamı bırakmıyor. Kabuslar görüyorum her gece. Ben hem bir kardeşi hem de yüreğimin bir parçasını kaybettim. Onlardan aldığım bir yıl yerine hayatımı veriyorum. Bu da yetmeyecek. Beni hiç affetmeyecekler. Yıllarca yüreklerinde kötü bir iz olarak kalacağım.
    (SELİM)
    Biri odanın kapısını aralıyor. Komodinin üzerinde duran haplardan bir tane çıkarıp ağzıma koyuyor. Bedenimi hafifçe kaldırarak su içiriyor. Yutkunmalarımı gördüğünde bırakıyor beni ve çıkıyor odadan. Odanın kapısı ve ardından dış kapı kapanıyor sonra. Ağzıma verilen hapı çıkarıyorum dilimin altından. Bıraktığı acı tat kendimden geçirmeye yetiyor beni. Kalkabilsem şuradan. Bir kere, bir kere daha deniyorum. Ama nafile. Neden söz geçiremiyorum vücuduma? Dışarıda hava kararıyor yavaş yavaş. Olan biteni izliyorum yalnızca. Üzerimdeki şu yükleri atabilsem kalkacağım belki ama olmuyor işte. Karşıda bir duvar saati var. Saat 22.00’ı gösteriyor. Burada, böylece duruyorum. Kim bilir ne zamandan beri böyleyim…
    Bu kez, bu kez oluyor galiba! Ellerimle pencerenin kenarından tutunuyorum. Çekiyorum kendimi. Başım felaket bir şekilde dönüyor. Bacaklarımı sarkıtıyorum kanepeden aşağı. Üzerine basmayı deniyorum. Bu hiç kolay olmayacak. Ama son şansım gibi hissediyorum. Bu beni kuvvetlendiriyor. Tüm gücümü harcıyorum. “Hadi Selim. Biraz daha gayret.” Kapının kulpunu aşağıya doğru çekiyorum. Açılan aralık, vücudumun kapının üzerine yüklenmesiyle yeniden kapanıyor. Dizlerimin üstünde duruyorum. Ayağa kalkıyorum sonra. Yeniden uzanıyorum kapının kulpuna. Çıkıyorum odadan. Karanlık koridoru adımlıyorum nereye bastığımı bilmeden. Dış kapıyı kutsal bir ışık gibi görüyor gözlerim. Kapıyı açıyorum. Yere kapaklanıyorum birden. Başım dönüyor. Buraya kadar. “Hayır, kalk, biraz daha gayret.” Başımın dönmesine aldırmıyorum. Açık kapı aralığından uzatıp kolumu, kapının dışarıdaki tokmağına tutunuyorum. Bir kol hissediyorum bu sırada üzerimde. Çekiyor beni içeriye doğru. Kapatıyor dış kapıyı. “HAYIR, HAYIR… Bu olmamalı. YAPMA! Çıkmalıyım buradan.
    Kendime geldiğimde bir bayan buluyorum karşımda. İçimde bir titreme var, ellerimde, bacaklarımda… Ama daha iyi hissediyorum kendimi.
    “Ben neredeyim?”
    “Merak etme. Her ne yaşıyorsan bu gün son olacak. Sadece bekleyeceğiz.”
    “Sen kimsin? Bana ne oldu? Neden hiçbir şey hatırlayamıyorum?”
    “Ben Saliha’nın arkadaşıyım. Nehir.”
    “SALİHA! O nerede!”
    Oturtulduğum koltuktan fırlıyorum ayağa. Buralarda bir yerlerde olmalı Saliha’m. Başım dönüyor. Koluma giriyor Nehir. Oturtuyor beni yerime.
    “Bu olamaz. Bu kadarı olamaz. Sen. Selim misin sen?”
    “Saliha burada mı? Adımı nereden biliy-“
    Bir hışımla yerinden kalkıyor Nehir. Tekme ve yumruklarla bir kapı çalınıyor. Bağırışlar duyuyorum.
    “Biliyordum. Allah kahretsin seni! Nasıl, nasıl yaparsın ha! Onları ayırmaya ne hakkın var senin?”
    “Sakin ol, uyandıracaksın Saliha’yı.”
    “Uyanacak tabi. Öğrenecek herkes.”
    “Ne diyorsun sen? İyice saçmalamaya başladın.”
    “Saliha. Kalk. Uyan.”
    “Dur, nereye götürüyorsun onu? Kendinde bile değil.”
    “Nehir neler oluyor? Nereye gidiyoruz?” Bu Saliha’mın sesi. Gözlerim yerde. Adım adım yaklaşıyor birileri. İki ayak görüyorum. Kaldırıyorum başımı. Saliha’m karşımda. Gözlerime bakıyor. Doluyor gözleri. Düşüveriyor olduğu yere. Ağlamaya başlıyorum hıçkıra hıçkıra. Bağırıyorum. Çıkan son sesimle bağırıyorum. Hakan beliriyor arkada. Çözülüyor aklımdaki her şey birer birer. Oturduğum yerde kalıyorum. Nehir, Saliha’mın başında. Elleri onun avucunda. Kolanyağı döküyor ellerine. Yüzüne üflüyor. Açılıyor bir tanemin gözleri. Koltuktan inip, çöküyorum dizlerimin üzerine. Saliha’mı sarıyor kollarım. Sımsıkı tutuyor Saliha’m bedenimi. Titriyor elleri. Titriyor içim.
    ***
    Bir yanlışlık var. Durun durun! Bir saniye! Ben suçlu değilim. Daha önce de söyledim size. B bb be benim amacım kimseyi incitmek değildi!” Böyle diyordu Hakan, kolunda iki polisle, gecenin karanlığına inat daha bir parlayan kırmızı mavi ışıklı polis aracına doğru yürürken…




      Forum Saati C.tesi Nis. 27, 2024 9:34 am