Gün artık yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Güneş her gün olduğu gibi bu sabah da etrafa ışıklarına yayıyordu. Ali de her sabah yaptığı gibi güneşin ışığı yüzüne vurduğunda yorganını üzerine çekip uykusuna devam etmeye çalışırdı ama annesi buna izin vermezdi. Sabah annesi erkenden kalkıp namazını kılar namazdan sonra Ali'yi uyandırmaya giderdi. Emine Teyze bu hareketini bir alışkanlık haline getirmişti. E ne yapsın teyzem kocasını kaybettikten sonra bütün hayatını oğluna adamıştı. Kocasını kaybettikten sonra oğlu için (Ali için) yaşamıştı. Oğlunu okutup öğretmen çıkarmıştı. Ali de babasından sonra annesi için yaşamış annesini üzecek utandıracak tek bir hareketi bile olmamıştı. Çünkü her zaman dürüstlüğü ile tanınan, efendi, etrafında yardımseverliği ile tanınan biri idi. Bu kadar dürüst birinin annesini üzmesi söz konusu bile olamazdı.
Ali de babası gibi kendini milletine adamış bir öğretmen olacaktı. Bu gün okulun son günü… Ali artık öğretmen… Bu gün diplomasını alıyor. Emine Teyze her sabah yaptığı gibi bu sabah da erkenden kalkıp namazını kıldı kahvaltıyı hazırladı ve Ali'yi kaldırmaya gitti.
-Ali, oğlu hadi kalk! Bugün diplomanı alıyorsun geç kalacaksın törene.
Ali annesinin her sabah bu şekilde kaldırması çok hoşuna gittiği için kendini biraz naza çekiyordu. Annesi tekrar
-Oğlum hadi kalk kahvaltı hazır, çayını da doldurdum sıcak sıcak ...
Ali de
-Tamam anaların en güzeli sen beni kaldırmaya gelirsinde Ali'm dersinde ben kalkmaz mıyım? Dedi annesini yanaklarından öptü.
Ali kalkıp kahvaltısını yaptı ve yeni aldığı takımını giyip annesinin karşısına geçti.
-Anacığım nasıl? Olmuş mu?
-Olmaz olur mu oğlum. Benim biricik aslan oğluma ne giyerse yakışır. Aslanım...
-İyi bak anne bu gün bu aslan diplomasını alıyor. Bu gün bu aslan öğretmenliğe ilk adımını
-He oğlum çok şükür Allah'ıma bana bu günleri yaşattı ya çok şükür... deyip ağlamaya başladı. Nasıl ağlamasın ki gözünün nuru, biricik oğlu, Ali'si göğsünü kabartmış, gururların en güzelini yaşatmıştı.
Ali annesini ağlarken görünce hemen yanına gidip:
-Annecim niye ağlıyorsun. Gül, gurur duy oğlunla. Niye ağlıyorsun?
-Sevinçten oğlum sevinçten... Gurur duymaz olur muyum aslan oğlum benim... Ben ağlıyorsam mutluluktandır. Sen bakma bana. Hadi geç kalacaksın yürü bakalım deyip okuluna uğurladı.
Emine Teyze oğlunu uğurlarken bir yandan gururlanıyor bir yandan içi gidiyordu. Çünkü oğlunu o törende yalnız bırakmak istemiyordu ama yaşlılığının getirdiği hastalıklar belini büküyordu. Okula gidecek kadar derman bırakmıyordu bu lanet olası hastalık. Ali ise mutluluktan kabına sığamıyordu heyecanlıydı. Aynı zaman da gururlu... yolda bir çocuk senliği edasıyla okulun yolunu tuttu.Nihayet okula gelmişti.Bütün arkadaşları da okulda heyecanlı , gözlerinde birer parıltı ve aynı zamanda sabırsızlıkla bekliyorlardı.Nihayet okulun rektörü kürsüye çıktı ve kısa bir konuşma yaptı.Konuşmanın ardından diploma töreni başladı.Dereceye girenlerin adları okundu.İsimler okundukça ali'nin heyecanı kat be kat artmaya başlamıştı ve ismini duyduğunda heyecanı tavan yapmıştı.Ardından büyük bir heyecan büyük bir gururla kürsüye çıktı ve diplomasını aldı.Hayatında belki de kendisiyle bu kadar gurur duymamıştı. Böylelikle diploma töreni de bitti. Arkasından arkadaşlar birbirlerini tebrik ettiler, konuştular, vedalaştılar ve herkes aynı gururla dağıldılar.
Ali evin yolunu tuttu. Giderken aklına bir fikir geldi. Annesine bir şaka yapma fikri ...Eve vardı ve kapıyı çaldı.Annesi oğlu olduğunu bildiği için bir heyecan bir merakla kapıyı açtı.Ama karşılaştığı manzara karşısında şaşırdı.Ali'yi morali bozuk öyle kederli bir halde görünce merakı daha da artmıştı.Oğluna :
-Ne oldu oğlum ne bu halin?
Ali üstlendiği rolün tam hakkını vererek
-Yok bir şey anne canım sıkkın işte
-Hayırdır oğlum canını sıkan nedir? Bu gün senin mutlu olman gerekirken niye moralin bozuk?
-Boş ver anneciğim konuşmak istemiyorum.
Annesi daha çok meraklanıyor oğlunun bu hale gelmesini sebebini bir an önce öğrenmek istiyordu. Çünkü onu bu halde görmeye dayanamıyordu ve tekrar sordu.
-Söylesene oğlum annene derdini iyice meraklandırdın beni. Okulda mı bir şey oldu?
-Ya tamam... Ben okulda derece beklerken dereceye girememişim bırak derece yapmayı ilk ona bile girememişim ona canım sıkıldı. Ben senin eline birincilik diplomasını vermek istiyordum ama yapamadım. Ona canım sıkkın işte.
-Eh be oğlum beni de önemli bir şey var sanıp meraklandırdın. Bu mu derdin? Boş ver ben seninle her zaman gurur duyuyorum. Birinci olsan da sonuncu olsan da sen benim gönlümün biricisisin. Diyerek oğlunu teselli etmeye çalıştı. Ali annesine gülerek dönüp
-Anne gerçekten üzülmedin mi? Diye sorunca annesi:
-Yok be deli oğlan niye üzüleyim. Dedim ya ben seninle hep gurur duyuyorum.
Ali oynadığı oyun yolunda gitmeyince tekrar aynı hali aldı. Annesi tekrar bu hali aldığını görünce sordu:
-Yine ne odu?
-Tüh be! Anne sana şaka yapıyordum ama sen oyunumu bozdun.
-Ne şakasıymış öyle...
-Okulu birincilikle bitirdim. Sana şaka yapacaktım dereceye girmedim diye ama sen üzülmedin. Ardından güleç bir tavırla
-Niye üzülmedin sen diye annesine takıldı. Annesi oğlunun birincilikle bitirdiğini duyunca sevinçten yere göğe sığamadı. Oğlunun yanaklarından ve alnından öptü.
-Aslan oğlum benin demek okulu birincilikle bitirdin ha! Ali de:
-Evet anneciğim karşında okulunu birincilikle bitirmiş bir öğretmen duruyor. İyi bak bu senin eserin diyerek annesinin ellerinden öptü.
Emine Teyze artık bu manzaraya daha fazla dayanamamıştı. Seviçten gururdan yanaklarından aşağıya inci taneleri sel olup akmıştı.
-Keşke... dedi.
-Keşke babanda bu günleri görseydi. Keşke...
Ali'de duygulanarak
-Keşke görseydi ama kısmet değilmiş. Ama ben biliyorum beni, seni, başarımızı, mutluluğumuzu, derdimizi bir yerlerden mutlaka görüyor. O da bizimle sevinip bizimle üzülüyor ben inanıyorum. Diyerek annesini teselli etmeye çalıştı.
*****
Günler böylelikle birbirini kovalatıp durdu. Artık sıra Ali'nin ilk görev yerini öğrenmeye gelmişti. Heyecanlıydı ve meraklı... Acaba ilk görev yeri neresi çıkacaktı. Acaba gideceği yer, insanları ve öğrencileri nasıldı. Bunları düşündükçe heyecanı ve merakı daha da artıyordu.
Nihayet o gün gelip çatmıştı. Tayini Mardin'e çıkmıştı. Mardin'in Kızıltepe İlçesi Damlalı Köyü'ne çıkmıştı. Hem sevindi hem endişelendi. İki duyguyu bir arada yaşıyordu. Sevinmesinin sebebi tam anlamıyla öğretmedi. Öğrencileri, okulu merak edip kendi kendine hayaller kuruyordu. Hayalini kurdukça da mutlu oluyordu. Endişesinin sebebi ise doğuda okul, okumak okutmak gibi kavramlara pek değer verilmiyordu. Özellikle kız çocuklarına. Ya söylenenler gibi halk öğretmene, okula, devlete karşı soğuklarsa Ali o zaman ne yapacaktı? Bunlara karşı halkın oluşturduğu buzları Ali nasıl eritecekti. Sürekli bunları düşünüp durdu. Onu büyük bir mücadele bekliyordu. İşte endişesi de bundandı. Ama karalıydı karşılaştığı her zorluğa göğüs gerecek hiçbir zaman pes etmeyecekti. İşte günlerdir düşündüğü şeyleri sorduğu soruların cevaplarını almak için az bir zamanı kalmıştı. Yarından sonra bu düşüncelerini belki yaşayacaktı hem de en kötüsüyle belki de yaşamayacaktı aksine düşündüğü şeylerin tam tersi olacaktı. Kim bilir?... İşte bunu zaman gösterecekti.
*****
Evet artık Ali'nin hayatını değiştirecek o gün gelip çattı. Heyecan, mutluluk, endişe gibi bütün duygular Ali de bir araya gelmişti. Annesi her sabahki gibi bu sabah da erkenden kalktı. Ama ayrı bir hüzün ayrı bir burukluk vardı. Nasıl olmasın ki biricik oğlu bu gün gidiyordu. Artık sabahları oğlunu o kaldırmayacaktı, kahvaltısını o hazırlamayacaktı, her sabah uyandırırken yanaklarından öpemeyecekti. Bunları düşündükçe üzüntüsü daha da artıyordu. Üzülüyordu ama üzüldüğünü oğluna hissettirmeyecekti. Ama ne kadar bunu başarabilirdi ki
Ali ilk defa annesi uyandırmadan kendisi kalkmıştı. Zaten birinin kaldırmasına gerek yoktu. Çünkü bütün gece gözüne uyku girmemişti. Gece boyunca yatakta dönüp durdu. Sabahı güç bela etti. Artık daha fazla dayanamayıp oturma odasına geçti. Annesi de namazını bitirmiş dua ediyordu. Duasını bitirip Ali'ye baktı ve :
-Hayırdır oğlum sen böyle erken kalkmazsın erkeni bırak seni uyandırana kadar göbeğim çatlardı. Ne oldu da bu kadar erken kalktın dedi.
Bunları söylerken aslında cevabını çok iyi biliyordu. Biliyordu ama sıradan bir günmüş gibi davranmaya çalışıyordu. Kendisini ağlamamak için anca böyle durdurmaya çalışıyordu. Ali ise hüzün dolu bir sesle annesine cevap verdi.
-Uyku tutmadı. Bütün gece döndüm durdum. En iyisi kalkayım dedim. Annesi de :
-Ah be oğlum bu gün yola çıkacaksın ne diye uyumazsın ki
Ali annesinin son sözlerini hiç duymadı ve yüzüne bakarak
-Gelmemekte ısrarlı mısın hala
-Evet. Benden bunu isteme oğlum. Ben kasabayı, bu evi bırakıp da oralara gelemem sana bunu defalarca söyledim. Bir daha söyleyeyim
-Ama anne...
-Dur. Sözümü kesme. Biz babanla bu kasabada tanıştık. En güzel günlerimizi burada yaşadık. Ben bu eve gelin geldim, sen bu evde doğdun. Hayatımda güzelliğe dair ne varsa hepsini burada yaşadım.Bir teki hariç o da babanı bu evde kaybettim.Baban sanki her akşam yine bu eve gelecekmiş gibi hissederken bu evi kapatıp gidemem.Anla beni oğlum .Anla daha da ısrar etme.
-Peki tamam sen nasıl istersen. Israr etmiyorum.
-Hem arada gelirim oraya. Tatillerde sen gelirsin, mektup yazarım. Sıkma canını hem kendini hem de beni üzme.
-(Tebessümle) Bak çok kendini böyle üzersen seni de göndermem oralara
Ali de aynı tebessümle
-Tamam annem tamam
-Neyse sabah sabah çok gevezelik ettik. Az daha konuşursak cidden gidemeyeceksin. Çünkü otobüsü kaçıracaksın. Ben kalkıp da kahvaltını hazırlayayım dedi ve ağladığını belli ettirmeden mutfağa girdi. Emine Teyze sofrayı kurmuş Ali'yi çağırdı.
-Ali kahvaltı hazır oğlum hadi gel
Ali mutfağa girdiğinde masanın o muhteşem halini görünce iştahı yerine geldi. Sofrada yok yoktu. Emine Teyze oğluna sevdiği her şeyi hazırlamıştı.
-Anne bu ne güzel bir sofra bir tek kuş sütü eksik
Annesi:
- Tebessümle kuş sütümüz yok ama inek sütümüz var doldurayım mı?
İkisi de birbirlerine bakıp gülmeye başladılar.
-Demek inek sütü ha doldur bakalım anaların bir tanesi
O muhteşem kahvaltıyı yaptıktan sonra evde yine hazan rüzgarları esmeye başladı. Artık zamanı gelmişti. Artık zaman ayrılık zamanıydı. Emine Teyze ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Ama nafile gözyaşları yanaklarından birer ikişer inmeye başlamıştı. Ali annesinin bu halini görünce ağlamamak için kendini sıkıyordu. İçinden erkek adam ağlamaz diyerek güç bulmaya çalışıyordu.
Annesi hemen tembihlere başladı.
-Aman oğlum oralar soğuk olur kazaklarını valizin altına koydum, sıkı giyin sakın üşütme, sonra güzel yemek ye ben sana yolluk hazırladım arabada acıkırsan yesin ha sonra oralarda sakın herkese güvenme her dediklerine inanma, varınca beni muhakkak ara emi benim aslan oğlum
Annesi Ali'yi küçük bir çocuğa tembihlerde bulunurmuş gibi tembihlerde bulunuyordu. Ama Ali bu ülkenin genç kuşaklarını yetiştirecek bir öğretmendi. Annesinin dediklerini bilmiyor muydu sanki biliyordu. Ama yine de annesinin dediklerini
-Tamam anne unutmam, tamam anne yaparım... diye cevaplıyordu.
Emine Teyze:
-Eh hadi bakalım yolculuk zamanı. Gel benim aslan oğlum diyerek oğluna sımsıkı sarıldı. Artık o an Ali de kendini tutamadı. Erkek adam ağlamaz sözü Ali'ye öyle saçma geliyordu ki kendini bırakıp doya doya ağladı hem de küçük bir çocuk gibi. Ayrılmaları öyle zor oldu ki ayrılmayı kendileri beceremediler. Onları ayıran Emine Teyzenin kadim dostu Fatma Teyze ile Ali'yi otogara götürecek olan taksi şoförü oldu. Fatma Teyze:
-Hadi Emine geç kalacak oğlan. Ali'ye de dönüp:
-Hadi Ali oğlum sende diye zor ayırdı. Taksi şoförü de:
-Hadi abi geç kalacağız diye aralarına bir kara bulut gibi giriyordu. Ali Fatma Teyzeye dönüp:
-Fatma teze hakkını helal et. Annemin öz kardeşi değilsin ama öz teyzem olsan anca bu kadar severdim diyerek ellerinden öptü ve tekrar:
-Annem önce Allah'a sonra size emanet ben yokken annemi yalnız bırakmayın. Cemal özellikle sen, ben yokken arada annemi ziyaret et bilirsin seni ben gibi sever evlat sevgisini sende devam ettirsin.
Cemal:
-Ne demek kardeşim senin gözün arkada kalmasın sen anneni, buraları merak etme annen benim öz annem. Anneme gösterdiğim saygıyı sevgiyi Emine Teyzeme de göstereceğimden hiç kuşkun olmasın. Asıl sen kendine dikkat et .(gülerek) Unutma bizi oralarda dedi.
-Unutmak mı insan kardeşini hiç unutur mu? Diyerek iki çocukluk arkadaşı, iki kardeş vedalaştılar. Ali dönüp annesine bir daha sarıldı o mübarek ellerinden bir daha öptü ve taksiye binip yavaş yavaş uzaklaştı. Araba gittikçe Emine Teyzenin yüreğinden parçalar koptu. Sanki olacakları sezmiş gibi:
-Gitme. Gitme oğlum diye arkasından koşmak onu durdurmak istedi ama yapamadı. Sadece ağladı ağladı ağladı. Fatma Teyze ile Cemal teselli etmeye çalıştılar ama nafile hiçbir söz hiçbir cümle o an yaşadığı acıyı teselli edemezdi.
Ali de annesinden farsız sayılmazdı. Ağlamamak için dişlerini sıkıyor dudaklarını ısırıp duruyor elleri parmakları ile oynuyordu. Bu halde otogara geldi.
*****
Otogar ana baba günü gibiydi. Herkes birilerini uğurlamaya gelmişti. Ali etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Bir tarafta iki sevgili, bir tarafta ana-oğul, bir tarafta abi-kardeş vedalaşıyorlardı. Çocuğunu askere gönderen aileler, sevgilisini göreve gönderen sevgililer, arkadaşını memleketine uğurlayan kişiler… Herkesin bir yolcusu her yolcunun bir acısı vardı. Ali kendini biraz daha toparladı ve onu sonsuzluğa götürecek arabaya bindi. Biletine baktı. Bileti 13 numaralı koltuğu gösteriyordu. Koltuğunu bulup oturdu. Sonra derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi ciğerlerinde hissetti. Ardından:
-Evet… dedi.
-Evet! Artık başlıyoruz dedi. Ama hala içine oturan bir şeyler vardı.
-Mardin nasıl bir şehirsin sen? Beni niye böyle telaşlandırıyorsun? Ne var sende? Diye içine oturmayan şeyi bulmaya çalışıyordu. Nihayet onu bir an olsun bu düşüncelerden kurtaracak olan bir ses geldi. Ali kafasını kaldırıp sesin sahibine baktı. Karşısında 60 yaşlarında uzun boylu yaşına rağmen hala dinç duran bir adam gördü. Adamın sert bir duruşu olmasına rağmen yüzünde insana huzur veren bir tebessüm vardı. Adam aynı tebessümle Ali’ye bakarak:
-Selam evlat 14 numara burası mı?
Ali o dalgın halinden çıktı ve kendini toparlayarak
-Evet amca burası
-Sağ ol evlat dedi ve yerine oturdu.
*****
Mehmet amca asker emeklisi biriydi. Hayatında görmediği acı yoktu. Çektiği onca acıya rağmen hayatta kalabilen nadir insanlardandı. Bazen yaşadıklarını düşündükçe nasıl hala sağlam kaldığına kendisi bile hayret ediyordu. Hani insan hayattan her darbeyi alırda kendisini yaşamaya, insanlara kapatır ya! İşte Mehmet amca aldığı darbelere rağmen kendini kapatmamış aksine hayata daha sıkı bağlanmış. İnadına inadına yaşamış.
*****
Mehmet amca yerine oturup derin bir nefes aldı. Sonra Ali’ye dönüp baktı. Yaşadığı tecrübelerden insanları artık o kadar iyi analiz edebiliyordu ki Ali’yi de bir çırpıda tahlil etti. Sonra ufaktan muhabbeti kurmaya başladı.
-E evlat yolculuk ne tarafa diye sordu.
-Mardin
-Askerlik mi yoksa…
-Yok öğretmenim ben tayinim Mardin’e çıktı.
-Hııı demek öğretmensin ne güzel
-Adın ne peki?
-Ali. Ya sizin
-Ben de Mehmet
-Memnun oldum Mehmet Amca. Ya sizin yolculuk ne tarafa
-Ben de Mardin’e gidiyorum.
-Eş dost ziyareti mi?
-Yok ata toprağı. Ben aslen Mardinliyim. Ata toprağına yerleşmeye gidiyorum.
-Tek misiniz? Eşiniz çocuklarınız yok mu?
Mehmet amca bir an durdu. Derin bir iç çektikten sonra üzüntüsünü tebessümü ile kapatarak
-Yok evlat dedi.
Ali yanlış bir şey sorduğunu anladı. Bu atmış yaşındaki insana huzur veren bir tebessümü olan bu insanın neden birden böyle bir hal aldığını merak etti ve sormaması gereken bir soruyu sorduğunu da anlayarak pişman oldu. Ama merakı daha ağır basmıştı ve çekinerek:
-Yanlış bir şey sordum galiba
Mehmet amca bu çekingen bir çocuk edasıyla kendisine bakan genci görünce kendisinde uzun yıllar hissetmediği ve unuttuğu duyguları yeniden hatırlatır gibi oldu.
-Yok dedi sen yanlış bir şey sormadın den bazı şeyleri unutmuşum sadece bana onları hatırlattın dedi.
Ali tekrar meraklı gözlerle bakıp içinden:
-Neyi unutmuş olabilir ki diye düşündü. Mehmet amca edindiği tecrübelerden Ali’nin gözlerindeki merak duygusunu anladı ve ardından
- (Tebessümle) Neyi unuttuğumu mu merak ediyorsun yol daha çok uzun anlatırım dedi.
İkisi de susup bir an etrafına bakındılar. Otobüs artık tamamen dolmuştu. Şoför de muavin de yerlerini almışlardı. Şoför arabayı çalıştırıp kapıları kapattı. İnsanlar arabanın etrafında kendi akrabalarının kendi yolcularının bulunduğu koltuklardaki pencerelerin yanına yaklaşmışlardı. Araba hareket etmeye başladıkça birer ikişer camlardan uzaklaşmaya ve el sallayıp ağlamaya başlamışlardı. Araba uzaklaştıkça son bir defa görürüm belki diye daha dikkatli bakmalar gelmişti ardında. Araba tamamen otogardan çıtı ve Mardin yolculuğu tamamen başlamıştı. Herkeste bir burukluk, bir üzüntü vardı. Hatta özlem… Kimse daha bulundukları durumdan çıkamamıştı. Herkeste bir dalgınlık vardı daha.
Ali ise pencereden dışarı bakıp annesini düşünüyordu. Annesi acaba nasıldı? Çok ağlıyor muydu? Annesini öyle bırakmak o kadar zor geliyordu ki bunu anlatmak bana da zor geliyor. Kendi kendine
-Bensiz ne yapacaksın? Nasıl dayanacaksın? İnat etmeseydin de benimle gelseydin beni de kendini de bu kadar üzmeseydin olmaz mıydı? Ama sen de haklısın… Ardından
-Allah’ım bana da anneme de sabır ve dayanma gücü ver ya Rabbim diye dua ediyordu. Ali’yi düşüncelerinden alıkoyan yine aynı sesti.
-Ne oldu evlat daldın gittin. Yoksa sevdiğini mi düşünüyorsun?
-Yok Mehmet Amca annemi düşünüyordum. Şimdi acaba ne yapıyordur? Çok ağlıyor mudur? Diye Mehmet amcaya içini döktü. Mehmet amca da Ali’ye tebessümle bakarak ve bir dost edasıyla
-Üzülme alışır annen hem dünyanın bir ucuna gitmiyorsun ya o sana gelir sen ona gidersin
-Sahi alışır mı dersin Mehmet Amca?
-Alışır tabi. Hem insan dünyada neler alışmıyor ki buna da alışır elbet
-İnşallah Mehmet Amca inşallah diye dua etti. Ardından
-Tek olmasaydı alışması daha kolay olurdu. Mehmet Amca şaşkın ve meraklı gözlerle bakıp sordu:
-Annen niye tek ki baban kardeşin yok mu? Ali başını önüne eğdi ve titreyen sesiyle Mehmet Amcaya cevap verdi.
-Kardeşimi çok küçükken zatüreden kaybettik babamı da dört yıl önce kanserden kaybettik.
Mehmet Amca hem kardeş hem de baba acısını yaşamış bu gence bakıp iç geçirdi. Ali’de farklı bir şeyler gördü. Kendisine iyi gelebilecek farklı şeyler… Ardından o dost elini Ali’nin omzuna koyarak
-Üzülme, annen eminim ki çok güçlü bir kadın. Hem evlat acısını hem de eş acısını yaşamış ama yılmamış senin için hayata tutunmuş. Böyle güçlü insanlar bunu gibi dertler de alışır. Hem dediğim gibi arada annen sana gelir sen annene gidersin sonuçta aynı topraklar üzerinde yaşıyorsunuz kavuşmanız o kadar zor değil be evlat. Seni düşünen arkandan ağlayan bir annen var en azından. Bir de bana bak hayat her şeyimi elimde aldı. Ana-baba-eş-evlat… Her şeyimi… Sen yine şanslısın ya benim gibi olsaydın o zaman ne yapacaktın? Diye Ali’yi teselli etmeye çalışıyordu. Ama Ali’de merak duyguları daha da pekişiyordu. Ali içinden:
-Bu gizemli adamın içinde ne vardı? Bu kadar ne acı çekmiş olabilirdi? Diye geçiriyordu ve bunu öğrenmek için
-E Mehmet Amca birazda sen kendinden bahset hep ben konuştum.
-Benimki uzun hikaye evlat boş ver.
-(gülerek) Mehmet Amca yolumuz da uzun bu uzun yola uzun bir hikaye yakışır. Hem sen dememiş miydin yol daha çok uzun anlatırım diye anlat işte!
Birbirlerine öyle ısınmışlardı ki sanki bir saat önce değil de uzun yıllardan beri birbirlerini tanıyorlardı. İkisi de hayatlarında eksik giden şeyleri bulmuşlardı. Belki de bu samimiyet bu sıcaklık ondandı. Mehmet Amca Ali de oğlunu Ali de Mehmet Amca da babasını bulmuştu sanki. Mehmet Amca Ali’nin o ısrarlı bakışlarına dayanamayıp kendinden bahsetmeye başladı.
-Evet evlat madem merak ediyorsun anlatayım o zaman. Ben asker emeklisiyim. Daha doğrusu istifa ettim. Askerlik, vatana hizmet etmek benim için bir yaşam tarzı vazgeçemeyeceğim alışkanlık gibi bir işti. Ama yaşadıklarımdan sonra devam etmeye gücüm yetmedi. Ailemi, birçok silah arkadaşımı kaybettikten sonra dayanamayıp istifa ettim.
Göreve çok büyük bir heyecanla başlamıştım. Vatana hizmet etmek benim için çok güzel bir şeydi. Uzun yıllar yurt dışında görev aldım. En son yurt dışı görev yerim de Bulgaristan’dı. Bilirsin bir dönem Bulgaristan karışıktı. Pek çok insan özellikle Türkler acımasızca katlediliyordu. Genç yaşlı çocuk demeden sırf birilerinin insan öldürme hevesi yüzünden öldürülüyordu. İşte o dönemde gizli görev için Bulgaristan’a gönderildik. Yanımda da dokuz kişiyle kardeşim dediğim dostum dediğim dokuz silah arkadaşımla.
Ali Mehmet Amca’yı öyle dinliyordu ki gözünü bile kırpmadan heyecanlı ve meraklı bir biçimde Mehmet Amca’ya bakıyordu. Mehmet Amca arada iç çekip sözlerine devam ediyordu.
-Görevimiz Bulgaristan’da yaşayan Türklere yardım etmekti. Onları güvenli bir biçimde Türkiye’ye getirmekti. Hepsi değilse bile bir kısmını. O an bir insanı bile kurtarmak bize öyle güzel geliyordu ki anlatılamaz. Çünkü o insanların çektiği acıları görünce onlardan birini bile kurtarmak bizim için büyük bir mutluluk, büyük bir başarıydı. Bir insan bir insana o zulümleri nasıl yapar düşündükçe aklım hala almıyor. Onlara nasıl dayanıyorduk bilmiyorum.
Ali merakla araya girip sordu:
-Neler yapıyorlardı?
-Neler mi? Vahşi bir hayvan bile o kadar canavarlaşamaz. Kocasının önünde karısına tecavüz eden insan müsveddesi onlara insan demek bile insanlığa büyük bir hakarettir. Yaptığı hayvanlık yetmiyormuş gibi bunu kocasına zorla izleten şerefsizler. Adam gördüğü manzaraya dayanamıyor gözlerini kapatıyor. Şerefsizler gözlerini açtıramayınca göz kapaklarını kesiyorlar.
Mehmet amca bunları anlatırken kendini öyle sıkıyor ki sanki o anı bir daha yaşıyor gibiydi. Devam ederek:
-hamile kadınları diri diri kesip karnındaki çocuklarını çıkartıp ayaklarının altında ezen canavarlar. Erkekleri soyup kaynar sularla yakan zalim köpekler sonra yanmış insanların üzerine vahşi köpekleri salan insafsızlar. Daha başka erkekleri zincirlerle bağlayıp elektrik veren pislikler ellerine ampul veriyorlar ampul yanana kadar elektrik veriyorlar ve böyle daha bir sürü işkenceler…
Ali duydukları karşısında kanı çekilmişti. İçinden
- Gerçekten bu adam bunları yaşamış mıydı? Gerçekten insanlar bu kadar zalimleşebilirler miydi? Eğer bu adam bunları yaşamışsa nasıl hala sağlam kalabilmiş diye düşünüyordu.
Mehmet amca hala anlattıklarının etkisindeydi. Sanki hala o anı yaşıyordu. Ellerini öylesine sıkıyordu ki o an elim içinde olsaydı parmaklarım kırılırdı. Öfke ve kin dolu gözlerini bir an kapattı. Sonra derin bir nefes aldı ve kendini toparlamaya çalıştı. Ali gördüğü manzara karşısında korktu ve Mehmet Amcanın gözlerine bakıp:
-İstersen devam etme kötü oluyorsun
-Yok evlat yok. İyiyim ben anlatmak içimdekileri dökmek iyi geliyor. Anlatırsam rahatlarım dedi ve devam etti.
-Neyse böyle bir vaziyetin içinden çıktık ama darmadağın olarak
-Nasıl yani?
-Nasılı şöyle. Bir gün kararlaştırdık bütün planları her şeyi ayarladık. İnsanlara işkence yaptıkları yere saldıracak ve o insanları kurtaracaktık. Ama her şey istediğimiz gibi olmadı. İlk başta her şey istediğimiz gibi gidiyordu. İnsanların tutulduğu yere kadar kimselere görünmeden başarılı bir biçimde geldik. İnsanlara işkence yapılan yerin önüne geldiğimizde kulaklarımızı yırtan çığlıklar gelmeye başlamıştı. Herkes kendini sıkıyor o vahşeti işleyen zalimlerin tepesine çökmek için sabırsızlanıyordu. Kapıdaki nöbetçilerin işlerini bitirip içeri girdik. İçeride beş altı kişi insanlara öyle işkenceler yapıyorlardı ki aklın hayalin durur. Neyse ki onların işleri de ses seda çıkmadan halloldu. Sıra insanları oradan sağ salim çıkarmaya gelmişti. Zavallıların hareket edecek halleri bile yoktu. Sırtlayıp bazılarını çıkardık bazılarıysa çektikleri işkenceler karşısında dayanamamışlardı. Sağ kalanları hızlı ve plan dahilinde çıkartıyorduk. Kurtuluş için geçilmesi gereken tek yer vardı. O da işkence edilen yerin arka tarafında 200 metre ilerisindeki mayın tarlasıydı. Oradan kurtulmak için tek çaremiz o mayın tarlasından geçmekti. Çünkü nöbetçilerin olmadığı tek yer orasıydı. Mayın tarlası olduğu için nöbetçilerin konulmasına gerek duyulmamıştı. Askerlerin çoğunluğu kampın ön tarafında yerleşmişlerdi. Bunu da daha önce gözlemlediğimiz için biliyorduk ve orayı kullanmaya karar vermiştik. Çok dikkatli ve hızlı olmamız gerekiyordu. Her şey tam planladığız gibi gidiyordu ki Levent’in en son yaptığı hata bütün her şeyi mahvetmişti. Kurtardığımız insanları neyse ki arabalara bindirip göndermiştik. İnsanları kurtardıktan sonra cephanelerini patlatacaktık ki savunmasız kalsınlar. En son cephanelerini de patlattık ama biz de patladık. Cephanenin etrafına bombaları yerleştirdikten sonra biz de mayın tarlasından geçiyorduk ki Levent mayına bastı. Herkesin kanı birden çekildi. Put kesilmiştik. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Levent:
-Gidin buradan diye bağırmaya başladı. Bırakamazdık. Onu öyle ölüme terk edip gidemezdik.
Herkes:
-Hayır! Olmaz diye bağırmaya başladı.
-Olmaz seni böyle bırakıp gidemeyiz. Levent ise:
-Gidin diyorum size. Gidin buradan siz uzaklaşınca ben önce uzaktan kumandayla cephaneyi o müthiş patlamayı gördükten sonra da kendimi… Hepimiz:
-Olmaz seni kurtarmadan gitmeyiz diyorduk. Levent ise ısrarla
-O anı gördükten sonra ölsem de gam yemem diyordu. Hem bu ölüm ölümlerin en güzeli hepimiz bunun için yaşamadık mı? İşte benin sıram geldi.
Hepimiz donup kalmıştık. Nasıl olacaktı? Onu orada bırakıp nasıl gidecektik. Ama mecburduk da çünkü kampta hareketlenmeler başlamıştı. Kampa girdiğimiz anlamışlardı. Bunun üzerine Levent:
-Hadi… dedi.
-Hadi çabuk gidin buradan ben onları oyalarım çabuk çabuk gidin diyorum size diye bağırmaya başladı. İşte o an hepimiz kendimize geldik. Hiçbirimiz onu orada bırakmak istemiyorduk ama mecburduk. Görevimiz tamamen bitmemişti. İçimiz kan ağlaya ağlaya Levent’i orada ölüme bıraktık. Biz giderken Levent avazı çıktığı adar bağırıyordu.
-Gelin lan şerefsizler, gelin, hepiniz gelin diye. Ardından inanılmaz bir gürültü koptu. Hiçbirimiz dönüp arkamıza bakmaya cesaret edemedik. Acaba Levent miydi yoksa döşediğimiz bomba mı diye düşündük hepimiz. Sonunda dönüp arkama baktım. İçimiz bir nebze olsun rahatlamıştı. Levent değildi cephanenin etrafına yerleştirdiğimiz bombalar yeri göğü delercesine patlamıştı. Ama biraz sonra duyduğumuz silah sesleri ve arkasından gelen patlama sesi işte o ses bir silah arkadaşımı daha benden almıştı. Levent bize doğru koşan askerleri engellemek için önce silahla karşılık verdi. Vurulmuştu ayakta duracak gücü kalmamıştı askerler biraz daha yaklaşınca ayağını mayından kaldırdı. İşte o an tarifi imkansız bir felaketti. Kardeşim bizi kurtarmak için o şerefsizleri de kendini de ölüme bıraktı. Kendisine doğru gelenlerin çoğu ölmüştü birkaçı da yaralanmıştı. İşte o an çıldırdım yaralananları da dönüp ben vurdum. Bu tarifi imkansız bir acı evlat. Kardeşimiz gözlerimizin önünde şehit oldu. Ama bir mezarı bile olmadan işte en acı veren yanı da bu dedi ve daha fazla dayanamayıp küçük bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Ali Mehmet amcayı soluksuz dinliyor ve duydukları karşısında kanı çekiliyordu. Kendi kendine de şu soruyu tekrarlayıp duruyordu.
-Bu adam bu acıya nasıl dayanmış diyordu. Ama onu hala sağlam dimdik görünce de hayranlığını gizleyemiyordu. Sonra Mehmet Amcanın o halini görünce elini tutup:
-Tamam Mehmet Amca anlatma artık bak çok fena oldun. Pişman oldum sorduğuma. Ne olur toparla artık kendini diye tesellilerde bulunuyordu. Mehmet Amca ise elinin üzerine konan bu dost elini tutup
-Yok evlat anlatmam lazım. Bu güne kadar hep içimde tuttum. İçimde hep bir çıban gibi büyüdü. Artık bu irini akıtmam lazım diyordu. Ardından kendisini biraz daha toparlayıp devam etti.
-Son patlama ile hepimiz beynimizden vurulmuşa döndük. Ama toparlamalı ve oradan bir an önce gitmeliydik. Ama hiç kimse yerinden oynamıyor herkes aynı yere bakıyordu. Evet hepimiz Levent’in bulunduğu yere bakıyorduk. Kardeşimiz paramparça olmuştu. Allah’ım ne dayanılmaz bir acıydı o. Sonra kendimiz toparladık ve içimiz kan ağlaya ağlaya gittik oradan. Görevimiz daha bitmemişti. O zavallı insanları güvenilir bir biçimde Türkiye’ye getirecektik. O zavallıları getirdik de ama arkamızda nice masum insanların naaşını ve Levent’in naşını bırakıp getirdik. İşte bu hepimiz için çok acıydı hem de tarifi edilemez bir acı. Bu yetmemiş gibi Türkiye’ye geldikten sonra kara bir haber beni bekliyordu. Ali endişe ve merak dolu gözlerle bakarak sordu:
-Ne bekliyordu?
-Karım ve çocuğum evde çıkan yangında hayatlarını kaybetmişlerdi. Duyduğumda dünyam başıma yıkıldı. O an ölmek tek arzumdu ama yapamadım. Allah’ın verdiği canı kendim alamadım. Allah’a dua ettim Rabbim bana sabır ve dayanma gücü ver diye sabahlara kadar dua ettim. Eşim ve çocuğumdan sonra psikolojik olarak tamamen çöküntü yaşadım, mesleğe devam edemedim ve istifa ettim. Bir süre destek aldım. Allah’a şükürler olsun ki o badireleri atlattım şimdi tam olmasa da eskiye göre daha iyiyim. İşte evlat benim hikayem de böyle deyip derin bir nefes aldı.
Ali karşısında duran, bu kadar acı çekmesine rağmen hala sağlam durabilen ihtiyar delikanlıya baktı. Yüzüne baktıkça sevgisi, saygısı daha da artıyordu. Ardından sordu:
-Mehmet Amca bu kadar acıya nasıl dayandın?
- Dayanılıyor evlat. Allah’a sığındım, dayanma gücü diledim, sabır diledim Rabbim yüzüme güldü onca acıya rağmen dik durabileceğim gücü bana verdi çok şükür.
-Mehmet Amca adın gibi yiğit ve mert bir adamsın iyi ki seni tanımışım.
-Sen de Ali oğlum sen de en az benim kadar mertsin. Ben de iyi ki seni tanımışım.
Ali Mehmet Amca’nın gözlerine bakarak:
-Bir gün evlenirsem oğlum olursa adını Mehmet koyacağım. İnşallah adı gibi senin gibi mert bir insan olur. İşte o an Mehmet amca duygu fırtınasını yaşıyordu. Ali’ye bakarak
- Ama babana saygısızlık olmaz mı? Niçin babanın adını vermiyorsun?
-Babam seni görseydi, tanısaydı şu yaşadıklarını bilseydi eminim benim bu kararımı gururla destekledi. Senin gibi mert bir insanın adını verdiğim için çok sevinirdi. Buna emin ol Mehmet Amca. O an Mehmet Amca Ali’de uzun yıllar önce kaybettiği oğlunu gördü ve Ali’yi kendi oğlunun yerine koydu.
*****
Muhabbet böyle uzadı gitti. Artık Mardin’e çok az kalmıştı. Birazdan Mardin otogarında olacaklardı. Arkadan muavinin sesi geldi.
-Evet, sayın yolcularımız Mardin’e hoş geldiniz. Kapılar açıldı ve herkes yavaş yavaş inmeye başladı. Bu iki arkadaş da arabadan indiler. Birbirlerine öyle alışmışlardı ki ayrılmak istemediler. Söze başlayan yine Mehmet Amca oldu:
-Evet, evlat bu birliktelik de buraya kadarmış yine ayrılık zamanı. Bak bu benim adresim altına da telefonumu yazdım bir şeye ihtiyacın olursa muhakkak beni ara sana bir baba gibi yardım edeceğimden hiç kuşkun olmasın ve Ali’nin kafasını okşadı.
Ali de ayrılık hüznü ile sarılmış sesiyle
-Sağ ol Mehmet amca kendine çok iyi bak dedi ve ellerinden öptü.
İşte iki arkadaş da bu şekilde ayrıldılar ve kendilerine çizilmiş yollarına gittiler.
*****
Ali Mardin’e indiğinden beri heyecanı telaşı daha da artmıştı. Mehmet amcadan ayrıldıktan sonra etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Hiç tanımadığı bir yer hiç tanımadığı insanlar ve hiç tanımadığı adetler. Nasıl yapacaktı? Alışabilecek miydi? Yine derin düşüncelere dalmıştı. Ama kendini toparlamak zorundaydı başka çaresi yoktu ve derin bir nefes aldı. Kafasını kaldırdı bir asker edasıyla dimdik gayet cesur bir tavırla
-Hoş bulduk Mardin. Bakalım hayatıma neler katacaksın ya da hayatımdan neler götüreceksin işte bunu yaşayıp göreceğiz dedi ve gideceği ilçenin arabalarını bulmak için etrafına bakındı. Birden aklına annesi geldi. İnince beni mutlaka ara diye sıkı sıkı tembih etmişti. Arabalardan önce gözleri bir telefon kulübesini aradı. Aradığını çok geçmeden de buldu. Hemen telefon kulübesine gitti ve evin numarasını çevirmeye başladı. Heyecanlandı. Çünkü annesinin sesini duyacaktı. Acaba hala ağlıyor mudur diye düşündü. Ama çok geçmeden karşıdan bir ses geldi. İşte Ali’nin duymak istediği ses buydu. Annesi:
-Alo diye hala buruk bir ses tonuyla cevap verdi. Ali heyecanla
-Alo anne benim. Emine teyze Ali’nin sesini duyunca sevinçle
-Alo Ali oğlum sen misin?
-Evet, anne benim
-Oh! Çok şükür oğlum! Nasılsın vardın mı?
-Vardım anne şimdi indim. Bir arayayım dedim sen nasılsın bir arayayım dedim. Hala ağlamıyorsun değil mi?
Ağlamasına rağmen
-Yok, oğlum ağlamıyorum. Hem niye ağlayayım Allah’ıma çok şükür oğlum aslanım öğretmen olmuş şimdi de görev yapacağı yerde bu gurur verici bir şey. Hem boş ver sen şimdi beni de sen de bakalım yolculuğun nasıl geçti? Gece uyuyabildin mi? Diye sorular sormaya başlamıştı. Ali de
-Yolculuk gayet güzeldi. Gece pek uyuyamadım ama yolculuk çok güzeldi.
-Niye uyumadın oğlum? Hem ne oldu da o kadar güzel geçti.
-Birlikte geldiğimiz bir adam vardı adı Mehmet öyle tuhaf bir insan ki anlatamam. İnsanı konuşmalarıyla bakışlarıyla öyle etkiliyor ki. Yol boyunca muhabbet ettik ikimizde adam gibi uyumadık. O kendinden bahsetti yaşadıklarından ben de bizden bahsettim yol boyunca konuştuk durduk. Zaman nasıl geçmiş anlamadık bir de baktık Mardin’deyiz.
-Nasıl bir adamdı o kadar anlatıyorsun ki hemen güvenmeseydin.
-Yok, anne onda farklı bir şeyler vardı insana güven veren babacan bir yönü vardı. Anlattıkları, yaşadıkları beni öyle etkiledi ki kötü biri olduğunu hiç zannetmem çünkü çok samimi ve çok içtendi.
-Neyse oğlum sen iyi diyorsan iyidir.
-Eee sen nasılsın ne yapıyorsun Fatma Teyze, Cemal onlar nasıllar?
-Ben de iyiyim oğlum Fatma Teyzenle oturuyorduk bu gece bizde kaldılar. Beni yalnız bırakmak istemediler sağ olsunlar. Cemal de dışarı çıkmıştı gelir birazdan.
-İyi anne çok iyi Fatma teyzeme de çok selam söyle Cemal kardeşime de
-Dur Fatma teyzene vereyim de konuş
-İyi ver bakalım. Emine teyze telefonu arkadaşına uzattı ve
-Fatma al Ali senle konuşacak dedi ve Fatma teyze yerinden doğruldu ve telefonu aldı.
-Alo Ali, olum nasılsın?
-İyiyim teyzem sen nasılsın
- Ben de iyiyim oğlum biz de bu gece burada kaldık. Arkadaşımla eski günleri, senin çocukluğunu, Cemalle yaptığınız haylazlıkları, babanı konuştuk hem güldük hem ağladık. Ali gülerek:
-İyi yapmışsınız. Cemal nasıl?
- O da iyi oğlum. Dışarı çıkmıştı gelir birazdan.
-İyi gelince selam söylersin.
-Olur oğlum söylerim.
Ali gideceği ilçenin adını duydu. Bineceği arabanın muavini:
-Araba kalkıyor. Kızıltepe yolcusu kalmasın diye bağırıyordu. Ali hemen
-Teyze benin arabam kalkıyor. Hadi kendine çok iyi bak Cemal kardeşime de çok selam söyle.
-Tamam, oğlum söylerim al annene veriyorum diyerek telefonu arkadaşına uzattı.
-Alo oğlum gidiyor musun ilçeye?
-Evet anne araba şimdi kalkıyor. Hadi anne kendine çok iyi bak ben ilçeye gidince de ararım tamam mı?
-Tamam oğlum Allah’a emanet ol dikkatli ol kendine iyi bak tamam mı?
-Tamam anne sen de dedi ve telefonu kapattı. Muavin tekrar bağırıyordu.
-Kızıltepe yolcusu kalmasın.
Ali valizlerini arabanın yanına yavaş yavaş taşıyordu muavin
-Kızıltepe mi abi?
-Evet
-Yardım edeyim
-Sağ olun. Muavin valizlerini yerleştirdi sonra da arabaya bindiler Ali’ye oturacağı yeri göstererek
-Şöyle geçin abi
-Sağ olun
Ali arabaya bindiğinde dışarıdan geldiğini herkes anlamış ve Ali’yi tepeden tırnağa şöyle bir süzmüşlerdi. Ali bu bakışları anladı ve etrafına hiç bakmadan muavinin gösterdiği yere oturdu. Araba hareket etmişti. Ali pencereden dışarıya bakarak etrafı gözlemliyordu. Dışarısı iki renkle kaplıydı sarı ve mavi yeşilliğe dair bir şey yoktu. Her yer sapsarı uçsuz bucaksız bir ova, her yer dümdüz arada bir iki ağaç çıkıyordu. Göze farklı gelen tek şey bu yalnız gelen ağaçlardı. Yol böyle uzadı gitti. Kızıltepe’ye varmışlardı arabadan inince muavine dönüp:
-Ben Damlalı Köyü’ne gidecektim. Nasıl gidebilirim diye sordu. Muavin damlalı Köyünü duyunca kafasını kaldırıp Ali’ye bir baktı ve sordu:
- Damlalı Köyü mü ne yapacaksın orda?
-Ben öğretmenim tayinim oraya çıktı. Muavin karşısında duran daha hayatının baharında olan genç delikanlıya acıyan gözlerle baktı. Ali bu bakıştan hiç hoşlanmamıştı. Muavine meraklı gözlerle bakarak
-Niye öyle baktın diye sordu.
-Hiç abi. Demek öğretmensin ha! Demek tayinin Damlalı Köyüne çıktı.
-Evet de ne var bunda öyle bir soruyorsun ki sanki cehenneme gideceğim.
-Abi korkutmak gibi olmasın ama orası cehennemden farksız değil. Buranın en pis en lanet insanları oradandır. Ne insan bililer ne hayvan nerde bir pis iş var orada Damlalı Köyünden bir insan var. yazık sana daha çok gençsin orada o insanlarla nasıl baş edeceksin. Bana soracak olursan yol yakınken dön git buradan. Bak şu ilerdeki arabalar Mardin’e gider arkana bakmada bin git.
Ali duyduklarından korkmuştu. Ama bir o kadar da kızmıştı.
-Ne diyorsun sen ne gitmesi benim hiçbir yere gittiğim falan yok. Sen diyecek misin şu arabalar nerden kalkar? Muavin ısrarla devam etti.
-Abi ne diyorum ben sana kendini mahvetme. Yazık sana hiç bulaşma oraya bin git diyorum sana.
Ali kızan gözlerle bakarak
-Tamam sana soranda kabahat ben bulurum. Muavin hala aynı ısrarını sürdürerek
-Yapma abi…
Muavin öyle ısrar ediyordu ki Ali telaşını, korkusunu, merakını saklayamıyordu. Muavine dönüp
-Bana bak ben devletin bir memuruyum, kim ne yapabilir ki diye kendine devleti güvence alıyordu. Muavin ise Ali’yi alaya alarak:
-Memuru ha… O köy ne memurlar yuttu haberin var mı senin? Kaç öğretmen kaç doktor gitti biliyor musun sen? Sonra devlet diyorsun o insanlar devletmiş kanunmuş, memurmuş, bilmezler haberi olsun. Ama yine de sen bilirsin be diyeceğimi dedim kararı sana kalmış bunlardan sonra ille de gideceğim dersen arabaları bak şu ilerden kalkıyor diye işaret etti.
-Tamam sağ ol dedi.
Ali dönüp muavinin işaret ettiği yere baktı. Telaşından mıdır nedir baktığı yer Ali’ye öyle ürpertici geldi ki anlatamam. Sonra yavaş yavaş adımlarla arabalara doğru yanaştı. Gitmek istemiyor gibiydi. Buraya gelmeden önce ve o aptal muavin o sözleri söylemeden önce böyle bir hisse kapılmamıştı. Hiç böyle telaşlanmamıştı. Ama kararlıydı. Toparladı kendisini önünde ölüm olsa bile gidecekti. Buraya kadar gelmişken geri dönmek Ali’ye göre değildi. Cesaretini topladı ve bir babayiğit gibi ilerledi. Arabaya bindi. Bindiği manzara karşısında muavine hak verdi. Arabadakiler öyle baktılar ki Ali’yi gözleri ile yediler. Aralarında yabancı bir simaya alışkın olmadıklarından mıdır yoksa istemediklerinden midir bilmem muavinin dediği gibi o cehenneme gidene kadar Ali’ye dikkatle baktılar. İşin ilginç yanı tek kelime bile konuşmadan bir insana bu kadar düşmanca bakılabilir miydi? Nihayet o rahatsız eden bakışlardan kurtulmuştu. Köye varmışlardı. Araba köyün kahvesinin önüne gelince herkes inmeye başladı. İnsanlar arabadan inerken Ali şaşkınlığını gideremedi. Arabadan inen herkesin belinde bir silah gördü. Bu insanlar niye silah taşıyorlar diye düşünmeden edemedi. Sonra şoförün sesi geldi.
-Son durak birader insene
Ses öyle heybetliydi ki Ali birden irkildi. Şoföre bir baktı siyah bir ten, simsiyah kaşlar ve gözleri içinde bir nefret vardı. Kurbanını öldürmek için hazır bir cellat gibi bakıyordu. Ali hemen indi arabadan iner inmez araba geldiği yolu tuttu. Arkasından öylece baktı. Başına geleceklerden habersiz öylece baktı. Bilseydi belki de hiç gelmezdi. Muavinin sözlerini dinlemediği için acaba pişman olacak mıydı?
Kahvenin önüne geldi ve insanlara baktı. Şoförde gördüğü yüz ifadesi hepsinde vardı. Hatta bazıları daha dehşet vericiydi. Kahvenin en başında bir adam dikkatini çekti. Bakışlarıyla oturuşuyla insanlara dehşet saçan, insana bir nebze dahi olsun güven vermeyen elli elli beş yaşlarında esmer, hafif göbekli, orta boylu bir insan… Buralarda, her ne kadar ağalık sistemi kaldırılmış olsa da bir ağa bulunurdu. İnsanları sömüren ilklerine kadar kurutan zalim acımasız bir ağa… Ali adamı görünce de kesinlikle buranın ağa dedikleri zalimi bu canavar kılıklı heriftir diye içinden geçirdi. Sonra meraklı bakışları daha fazla meraklandırmamak için
-Selamünaleyküm ağalar dedi. Sanki herkes sağır ve dilsizmiş gibi kimse bir hareket göstermeden tek bir cevap dahi vermeden tabiri cairse mal gibi Ali’ye bakmaya devam ettiler. İkinci hamle yine Ali’den geldi.
-Ben bu köyün yeni öğretmeniyim. Adım Ali dedi.
Öğretmen lafını duyan herkes dönüp aynı noktaya baktı. O dehşet saçan canavara. İşte bu sefer üçüncü hamle karşıdan geldi. Ama hiç istenmedik bir simadan o canavardan gelmişti. Mahmut ağa ise şaşkın bakışlarla Ali’ye bakıp
-Demek öğretmensin ha!
-Evet! Öğretmenim
-Hoş gelmişsen o zaman köyümüze öğretmen bey diye ekledi. Ali de:
-Hoş bulduk dedi.
-Nerden geldin? Kaç yaşındasın? Diye sorular sorarak adeta kurbanını tanımaya çalışıyordu. Ali ise hemen sorulan bu sorulara bir anlam veremedi ve ağanın ona sorduğu soruları yanıtlamaya başladı.
-Bursa’dan geldim ve yirmi iki yaşındayım dedi.
-Demek Bursa’dan geldin ve yirmi iki yaşındasın ha!
-Evet
-(kafasını sallayarak) Çok güzel! Gel buyur otur şöyle. Bir çayımızı iç
Ağa avına yavaş yavaş sokulan bir aslanın sinsiliği ile Ali’ ye öyle sokuluyordu. Ali ise bu durumdan hiç memnun değildi. Tedirgin olduğunu hissettirmeden sakince gidip oturdu. Ağa ise kahveciye çay emrini verdi. Ve sözlerine kendini tanıtmayla devam etti.
-Ben de bu köyün bu civarın ağasıyım. Mahmut ağa
-Memnun oldum Mahmut Bey. Mahmut ağa sert bir bakış atarak
- Bey değil ağa. Ali ise
-Ağa mı?
-Evet ağa
-Ağalık sisteminin kaldırıldığı çok oluyor.
-Burada kaldırılmadı ama. Mahmut ağa bunları söylerken bakışları daha da sertti. Ali bu ilk konuşmanın sert bir şekilde gitmesini istemediği için
-Peki Mahmut ağa dedi. Mahmut ağa o bakışını bir nebze azaltıp
-Ha şöyle. Bak öğretmen biz öyle şehirli ağızlarıyla konuşmayı bilmeyiz. Beymiş paşaymış anlamayız biz. Bizim tek bildiğimiz şey ağadır bunu da iyi belle. Ali aynı kararlılıkla peki dedi. Çünkü ilk konuşmadan tartışma çıksın istemiyordu ve onaylamakla yetindi. Ardından Mahmut ağa kahveciye dönüp:
-Lan! Osman nerde kaldı şu bizim çaylar diye kükredi. Kahveci Osman ürkek bir ses tonuyla
-Geliyo ağam diyebildi ve hemen çayları getirdi. Ağa ve Ali çaylarını içmeye başladılar. Onlar konuşurlarken herkes dikkat kesilmiş onları izliyorlardı. Özellikle Ali’nin sözlerini dikkatle dinliyorlardı. Mahmur ağa Ali’ye:
-Demek yirmi iki yaşındasın ha!
-Evet dedi. Mahmut ağa Ali’ye öyle manalı bakıyordu ki Ali bu bakışın altında ne var acaba diye düşünmeden edemiyordu. Aslında bakışlarından her şey anlaşılıyordu ama Ali artık dönüşü olmayan bir yola girmişti. Bu işten ya alnını akıyla çıkacaktı ya da bu yolda ölecekti. Mahmut ağa aynı bakışlarını devam ettirerek
-Çok da gençmişsin dedi. Devem ederek sen şimdi buraya okulu açmaya mı geldin? Çocukları okutmaya mı geldin?
-Evet
-Demek öyle. Bak öğretmen bu meseleler biraz karışıktır sen var bu akşam bize misafir ol ben de sana bu karışık işleri uzun uzun anlatayım. Sonra da efendi gibi gidersin buradan.
Ali’nin bu davet altındaki tehdit hiç hoşuna gitmemişti. Ali bu daveti geri çevirmek istedi. Çünkü Mahmut ağa o kadar soğuk insanın içini ürperten bir yapısı vardı ki akşam evine misafir olmayı bırak kahvede bile oturdukları o iki dakikayı bile istemiyordu. Bir an düşündü sonuçta bu civarın en güçlü ismiydi. Belki konuşsalar o karışık konu dediği ki Ali bunu az çok anlamıştı meseleyi konuşup ikna edebilirdi bunu düşündü ve ağanın davetini kabul etti.
-Tamam dedi. Ağa yanında duran adama dönüp:
-Var git evdekilere haber ver. Akşam misafirimiz var hazırlık yapsınlar.
Adam emri alır almaz fişek gibi eve gitti. Daha doğrusu konağa… Konağa varınca evin hanımı Zeliş anaya ağanın dediklerini iletti.
Zeliş ana elli yaşında tombul yanaklı, hafif kilolu, insana baktığında insanın içini ısıtan, güleç yüzlü, herkesin sevip saydığı, herkesin ana diye hitap ettiği biriydi. Ağanı eşi olmasın rağmen hiç kibirli değildi. Aksine gayet alçak gönüllü insanları seven, dertlerini dinleyen, insanları anlayan bir insandı. Ağanın haberini alınca kızı Zülal ve evdeki diğer çalışanlarla işe koyuldu.
Zülal ise yirmi yaşında zayıf, uzun boylu, ela gözlü, uzun kirpikli, çıkık elmacık kemikleriyle estetik bir yapısı vardı. Uzun ince parmakları ellerini daha da narin kılıyordu. Her zaman gözlerinde bir parıltı, gülüşünde bakışında bir içtenlik hakimdi. Dürüst çalışkan akıllı biri ama biraz utangaçtı.
Zeliş ana ve Zülal hiç Mahmut ağa gibi değillerdi. Zeliş ana her seferinde kocasının yaptığı yanlışlıkları uyarırdı ama Mahmut ağa karısının sözlerine kulak vermezdi. Karısını çok seviyordu ama parayı, gücü, itibarı en az karısı kadar seviyordu. Hep güçlü olmak ister herkesin üzerinde bir baskı kurmak isterdi.
Zeliş ana ve Zülal mutfağa girip yemek işine koyuldular. Zeliş ana o kadar güzel yemek yapar ki yiyen herkes bayılırdı. Bildiklerinin hepsini kızına da öğretmişti. Zülal her konuda olduğu gibi güzel yemek yapma konusunda da annesine çekmişti. Annesinin her öğrettiğini dikkatle dinliyor ve her yaptığını dikkatle gözlüyordu. Ardından o narin parmakları ile enfes tatlar ortaya çıkartıyordu. Annesi kızını izlerken hem gururlanıyor hem de içi gidiyordu. Zülal evin tek kızıydı. Tek kız olduğu için annesi onun üzerine titriyordu. Gözünden bile sakınıyordu.
Artık hava kararmaya başlamıştı. Mahmut ağa oğulları ve Ali evin yolunu tuttular. Ali istemeye istemeye gitmesine rağmen içinde çok güzel bir his vardı. Konağa geldiler arabadan indiler ve içeriye girdiler. Ali konağın o ihtişamını görünce hayran kaldı. Konak o kadar güzeldi ki gözlerini alamıyordu. Ağa Ali’ye bakıp:
-Ne o öğretmen bey gözünü alamadın.
-Gerçekten harika bir konak
- Eee güzel olacak tabi nihayetinde ağanın konağı diye pis pis sırıtıyordu. Ali iğrenç bir gülme olsa dahi ağanın yüzünde ilk defa böyle bir irade gördü.
-Buradan öğretmen bey diye ağanın küçük oğlu yol gösteriyordu. Ağanın üç oğlu bir kızı vardı. En büyükleri Servet ortanca oğul Sedat küçük oğlansa Emir ve en küçükleri Zülaldi. Çocukların hepsi huy olarak babalarına benziyorlardı. Hepsinin kaşları çatık hepsinde ürkütücü bakışlar ve heybetli duruşlar vardı. Belki de babalarından sebep bu kadar korkunçlardı. Ne de olsa o civarın eb heybetli insanın çocuklarıydılar. Belki de sert olmasalar bile sert durmaya çalışıyorlardı. Ama hepsinin Zülal’e ayrı bir sevgileri ayrı bir şefkatleri vardı. Hepside Zülal’i korur ve gözlerinden bile sakınırlardı. Zülal de ağabeylerine karşı sonsuz bir sevgi ve saygı taşırdı. Kardeşler birbirlerine çok bağlıydılar.
Ali Emir’in gösterdiği tarafa yöneldi. Geniş bir salona girdiler. Evin içi eski kilimler, bakır çanaklar, bakır vazolarla kaplıydı. Adeta bir müzeyi andırıyordu. Hepsinin duruş yeri o kadar güzel yerleştirilmişti ki sanki bir dekorizasyoncunun eli değmişti. Salonun ortasında büyük bir masa, masanın üzerinde de iştahları kabartan enfes yemekler vardı. Et yemekleri, köfteler,tatlılar….daha bir sürü çeşit . sanki eve çok önemli bir misafir gelmiş gibi donatılmış bir masa. Ali bir an
-acaba bu insanlar sandığım gibi korkunç değiller mi? Baksana bu kadar güzel bir sofra anca çok önemli çok değerli bir insan için hazırlanır. İstemedikleri bir kişi için bu kadar gösterişli bir masa kurulmaz ki diye düşünüyordu. Sonra:
- Belki de Mahmut ağa sandığım gibi korkunç bir insan değildir. Hem öyle olsaydı benim için bu kadar güzel bir sofra hazırlatmazdı ki. Diye düşünüyordu. Ama bilmiyordu ki bu sofra her akşam aynı ihtişamıyla kurulur. Yani Ali’ye özel bir şey yoktu ortada sıradan bir günmüş gibiydi tek fark sofraya koyulan fazladan bir tabaktı.
Zeliş ana gelen misafirin yanına gidip içten ve samimi bir dille
-Hoş geldin oğlum. Ali’nin bu içtenlik öyle hoşuna gitmişti ki
- Düşüncelerimde yanılıyorum galiba diye kendini avutuyordu. Sonra
-Hoş bulduk efendim diye Zeliş ananın ellerinden öptü. Ardından herkes sofraya oturmuştu. Mahmut ağa sofranın başköşesine kurulmuş karısı Zeliş ana da sağ tarafına oturmuştu. Büyük oğlu babasının tam karşısına diğer iki çocuk da karşılıklı oturdular. Ali ise Zeliş ananın karşısına oturdu. Sofrada yerine oturmayan tek kişi Zülal’di. O da annesinin sesiyle birazdan tam olurdu. Ardından Zeliş ana kafasını çevirip Zülal’in geleceği kapıya doğru
-Zülal kızım getir çorbayı hadi!
Zülal annesinin emrini hemen yerine getirerek içeriye girdiler. Önünde evin çalışanlarından Fatma vardı. Elinde sürahi ile içeriye girmişti o da Zülal ise çorba kasesiyle Fatma’nın arkasından geliyordu. İçeri girdiğinde Ali önce Zülal’i görmedi. O anda Zeliş anaya bakıyordu. Zülal içeri girdi ve herkes bir an ona baktı. Annesi, babası, ağabeyleri ve Ali …İşte o ana olan oldu. Ali karşısında gördüğü o güzellik karşısında büyülenmişti adeta. Zülal hiç kafasını kaldırmadan geldi ve kaseyi masanın üzerine koydu. Ali hala Zülal’e bakıyordu. Bu zayıf, uzun boylu, narin yapılı ve insanı güzelliği ile büyüleyen kız Ali’yi öyle etkilemişti ki… Bu etkilenme Zülal içinde çok fazla sürmedi. Kafasını kaldırıp Ali’ye baktığında Ali’den pek farsız değildi. Karşısında oturan bir kızı rahatlıkla kendine aşık edebilecek derecede yakışıklı, oturuşuyla, bakışlarıyla tam bir beyefendi olan Ali’yi görünce Zülal’de Ali gibi bir büyüye kapılmıştı. Ama bu rüyadan çıkmaları çok uzun sürmedi. Fatma içeriye girmişti ve çorbaları koyma işi Zülal’e kalmıştı. Bunun üzerine annesi:
-Ne duruyorsun kızım koysana çorbaları?
Zülal kendini toparlatıp hemen annesinin dediğini yaptı. Bir tabağı doldurup her akşam yaptığı gibi babasına uzattı. Babasıysa:
-Önce misafirimize ver kızım dedi.
Zülal babasının bu sözü üzerine kafasını Ali’ye çevirip o büyülü gözlere bir daha baktı. Sonra gözlerini kaçırtıp çorba tabağını uzattı. Ali ise kendisine uzatılan elin sahibinin gözlerine bir daha bakmak istedi ama Zülal gözlerini çoktan kaçırtmıştı. Sadece tabağı almakla yetindi. Eli boşalan Zülal heyecanını belli etmek istemediği için çabuk çabuk diğer tabaklara çorbaları koydu ve sahiplerine uzattı. Sonra mutfağa girdi. İçeriye bir daha girmek istemiyordu girerse ailesi bu hayranlığını, bu heyecanını anlayacaklarmış gibi korkuyordu. Ama annesinin sesi üzerine içeriye tekrar girdi ve yerine oturdu. Ali çaprazında kalıyordu. Kafasını kaldırıp babasına bile bakamıyordu. Babasına balsa Ali ile göz göze gelecekti ve bundan çok korkuyordu. Ama o büyüleyici gözlere bir daha bakmak istiyordu. Yemek boyunca kafasını hiç kaldırmadan sofrada oturdu. Heyecanını, hayranlığını saklamak için büyük bir mücadele verdi. Ama kazandı da neyse ki yemek bitti herkes yavaş yavaş kalkıp koltuklara oturdular. Sofrayı toplama işi evdeki yardımcılara ve Zülal’e kaldı. Zülal sofrayı toplarken annesi:
-Kızım onları götür de sonra bir kahve yap tamam mı? Zülal kısık bir sesle sadece
-Tamam diyebildi.
Ardından Zeliş ana da koltuktaki yerini aldı ve Zülal de sofrayı toplamaya devam etti. Ali koltuğa oturduğundan masa tam karşısında kalıyordu ve Zülal’i görüyordu. Zülal tabakları içeri götürürken kafasını bir an kaldırdı ve ali’nin kendisine baktığını gördü utancından hemen kafasını eğdi ve mutfağa geçti. Mutfağa geçince yardımcılar:
-Ne oldu Zülal yanakların kıpkırmızı olmuş?
-Yok bir şey çok sıcak ondandır dedi. Hiçbir şey yokmuş gibi kahveleri pişirmeye koyuldu. Kahveleri pişirdi ama içeriye kendisi götürmedi. Yardımcılardan Fatma’ya kahve tepsisini uzattı.
-Al bunları içeriye götür dedi
Fatma kahve tepsisini alıp içeriye girdi. Ali içeriye giren kişiyi bir an Zülal sandı. Ama gördüğü kişi görmek istediği kişi değildi. Fatma kahveleri dağıtıp mutfağa geri döndü. Bir an bekledi belki gelir diye ama Zülal içeriye girmedi. Giremezdi de zaten. Oralarda evlilik çağına gelmiş bir kızın eve gelen bir misafirle aynı yerde oturması pek doğru bir şey değildi. Aslında aynı sofrada bile yemek yemesi de olmazdı ama Mahmut ağa kızının sofrasında yemek yemesini isterdi. Kim gelirse gelsin ailesinden herkesin sofrasında olmasını isterdi. Ama misafirin hele ki yabancı bir yerden gelmiş birini yanına gidip de oturmak olmazdı. Mahmut ağa yavaştan konuya girmeye başladı.
-Evet öğretmen bey nasıl beğendin mi yemekleri?
-Allah bin bereket versin gerçekten hepsi harikaydı. Zeliş ana söze girerek
-Afiyet olsun oğlum dedi ve Mahmut ağa sözlerine devam etti.
-Bak öğretmen bey buralara kadar öğretmenlik yapmaya gelmişsin ama boşu boşuna zahmet etmişsin. Burada ne okul vardır ne de okula gidecek talebe seni boşuna yormuşlar buralara kadar. Bu akşam bizim misafirimizsin ama yarın geldiğin gibi gidersin
-Gitmek mi?
-Evet gidersin
-Ben hiç gitmeyi düşünmedim
-Tamam işte düşün. Ali gitme fikrini ısrarla direten, o kalın kaşlarını çatmış, gözleri yiyecekmiş gibi bakan adama sakin ve uysal bir biçimde cevap verdi.
-Öncelikle beni bu akşam misafir ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Ama gitme işine gidince o olmaz ben mesleğini deli gibi seven bir insanım böyle sudan sebeplerle gitmeyi aklımın ucundan bile geçirmem. El birliği verirsek okulumuz da olur talebelerimiz de. Anladığım kadarıyla siz buranın en kudretli insanısınız. Aslında bu benim için çok büyük bir şans. Çünkü sizin de yardımınızla bu köye öyle güzel okul yaparız ki… Mahmut ağa kendisinden yardım isteyen gence bakıp pis pis sırıtarak.
-Demek benim yardımımla ha! Yardım etmek istediğimi kim söyledi? Okulmuş hıh! Bu insanlar okul nedir okumak nedir bilmezler bu cahillere bir şey veremezsin kendini boşuna yormuş olursun iyisi mi yarın sen git buradan
-Gitme işini aklından çıkar Mahmut ağa benim bir yere gittiğim yok. Hem bu insanlar cahilse ben onları eğitmek onlara bir şeyler kazandırmak için geldim. Onları bu cehaletten de kurtarmadan da gitmem. Hem siz bu kadar niye karşısınız onu da anlamış değilim. Mahmut ağanın ses tonu gittikçe sertleşiyordu.
-Bak öğretmen bu köyde bir düzen vardır. Herkes buna uyar kimse çocuğunu okula göndermez. Boşuna konuşuyorsun.
-Ne imiş o düzen? Yoksa sizin koyduğunuz katı kurallar mı bu düzen diye bahsettiğiniz şey? Hem nerden biliyorsunuz kimsenin çocuğunu okula göndermeyeceğini? Kim istemez çocuğunun okuyup adam olmasını? Mahmut ağa sesini tamamen kalınlaştırdı ve devam etti.
-Evet benim koyduğum kurallar. Bu köyde ben ne dersem o olur. Bu köyü karıştırmadan gideceksin
Ali karşısında duran bu inatçı, zalim, para, güç ve kudretten başka bir şeyden anlamayan adamı ikna edemeyeceğini anladı ve daha fazla uzatmadan ayağa kalktı.
-Sizinle anlaşamayacağız buraya gelirken belki bana yardım edersiniz umuduyla gelmiştim ama sandığım gibi olmadı. Ben size boşuna konuşuyorum. Gitme işine gelince unutun onu. (Ardından) Beni bu akşam buyur ettiğiniz için çok teşekkür ederim ama daha fazla burada kalmam anlamsız olur. Allah rahatlık versin dedi ve konaktan çıktı. Mahmut ağa ise kendisine karşı gelen bu delikanlıya bakıp
-Gitme bakalım. Bakalım ne kadar durabileceksin. Senin de sonun diğerleri gibi olacak dedi.
Zeliş ana kocasının bu hareketlerine ve sözlerine karşı öfkeyle bakmakla yetindi. Bir şey diyemedi. Kocasının bu kadar zalim olması, insanları ezmesi, para ve güçten başka bir şey düşünmemesi o kadar sinirine dokunuyordu ki… Çocukları ise babalarını karşısında hazır ol vaziyetinde babalarının ağızlarından çıkacak emri bekliyorlardı adeta. Zülal ise mutfakta konuşulanları dinliyor ve duydukları karşısında içi acıyordu. Babasının o kadar katı olmasını o da annesi gibi istemiyordu. Hem de Ali ile babasının bu tartışmayı yapmaları da ayrı bir acı veriyordu.
Ali ise öfkeyle kendini konaktan dışarıya attı. O kadar sinirliydi ki nereye gittiğini bile bilmiyordu. Bilmediği, tanımadığı bir yerde gecenin o zifiri karanlığında şuursuzca ilerliyordu. Sonra durup kendine geldi.
-Ben nereye gidiyorum ya? Ne yapacağım şimdi nereye gideceğim?
Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Karanlıktan hiçbir yeri seçemiyordu. Nerden geldiğini bile bilmiyordu. Bereket ki ileri de bir ışık gördü ve ışığa doğru ilerlemeye başladı. Burası ağanın o ihtişamlı konağının yanın da yıkık dökük bir yerdi. Bırakın bir insanı hayvan bile zor yaşardı. Kapıyı çalıp çalmamakla bir an tereddüt etti. Belki de içeride kimse yoktu. Olsa bile ne diyecekti. Gecenin bu saatinde hiç tanımadığı bir insana ne diyecekti. Ama mecburdu o kapıyı çalmaya kendini bir kapana kısılmış gibi hissediyordu. Hiç bilmediği bir yerde hem de gecenin bir yarısında tek başınaydı. Ve tek bir ışık gördü. Acaba o ışık yolunu aydınlatacak mıydı? Cesaretini topladı ve kapıyı çaldı. Bir müddet bekledi ve içeriden gayri ihtiyari bir ses geldi.
-Kim o? Ali bu soru karşısında öylece kaldı. Ne diyecekti şimdi? Düşündü ve
- Bir tanrı misafiri kapıyı açar mısınız?
Adam aldığı cevap karşısında merakla ve usulca kapıyı açtı. Kapıyı açan meraklı gözlerle Ali’ye baktı. Ali bakışlarından anlamıştı. Kim bu adam gecenin bu saatinde kapıma dikilmiş ne istiyor diye düşünüyordur kesin diye Ali içinden geçirdi. Adamın merakını daha da arttırmadan Ali konuşmaya başladı.
-Gece gece sizi rahatsız ettim. Kusura bakmayın ama gidecek başka bir yer bulamadım. Adam Ali’nin bu sözlerine daha da meraklanıyor merakının yanında da telaşlanıyordu. Yaşlı adam daha fazla dayanamayıp sordu.
-Buyur oğlum ne istersin. Hayırdır. Kimsin nerden gelirsin?
-Efendim ben bu köyün öğretmeniyim. Bu gün geldim köye adım Ali. İnanın bana çok müşkül durumdayım. Bu kadar zor durumda olmasaydım sizi bu saatte rahatsız etmezdim.
Ali de babası gibi kendini milletine adamış bir öğretmen olacaktı. Bu gün okulun son günü… Ali artık öğretmen… Bu gün diplomasını alıyor. Emine Teyze her sabah yaptığı gibi bu sabah da erkenden kalkıp namazını kıldı kahvaltıyı hazırladı ve Ali'yi kaldırmaya gitti.
-Ali, oğlu hadi kalk! Bugün diplomanı alıyorsun geç kalacaksın törene.
Ali annesinin her sabah bu şekilde kaldırması çok hoşuna gittiği için kendini biraz naza çekiyordu. Annesi tekrar
-Oğlum hadi kalk kahvaltı hazır, çayını da doldurdum sıcak sıcak ...
Ali de
-Tamam anaların en güzeli sen beni kaldırmaya gelirsinde Ali'm dersinde ben kalkmaz mıyım? Dedi annesini yanaklarından öptü.
Ali kalkıp kahvaltısını yaptı ve yeni aldığı takımını giyip annesinin karşısına geçti.
-Anacığım nasıl? Olmuş mu?
-Olmaz olur mu oğlum. Benim biricik aslan oğluma ne giyerse yakışır. Aslanım...
-İyi bak anne bu gün bu aslan diplomasını alıyor. Bu gün bu aslan öğretmenliğe ilk adımını
-He oğlum çok şükür Allah'ıma bana bu günleri yaşattı ya çok şükür... deyip ağlamaya başladı. Nasıl ağlamasın ki gözünün nuru, biricik oğlu, Ali'si göğsünü kabartmış, gururların en güzelini yaşatmıştı.
Ali annesini ağlarken görünce hemen yanına gidip:
-Annecim niye ağlıyorsun. Gül, gurur duy oğlunla. Niye ağlıyorsun?
-Sevinçten oğlum sevinçten... Gurur duymaz olur muyum aslan oğlum benim... Ben ağlıyorsam mutluluktandır. Sen bakma bana. Hadi geç kalacaksın yürü bakalım deyip okuluna uğurladı.
Emine Teyze oğlunu uğurlarken bir yandan gururlanıyor bir yandan içi gidiyordu. Çünkü oğlunu o törende yalnız bırakmak istemiyordu ama yaşlılığının getirdiği hastalıklar belini büküyordu. Okula gidecek kadar derman bırakmıyordu bu lanet olası hastalık. Ali ise mutluluktan kabına sığamıyordu heyecanlıydı. Aynı zaman da gururlu... yolda bir çocuk senliği edasıyla okulun yolunu tuttu.Nihayet okula gelmişti.Bütün arkadaşları da okulda heyecanlı , gözlerinde birer parıltı ve aynı zamanda sabırsızlıkla bekliyorlardı.Nihayet okulun rektörü kürsüye çıktı ve kısa bir konuşma yaptı.Konuşmanın ardından diploma töreni başladı.Dereceye girenlerin adları okundu.İsimler okundukça ali'nin heyecanı kat be kat artmaya başlamıştı ve ismini duyduğunda heyecanı tavan yapmıştı.Ardından büyük bir heyecan büyük bir gururla kürsüye çıktı ve diplomasını aldı.Hayatında belki de kendisiyle bu kadar gurur duymamıştı. Böylelikle diploma töreni de bitti. Arkasından arkadaşlar birbirlerini tebrik ettiler, konuştular, vedalaştılar ve herkes aynı gururla dağıldılar.
Ali evin yolunu tuttu. Giderken aklına bir fikir geldi. Annesine bir şaka yapma fikri ...Eve vardı ve kapıyı çaldı.Annesi oğlu olduğunu bildiği için bir heyecan bir merakla kapıyı açtı.Ama karşılaştığı manzara karşısında şaşırdı.Ali'yi morali bozuk öyle kederli bir halde görünce merakı daha da artmıştı.Oğluna :
-Ne oldu oğlum ne bu halin?
Ali üstlendiği rolün tam hakkını vererek
-Yok bir şey anne canım sıkkın işte
-Hayırdır oğlum canını sıkan nedir? Bu gün senin mutlu olman gerekirken niye moralin bozuk?
-Boş ver anneciğim konuşmak istemiyorum.
Annesi daha çok meraklanıyor oğlunun bu hale gelmesini sebebini bir an önce öğrenmek istiyordu. Çünkü onu bu halde görmeye dayanamıyordu ve tekrar sordu.
-Söylesene oğlum annene derdini iyice meraklandırdın beni. Okulda mı bir şey oldu?
-Ya tamam... Ben okulda derece beklerken dereceye girememişim bırak derece yapmayı ilk ona bile girememişim ona canım sıkıldı. Ben senin eline birincilik diplomasını vermek istiyordum ama yapamadım. Ona canım sıkkın işte.
-Eh be oğlum beni de önemli bir şey var sanıp meraklandırdın. Bu mu derdin? Boş ver ben seninle her zaman gurur duyuyorum. Birinci olsan da sonuncu olsan da sen benim gönlümün biricisisin. Diyerek oğlunu teselli etmeye çalıştı. Ali annesine gülerek dönüp
-Anne gerçekten üzülmedin mi? Diye sorunca annesi:
-Yok be deli oğlan niye üzüleyim. Dedim ya ben seninle hep gurur duyuyorum.
Ali oynadığı oyun yolunda gitmeyince tekrar aynı hali aldı. Annesi tekrar bu hali aldığını görünce sordu:
-Yine ne odu?
-Tüh be! Anne sana şaka yapıyordum ama sen oyunumu bozdun.
-Ne şakasıymış öyle...
-Okulu birincilikle bitirdim. Sana şaka yapacaktım dereceye girmedim diye ama sen üzülmedin. Ardından güleç bir tavırla
-Niye üzülmedin sen diye annesine takıldı. Annesi oğlunun birincilikle bitirdiğini duyunca sevinçten yere göğe sığamadı. Oğlunun yanaklarından ve alnından öptü.
-Aslan oğlum benin demek okulu birincilikle bitirdin ha! Ali de:
-Evet anneciğim karşında okulunu birincilikle bitirmiş bir öğretmen duruyor. İyi bak bu senin eserin diyerek annesinin ellerinden öptü.
Emine Teyze artık bu manzaraya daha fazla dayanamamıştı. Seviçten gururdan yanaklarından aşağıya inci taneleri sel olup akmıştı.
-Keşke... dedi.
-Keşke babanda bu günleri görseydi. Keşke...
Ali'de duygulanarak
-Keşke görseydi ama kısmet değilmiş. Ama ben biliyorum beni, seni, başarımızı, mutluluğumuzu, derdimizi bir yerlerden mutlaka görüyor. O da bizimle sevinip bizimle üzülüyor ben inanıyorum. Diyerek annesini teselli etmeye çalıştı.
*****
Günler böylelikle birbirini kovalatıp durdu. Artık sıra Ali'nin ilk görev yerini öğrenmeye gelmişti. Heyecanlıydı ve meraklı... Acaba ilk görev yeri neresi çıkacaktı. Acaba gideceği yer, insanları ve öğrencileri nasıldı. Bunları düşündükçe heyecanı ve merakı daha da artıyordu.
Nihayet o gün gelip çatmıştı. Tayini Mardin'e çıkmıştı. Mardin'in Kızıltepe İlçesi Damlalı Köyü'ne çıkmıştı. Hem sevindi hem endişelendi. İki duyguyu bir arada yaşıyordu. Sevinmesinin sebebi tam anlamıyla öğretmedi. Öğrencileri, okulu merak edip kendi kendine hayaller kuruyordu. Hayalini kurdukça da mutlu oluyordu. Endişesinin sebebi ise doğuda okul, okumak okutmak gibi kavramlara pek değer verilmiyordu. Özellikle kız çocuklarına. Ya söylenenler gibi halk öğretmene, okula, devlete karşı soğuklarsa Ali o zaman ne yapacaktı? Bunlara karşı halkın oluşturduğu buzları Ali nasıl eritecekti. Sürekli bunları düşünüp durdu. Onu büyük bir mücadele bekliyordu. İşte endişesi de bundandı. Ama karalıydı karşılaştığı her zorluğa göğüs gerecek hiçbir zaman pes etmeyecekti. İşte günlerdir düşündüğü şeyleri sorduğu soruların cevaplarını almak için az bir zamanı kalmıştı. Yarından sonra bu düşüncelerini belki yaşayacaktı hem de en kötüsüyle belki de yaşamayacaktı aksine düşündüğü şeylerin tam tersi olacaktı. Kim bilir?... İşte bunu zaman gösterecekti.
*****
Evet artık Ali'nin hayatını değiştirecek o gün gelip çattı. Heyecan, mutluluk, endişe gibi bütün duygular Ali de bir araya gelmişti. Annesi her sabahki gibi bu sabah da erkenden kalktı. Ama ayrı bir hüzün ayrı bir burukluk vardı. Nasıl olmasın ki biricik oğlu bu gün gidiyordu. Artık sabahları oğlunu o kaldırmayacaktı, kahvaltısını o hazırlamayacaktı, her sabah uyandırırken yanaklarından öpemeyecekti. Bunları düşündükçe üzüntüsü daha da artıyordu. Üzülüyordu ama üzüldüğünü oğluna hissettirmeyecekti. Ama ne kadar bunu başarabilirdi ki
Ali ilk defa annesi uyandırmadan kendisi kalkmıştı. Zaten birinin kaldırmasına gerek yoktu. Çünkü bütün gece gözüne uyku girmemişti. Gece boyunca yatakta dönüp durdu. Sabahı güç bela etti. Artık daha fazla dayanamayıp oturma odasına geçti. Annesi de namazını bitirmiş dua ediyordu. Duasını bitirip Ali'ye baktı ve :
-Hayırdır oğlum sen böyle erken kalkmazsın erkeni bırak seni uyandırana kadar göbeğim çatlardı. Ne oldu da bu kadar erken kalktın dedi.
Bunları söylerken aslında cevabını çok iyi biliyordu. Biliyordu ama sıradan bir günmüş gibi davranmaya çalışıyordu. Kendisini ağlamamak için anca böyle durdurmaya çalışıyordu. Ali ise hüzün dolu bir sesle annesine cevap verdi.
-Uyku tutmadı. Bütün gece döndüm durdum. En iyisi kalkayım dedim. Annesi de :
-Ah be oğlum bu gün yola çıkacaksın ne diye uyumazsın ki
Ali annesinin son sözlerini hiç duymadı ve yüzüne bakarak
-Gelmemekte ısrarlı mısın hala
-Evet. Benden bunu isteme oğlum. Ben kasabayı, bu evi bırakıp da oralara gelemem sana bunu defalarca söyledim. Bir daha söyleyeyim
-Ama anne...
-Dur. Sözümü kesme. Biz babanla bu kasabada tanıştık. En güzel günlerimizi burada yaşadık. Ben bu eve gelin geldim, sen bu evde doğdun. Hayatımda güzelliğe dair ne varsa hepsini burada yaşadım.Bir teki hariç o da babanı bu evde kaybettim.Baban sanki her akşam yine bu eve gelecekmiş gibi hissederken bu evi kapatıp gidemem.Anla beni oğlum .Anla daha da ısrar etme.
-Peki tamam sen nasıl istersen. Israr etmiyorum.
-Hem arada gelirim oraya. Tatillerde sen gelirsin, mektup yazarım. Sıkma canını hem kendini hem de beni üzme.
-(Tebessümle) Bak çok kendini böyle üzersen seni de göndermem oralara
Ali de aynı tebessümle
-Tamam annem tamam
-Neyse sabah sabah çok gevezelik ettik. Az daha konuşursak cidden gidemeyeceksin. Çünkü otobüsü kaçıracaksın. Ben kalkıp da kahvaltını hazırlayayım dedi ve ağladığını belli ettirmeden mutfağa girdi. Emine Teyze sofrayı kurmuş Ali'yi çağırdı.
-Ali kahvaltı hazır oğlum hadi gel
Ali mutfağa girdiğinde masanın o muhteşem halini görünce iştahı yerine geldi. Sofrada yok yoktu. Emine Teyze oğluna sevdiği her şeyi hazırlamıştı.
-Anne bu ne güzel bir sofra bir tek kuş sütü eksik
Annesi:
- Tebessümle kuş sütümüz yok ama inek sütümüz var doldurayım mı?
İkisi de birbirlerine bakıp gülmeye başladılar.
-Demek inek sütü ha doldur bakalım anaların bir tanesi
O muhteşem kahvaltıyı yaptıktan sonra evde yine hazan rüzgarları esmeye başladı. Artık zamanı gelmişti. Artık zaman ayrılık zamanıydı. Emine Teyze ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Ama nafile gözyaşları yanaklarından birer ikişer inmeye başlamıştı. Ali annesinin bu halini görünce ağlamamak için kendini sıkıyordu. İçinden erkek adam ağlamaz diyerek güç bulmaya çalışıyordu.
Annesi hemen tembihlere başladı.
-Aman oğlum oralar soğuk olur kazaklarını valizin altına koydum, sıkı giyin sakın üşütme, sonra güzel yemek ye ben sana yolluk hazırladım arabada acıkırsan yesin ha sonra oralarda sakın herkese güvenme her dediklerine inanma, varınca beni muhakkak ara emi benim aslan oğlum
Annesi Ali'yi küçük bir çocuğa tembihlerde bulunurmuş gibi tembihlerde bulunuyordu. Ama Ali bu ülkenin genç kuşaklarını yetiştirecek bir öğretmendi. Annesinin dediklerini bilmiyor muydu sanki biliyordu. Ama yine de annesinin dediklerini
-Tamam anne unutmam, tamam anne yaparım... diye cevaplıyordu.
Emine Teyze:
-Eh hadi bakalım yolculuk zamanı. Gel benim aslan oğlum diyerek oğluna sımsıkı sarıldı. Artık o an Ali de kendini tutamadı. Erkek adam ağlamaz sözü Ali'ye öyle saçma geliyordu ki kendini bırakıp doya doya ağladı hem de küçük bir çocuk gibi. Ayrılmaları öyle zor oldu ki ayrılmayı kendileri beceremediler. Onları ayıran Emine Teyzenin kadim dostu Fatma Teyze ile Ali'yi otogara götürecek olan taksi şoförü oldu. Fatma Teyze:
-Hadi Emine geç kalacak oğlan. Ali'ye de dönüp:
-Hadi Ali oğlum sende diye zor ayırdı. Taksi şoförü de:
-Hadi abi geç kalacağız diye aralarına bir kara bulut gibi giriyordu. Ali Fatma Teyzeye dönüp:
-Fatma teze hakkını helal et. Annemin öz kardeşi değilsin ama öz teyzem olsan anca bu kadar severdim diyerek ellerinden öptü ve tekrar:
-Annem önce Allah'a sonra size emanet ben yokken annemi yalnız bırakmayın. Cemal özellikle sen, ben yokken arada annemi ziyaret et bilirsin seni ben gibi sever evlat sevgisini sende devam ettirsin.
Cemal:
-Ne demek kardeşim senin gözün arkada kalmasın sen anneni, buraları merak etme annen benim öz annem. Anneme gösterdiğim saygıyı sevgiyi Emine Teyzeme de göstereceğimden hiç kuşkun olmasın. Asıl sen kendine dikkat et .(gülerek) Unutma bizi oralarda dedi.
-Unutmak mı insan kardeşini hiç unutur mu? Diyerek iki çocukluk arkadaşı, iki kardeş vedalaştılar. Ali dönüp annesine bir daha sarıldı o mübarek ellerinden bir daha öptü ve taksiye binip yavaş yavaş uzaklaştı. Araba gittikçe Emine Teyzenin yüreğinden parçalar koptu. Sanki olacakları sezmiş gibi:
-Gitme. Gitme oğlum diye arkasından koşmak onu durdurmak istedi ama yapamadı. Sadece ağladı ağladı ağladı. Fatma Teyze ile Cemal teselli etmeye çalıştılar ama nafile hiçbir söz hiçbir cümle o an yaşadığı acıyı teselli edemezdi.
Ali de annesinden farsız sayılmazdı. Ağlamamak için dişlerini sıkıyor dudaklarını ısırıp duruyor elleri parmakları ile oynuyordu. Bu halde otogara geldi.
*****
Otogar ana baba günü gibiydi. Herkes birilerini uğurlamaya gelmişti. Ali etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Bir tarafta iki sevgili, bir tarafta ana-oğul, bir tarafta abi-kardeş vedalaşıyorlardı. Çocuğunu askere gönderen aileler, sevgilisini göreve gönderen sevgililer, arkadaşını memleketine uğurlayan kişiler… Herkesin bir yolcusu her yolcunun bir acısı vardı. Ali kendini biraz daha toparladı ve onu sonsuzluğa götürecek arabaya bindi. Biletine baktı. Bileti 13 numaralı koltuğu gösteriyordu. Koltuğunu bulup oturdu. Sonra derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi ciğerlerinde hissetti. Ardından:
-Evet… dedi.
-Evet! Artık başlıyoruz dedi. Ama hala içine oturan bir şeyler vardı.
-Mardin nasıl bir şehirsin sen? Beni niye böyle telaşlandırıyorsun? Ne var sende? Diye içine oturmayan şeyi bulmaya çalışıyordu. Nihayet onu bir an olsun bu düşüncelerden kurtaracak olan bir ses geldi. Ali kafasını kaldırıp sesin sahibine baktı. Karşısında 60 yaşlarında uzun boylu yaşına rağmen hala dinç duran bir adam gördü. Adamın sert bir duruşu olmasına rağmen yüzünde insana huzur veren bir tebessüm vardı. Adam aynı tebessümle Ali’ye bakarak:
-Selam evlat 14 numara burası mı?
Ali o dalgın halinden çıktı ve kendini toparlayarak
-Evet amca burası
-Sağ ol evlat dedi ve yerine oturdu.
*****
Mehmet amca asker emeklisi biriydi. Hayatında görmediği acı yoktu. Çektiği onca acıya rağmen hayatta kalabilen nadir insanlardandı. Bazen yaşadıklarını düşündükçe nasıl hala sağlam kaldığına kendisi bile hayret ediyordu. Hani insan hayattan her darbeyi alırda kendisini yaşamaya, insanlara kapatır ya! İşte Mehmet amca aldığı darbelere rağmen kendini kapatmamış aksine hayata daha sıkı bağlanmış. İnadına inadına yaşamış.
*****
Mehmet amca yerine oturup derin bir nefes aldı. Sonra Ali’ye dönüp baktı. Yaşadığı tecrübelerden insanları artık o kadar iyi analiz edebiliyordu ki Ali’yi de bir çırpıda tahlil etti. Sonra ufaktan muhabbeti kurmaya başladı.
-E evlat yolculuk ne tarafa diye sordu.
-Mardin
-Askerlik mi yoksa…
-Yok öğretmenim ben tayinim Mardin’e çıktı.
-Hııı demek öğretmensin ne güzel
-Adın ne peki?
-Ali. Ya sizin
-Ben de Mehmet
-Memnun oldum Mehmet Amca. Ya sizin yolculuk ne tarafa
-Ben de Mardin’e gidiyorum.
-Eş dost ziyareti mi?
-Yok ata toprağı. Ben aslen Mardinliyim. Ata toprağına yerleşmeye gidiyorum.
-Tek misiniz? Eşiniz çocuklarınız yok mu?
Mehmet amca bir an durdu. Derin bir iç çektikten sonra üzüntüsünü tebessümü ile kapatarak
-Yok evlat dedi.
Ali yanlış bir şey sorduğunu anladı. Bu atmış yaşındaki insana huzur veren bir tebessümü olan bu insanın neden birden böyle bir hal aldığını merak etti ve sormaması gereken bir soruyu sorduğunu da anlayarak pişman oldu. Ama merakı daha ağır basmıştı ve çekinerek:
-Yanlış bir şey sordum galiba
Mehmet amca bu çekingen bir çocuk edasıyla kendisine bakan genci görünce kendisinde uzun yıllar hissetmediği ve unuttuğu duyguları yeniden hatırlatır gibi oldu.
-Yok dedi sen yanlış bir şey sormadın den bazı şeyleri unutmuşum sadece bana onları hatırlattın dedi.
Ali tekrar meraklı gözlerle bakıp içinden:
-Neyi unutmuş olabilir ki diye düşündü. Mehmet amca edindiği tecrübelerden Ali’nin gözlerindeki merak duygusunu anladı ve ardından
- (Tebessümle) Neyi unuttuğumu mu merak ediyorsun yol daha çok uzun anlatırım dedi.
İkisi de susup bir an etrafına bakındılar. Otobüs artık tamamen dolmuştu. Şoför de muavin de yerlerini almışlardı. Şoför arabayı çalıştırıp kapıları kapattı. İnsanlar arabanın etrafında kendi akrabalarının kendi yolcularının bulunduğu koltuklardaki pencerelerin yanına yaklaşmışlardı. Araba hareket etmeye başladıkça birer ikişer camlardan uzaklaşmaya ve el sallayıp ağlamaya başlamışlardı. Araba uzaklaştıkça son bir defa görürüm belki diye daha dikkatli bakmalar gelmişti ardında. Araba tamamen otogardan çıtı ve Mardin yolculuğu tamamen başlamıştı. Herkeste bir burukluk, bir üzüntü vardı. Hatta özlem… Kimse daha bulundukları durumdan çıkamamıştı. Herkeste bir dalgınlık vardı daha.
Ali ise pencereden dışarı bakıp annesini düşünüyordu. Annesi acaba nasıldı? Çok ağlıyor muydu? Annesini öyle bırakmak o kadar zor geliyordu ki bunu anlatmak bana da zor geliyor. Kendi kendine
-Bensiz ne yapacaksın? Nasıl dayanacaksın? İnat etmeseydin de benimle gelseydin beni de kendini de bu kadar üzmeseydin olmaz mıydı? Ama sen de haklısın… Ardından
-Allah’ım bana da anneme de sabır ve dayanma gücü ver ya Rabbim diye dua ediyordu. Ali’yi düşüncelerinden alıkoyan yine aynı sesti.
-Ne oldu evlat daldın gittin. Yoksa sevdiğini mi düşünüyorsun?
-Yok Mehmet Amca annemi düşünüyordum. Şimdi acaba ne yapıyordur? Çok ağlıyor mudur? Diye Mehmet amcaya içini döktü. Mehmet amca da Ali’ye tebessümle bakarak ve bir dost edasıyla
-Üzülme alışır annen hem dünyanın bir ucuna gitmiyorsun ya o sana gelir sen ona gidersin
-Sahi alışır mı dersin Mehmet Amca?
-Alışır tabi. Hem insan dünyada neler alışmıyor ki buna da alışır elbet
-İnşallah Mehmet Amca inşallah diye dua etti. Ardından
-Tek olmasaydı alışması daha kolay olurdu. Mehmet Amca şaşkın ve meraklı gözlerle bakıp sordu:
-Annen niye tek ki baban kardeşin yok mu? Ali başını önüne eğdi ve titreyen sesiyle Mehmet Amcaya cevap verdi.
-Kardeşimi çok küçükken zatüreden kaybettik babamı da dört yıl önce kanserden kaybettik.
Mehmet Amca hem kardeş hem de baba acısını yaşamış bu gence bakıp iç geçirdi. Ali’de farklı bir şeyler gördü. Kendisine iyi gelebilecek farklı şeyler… Ardından o dost elini Ali’nin omzuna koyarak
-Üzülme, annen eminim ki çok güçlü bir kadın. Hem evlat acısını hem de eş acısını yaşamış ama yılmamış senin için hayata tutunmuş. Böyle güçlü insanlar bunu gibi dertler de alışır. Hem dediğim gibi arada annen sana gelir sen annene gidersin sonuçta aynı topraklar üzerinde yaşıyorsunuz kavuşmanız o kadar zor değil be evlat. Seni düşünen arkandan ağlayan bir annen var en azından. Bir de bana bak hayat her şeyimi elimde aldı. Ana-baba-eş-evlat… Her şeyimi… Sen yine şanslısın ya benim gibi olsaydın o zaman ne yapacaktın? Diye Ali’yi teselli etmeye çalışıyordu. Ama Ali’de merak duyguları daha da pekişiyordu. Ali içinden:
-Bu gizemli adamın içinde ne vardı? Bu kadar ne acı çekmiş olabilirdi? Diye geçiriyordu ve bunu öğrenmek için
-E Mehmet Amca birazda sen kendinden bahset hep ben konuştum.
-Benimki uzun hikaye evlat boş ver.
-(gülerek) Mehmet Amca yolumuz da uzun bu uzun yola uzun bir hikaye yakışır. Hem sen dememiş miydin yol daha çok uzun anlatırım diye anlat işte!
Birbirlerine öyle ısınmışlardı ki sanki bir saat önce değil de uzun yıllardan beri birbirlerini tanıyorlardı. İkisi de hayatlarında eksik giden şeyleri bulmuşlardı. Belki de bu samimiyet bu sıcaklık ondandı. Mehmet Amca Ali de oğlunu Ali de Mehmet Amca da babasını bulmuştu sanki. Mehmet Amca Ali’nin o ısrarlı bakışlarına dayanamayıp kendinden bahsetmeye başladı.
-Evet evlat madem merak ediyorsun anlatayım o zaman. Ben asker emeklisiyim. Daha doğrusu istifa ettim. Askerlik, vatana hizmet etmek benim için bir yaşam tarzı vazgeçemeyeceğim alışkanlık gibi bir işti. Ama yaşadıklarımdan sonra devam etmeye gücüm yetmedi. Ailemi, birçok silah arkadaşımı kaybettikten sonra dayanamayıp istifa ettim.
Göreve çok büyük bir heyecanla başlamıştım. Vatana hizmet etmek benim için çok güzel bir şeydi. Uzun yıllar yurt dışında görev aldım. En son yurt dışı görev yerim de Bulgaristan’dı. Bilirsin bir dönem Bulgaristan karışıktı. Pek çok insan özellikle Türkler acımasızca katlediliyordu. Genç yaşlı çocuk demeden sırf birilerinin insan öldürme hevesi yüzünden öldürülüyordu. İşte o dönemde gizli görev için Bulgaristan’a gönderildik. Yanımda da dokuz kişiyle kardeşim dediğim dostum dediğim dokuz silah arkadaşımla.
Ali Mehmet Amca’yı öyle dinliyordu ki gözünü bile kırpmadan heyecanlı ve meraklı bir biçimde Mehmet Amca’ya bakıyordu. Mehmet Amca arada iç çekip sözlerine devam ediyordu.
-Görevimiz Bulgaristan’da yaşayan Türklere yardım etmekti. Onları güvenli bir biçimde Türkiye’ye getirmekti. Hepsi değilse bile bir kısmını. O an bir insanı bile kurtarmak bize öyle güzel geliyordu ki anlatılamaz. Çünkü o insanların çektiği acıları görünce onlardan birini bile kurtarmak bizim için büyük bir mutluluk, büyük bir başarıydı. Bir insan bir insana o zulümleri nasıl yapar düşündükçe aklım hala almıyor. Onlara nasıl dayanıyorduk bilmiyorum.
Ali merakla araya girip sordu:
-Neler yapıyorlardı?
-Neler mi? Vahşi bir hayvan bile o kadar canavarlaşamaz. Kocasının önünde karısına tecavüz eden insan müsveddesi onlara insan demek bile insanlığa büyük bir hakarettir. Yaptığı hayvanlık yetmiyormuş gibi bunu kocasına zorla izleten şerefsizler. Adam gördüğü manzaraya dayanamıyor gözlerini kapatıyor. Şerefsizler gözlerini açtıramayınca göz kapaklarını kesiyorlar.
Mehmet amca bunları anlatırken kendini öyle sıkıyor ki sanki o anı bir daha yaşıyor gibiydi. Devam ederek:
-hamile kadınları diri diri kesip karnındaki çocuklarını çıkartıp ayaklarının altında ezen canavarlar. Erkekleri soyup kaynar sularla yakan zalim köpekler sonra yanmış insanların üzerine vahşi köpekleri salan insafsızlar. Daha başka erkekleri zincirlerle bağlayıp elektrik veren pislikler ellerine ampul veriyorlar ampul yanana kadar elektrik veriyorlar ve böyle daha bir sürü işkenceler…
Ali duydukları karşısında kanı çekilmişti. İçinden
- Gerçekten bu adam bunları yaşamış mıydı? Gerçekten insanlar bu kadar zalimleşebilirler miydi? Eğer bu adam bunları yaşamışsa nasıl hala sağlam kalabilmiş diye düşünüyordu.
Mehmet amca hala anlattıklarının etkisindeydi. Sanki hala o anı yaşıyordu. Ellerini öylesine sıkıyordu ki o an elim içinde olsaydı parmaklarım kırılırdı. Öfke ve kin dolu gözlerini bir an kapattı. Sonra derin bir nefes aldı ve kendini toparlamaya çalıştı. Ali gördüğü manzara karşısında korktu ve Mehmet Amcanın gözlerine bakıp:
-İstersen devam etme kötü oluyorsun
-Yok evlat yok. İyiyim ben anlatmak içimdekileri dökmek iyi geliyor. Anlatırsam rahatlarım dedi ve devam etti.
-Neyse böyle bir vaziyetin içinden çıktık ama darmadağın olarak
-Nasıl yani?
-Nasılı şöyle. Bir gün kararlaştırdık bütün planları her şeyi ayarladık. İnsanlara işkence yaptıkları yere saldıracak ve o insanları kurtaracaktık. Ama her şey istediğimiz gibi olmadı. İlk başta her şey istediğimiz gibi gidiyordu. İnsanların tutulduğu yere kadar kimselere görünmeden başarılı bir biçimde geldik. İnsanlara işkence yapılan yerin önüne geldiğimizde kulaklarımızı yırtan çığlıklar gelmeye başlamıştı. Herkes kendini sıkıyor o vahşeti işleyen zalimlerin tepesine çökmek için sabırsızlanıyordu. Kapıdaki nöbetçilerin işlerini bitirip içeri girdik. İçeride beş altı kişi insanlara öyle işkenceler yapıyorlardı ki aklın hayalin durur. Neyse ki onların işleri de ses seda çıkmadan halloldu. Sıra insanları oradan sağ salim çıkarmaya gelmişti. Zavallıların hareket edecek halleri bile yoktu. Sırtlayıp bazılarını çıkardık bazılarıysa çektikleri işkenceler karşısında dayanamamışlardı. Sağ kalanları hızlı ve plan dahilinde çıkartıyorduk. Kurtuluş için geçilmesi gereken tek yer vardı. O da işkence edilen yerin arka tarafında 200 metre ilerisindeki mayın tarlasıydı. Oradan kurtulmak için tek çaremiz o mayın tarlasından geçmekti. Çünkü nöbetçilerin olmadığı tek yer orasıydı. Mayın tarlası olduğu için nöbetçilerin konulmasına gerek duyulmamıştı. Askerlerin çoğunluğu kampın ön tarafında yerleşmişlerdi. Bunu da daha önce gözlemlediğimiz için biliyorduk ve orayı kullanmaya karar vermiştik. Çok dikkatli ve hızlı olmamız gerekiyordu. Her şey tam planladığız gibi gidiyordu ki Levent’in en son yaptığı hata bütün her şeyi mahvetmişti. Kurtardığımız insanları neyse ki arabalara bindirip göndermiştik. İnsanları kurtardıktan sonra cephanelerini patlatacaktık ki savunmasız kalsınlar. En son cephanelerini de patlattık ama biz de patladık. Cephanenin etrafına bombaları yerleştirdikten sonra biz de mayın tarlasından geçiyorduk ki Levent mayına bastı. Herkesin kanı birden çekildi. Put kesilmiştik. Ne yapacağımızı bilmiyorduk. Levent:
-Gidin buradan diye bağırmaya başladı. Bırakamazdık. Onu öyle ölüme terk edip gidemezdik.
Herkes:
-Hayır! Olmaz diye bağırmaya başladı.
-Olmaz seni böyle bırakıp gidemeyiz. Levent ise:
-Gidin diyorum size. Gidin buradan siz uzaklaşınca ben önce uzaktan kumandayla cephaneyi o müthiş patlamayı gördükten sonra da kendimi… Hepimiz:
-Olmaz seni kurtarmadan gitmeyiz diyorduk. Levent ise ısrarla
-O anı gördükten sonra ölsem de gam yemem diyordu. Hem bu ölüm ölümlerin en güzeli hepimiz bunun için yaşamadık mı? İşte benin sıram geldi.
Hepimiz donup kalmıştık. Nasıl olacaktı? Onu orada bırakıp nasıl gidecektik. Ama mecburduk da çünkü kampta hareketlenmeler başlamıştı. Kampa girdiğimiz anlamışlardı. Bunun üzerine Levent:
-Hadi… dedi.
-Hadi çabuk gidin buradan ben onları oyalarım çabuk çabuk gidin diyorum size diye bağırmaya başladı. İşte o an hepimiz kendimize geldik. Hiçbirimiz onu orada bırakmak istemiyorduk ama mecburduk. Görevimiz tamamen bitmemişti. İçimiz kan ağlaya ağlaya Levent’i orada ölüme bıraktık. Biz giderken Levent avazı çıktığı adar bağırıyordu.
-Gelin lan şerefsizler, gelin, hepiniz gelin diye. Ardından inanılmaz bir gürültü koptu. Hiçbirimiz dönüp arkamıza bakmaya cesaret edemedik. Acaba Levent miydi yoksa döşediğimiz bomba mı diye düşündük hepimiz. Sonunda dönüp arkama baktım. İçimiz bir nebze olsun rahatlamıştı. Levent değildi cephanenin etrafına yerleştirdiğimiz bombalar yeri göğü delercesine patlamıştı. Ama biraz sonra duyduğumuz silah sesleri ve arkasından gelen patlama sesi işte o ses bir silah arkadaşımı daha benden almıştı. Levent bize doğru koşan askerleri engellemek için önce silahla karşılık verdi. Vurulmuştu ayakta duracak gücü kalmamıştı askerler biraz daha yaklaşınca ayağını mayından kaldırdı. İşte o an tarifi imkansız bir felaketti. Kardeşim bizi kurtarmak için o şerefsizleri de kendini de ölüme bıraktı. Kendisine doğru gelenlerin çoğu ölmüştü birkaçı da yaralanmıştı. İşte o an çıldırdım yaralananları da dönüp ben vurdum. Bu tarifi imkansız bir acı evlat. Kardeşimiz gözlerimizin önünde şehit oldu. Ama bir mezarı bile olmadan işte en acı veren yanı da bu dedi ve daha fazla dayanamayıp küçük bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Ali Mehmet amcayı soluksuz dinliyor ve duydukları karşısında kanı çekiliyordu. Kendi kendine de şu soruyu tekrarlayıp duruyordu.
-Bu adam bu acıya nasıl dayanmış diyordu. Ama onu hala sağlam dimdik görünce de hayranlığını gizleyemiyordu. Sonra Mehmet Amcanın o halini görünce elini tutup:
-Tamam Mehmet Amca anlatma artık bak çok fena oldun. Pişman oldum sorduğuma. Ne olur toparla artık kendini diye tesellilerde bulunuyordu. Mehmet Amca ise elinin üzerine konan bu dost elini tutup
-Yok evlat anlatmam lazım. Bu güne kadar hep içimde tuttum. İçimde hep bir çıban gibi büyüdü. Artık bu irini akıtmam lazım diyordu. Ardından kendisini biraz daha toparlayıp devam etti.
-Son patlama ile hepimiz beynimizden vurulmuşa döndük. Ama toparlamalı ve oradan bir an önce gitmeliydik. Ama hiç kimse yerinden oynamıyor herkes aynı yere bakıyordu. Evet hepimiz Levent’in bulunduğu yere bakıyorduk. Kardeşimiz paramparça olmuştu. Allah’ım ne dayanılmaz bir acıydı o. Sonra kendimiz toparladık ve içimiz kan ağlaya ağlaya gittik oradan. Görevimiz daha bitmemişti. O zavallı insanları güvenilir bir biçimde Türkiye’ye getirecektik. O zavallıları getirdik de ama arkamızda nice masum insanların naaşını ve Levent’in naşını bırakıp getirdik. İşte bu hepimiz için çok acıydı hem de tarifi edilemez bir acı. Bu yetmemiş gibi Türkiye’ye geldikten sonra kara bir haber beni bekliyordu. Ali endişe ve merak dolu gözlerle bakarak sordu:
-Ne bekliyordu?
-Karım ve çocuğum evde çıkan yangında hayatlarını kaybetmişlerdi. Duyduğumda dünyam başıma yıkıldı. O an ölmek tek arzumdu ama yapamadım. Allah’ın verdiği canı kendim alamadım. Allah’a dua ettim Rabbim bana sabır ve dayanma gücü ver diye sabahlara kadar dua ettim. Eşim ve çocuğumdan sonra psikolojik olarak tamamen çöküntü yaşadım, mesleğe devam edemedim ve istifa ettim. Bir süre destek aldım. Allah’a şükürler olsun ki o badireleri atlattım şimdi tam olmasa da eskiye göre daha iyiyim. İşte evlat benim hikayem de böyle deyip derin bir nefes aldı.
Ali karşısında duran, bu kadar acı çekmesine rağmen hala sağlam durabilen ihtiyar delikanlıya baktı. Yüzüne baktıkça sevgisi, saygısı daha da artıyordu. Ardından sordu:
-Mehmet Amca bu kadar acıya nasıl dayandın?
- Dayanılıyor evlat. Allah’a sığındım, dayanma gücü diledim, sabır diledim Rabbim yüzüme güldü onca acıya rağmen dik durabileceğim gücü bana verdi çok şükür.
-Mehmet Amca adın gibi yiğit ve mert bir adamsın iyi ki seni tanımışım.
-Sen de Ali oğlum sen de en az benim kadar mertsin. Ben de iyi ki seni tanımışım.
Ali Mehmet Amca’nın gözlerine bakarak:
-Bir gün evlenirsem oğlum olursa adını Mehmet koyacağım. İnşallah adı gibi senin gibi mert bir insan olur. İşte o an Mehmet amca duygu fırtınasını yaşıyordu. Ali’ye bakarak
- Ama babana saygısızlık olmaz mı? Niçin babanın adını vermiyorsun?
-Babam seni görseydi, tanısaydı şu yaşadıklarını bilseydi eminim benim bu kararımı gururla destekledi. Senin gibi mert bir insanın adını verdiğim için çok sevinirdi. Buna emin ol Mehmet Amca. O an Mehmet Amca Ali’de uzun yıllar önce kaybettiği oğlunu gördü ve Ali’yi kendi oğlunun yerine koydu.
*****
Muhabbet böyle uzadı gitti. Artık Mardin’e çok az kalmıştı. Birazdan Mardin otogarında olacaklardı. Arkadan muavinin sesi geldi.
-Evet, sayın yolcularımız Mardin’e hoş geldiniz. Kapılar açıldı ve herkes yavaş yavaş inmeye başladı. Bu iki arkadaş da arabadan indiler. Birbirlerine öyle alışmışlardı ki ayrılmak istemediler. Söze başlayan yine Mehmet Amca oldu:
-Evet, evlat bu birliktelik de buraya kadarmış yine ayrılık zamanı. Bak bu benim adresim altına da telefonumu yazdım bir şeye ihtiyacın olursa muhakkak beni ara sana bir baba gibi yardım edeceğimden hiç kuşkun olmasın ve Ali’nin kafasını okşadı.
Ali de ayrılık hüznü ile sarılmış sesiyle
-Sağ ol Mehmet amca kendine çok iyi bak dedi ve ellerinden öptü.
İşte iki arkadaş da bu şekilde ayrıldılar ve kendilerine çizilmiş yollarına gittiler.
*****
Ali Mardin’e indiğinden beri heyecanı telaşı daha da artmıştı. Mehmet amcadan ayrıldıktan sonra etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Hiç tanımadığı bir yer hiç tanımadığı insanlar ve hiç tanımadığı adetler. Nasıl yapacaktı? Alışabilecek miydi? Yine derin düşüncelere dalmıştı. Ama kendini toparlamak zorundaydı başka çaresi yoktu ve derin bir nefes aldı. Kafasını kaldırdı bir asker edasıyla dimdik gayet cesur bir tavırla
-Hoş bulduk Mardin. Bakalım hayatıma neler katacaksın ya da hayatımdan neler götüreceksin işte bunu yaşayıp göreceğiz dedi ve gideceği ilçenin arabalarını bulmak için etrafına bakındı. Birden aklına annesi geldi. İnince beni mutlaka ara diye sıkı sıkı tembih etmişti. Arabalardan önce gözleri bir telefon kulübesini aradı. Aradığını çok geçmeden de buldu. Hemen telefon kulübesine gitti ve evin numarasını çevirmeye başladı. Heyecanlandı. Çünkü annesinin sesini duyacaktı. Acaba hala ağlıyor mudur diye düşündü. Ama çok geçmeden karşıdan bir ses geldi. İşte Ali’nin duymak istediği ses buydu. Annesi:
-Alo diye hala buruk bir ses tonuyla cevap verdi. Ali heyecanla
-Alo anne benim. Emine teyze Ali’nin sesini duyunca sevinçle
-Alo Ali oğlum sen misin?
-Evet, anne benim
-Oh! Çok şükür oğlum! Nasılsın vardın mı?
-Vardım anne şimdi indim. Bir arayayım dedim sen nasılsın bir arayayım dedim. Hala ağlamıyorsun değil mi?
Ağlamasına rağmen
-Yok, oğlum ağlamıyorum. Hem niye ağlayayım Allah’ıma çok şükür oğlum aslanım öğretmen olmuş şimdi de görev yapacağı yerde bu gurur verici bir şey. Hem boş ver sen şimdi beni de sen de bakalım yolculuğun nasıl geçti? Gece uyuyabildin mi? Diye sorular sormaya başlamıştı. Ali de
-Yolculuk gayet güzeldi. Gece pek uyuyamadım ama yolculuk çok güzeldi.
-Niye uyumadın oğlum? Hem ne oldu da o kadar güzel geçti.
-Birlikte geldiğimiz bir adam vardı adı Mehmet öyle tuhaf bir insan ki anlatamam. İnsanı konuşmalarıyla bakışlarıyla öyle etkiliyor ki. Yol boyunca muhabbet ettik ikimizde adam gibi uyumadık. O kendinden bahsetti yaşadıklarından ben de bizden bahsettim yol boyunca konuştuk durduk. Zaman nasıl geçmiş anlamadık bir de baktık Mardin’deyiz.
-Nasıl bir adamdı o kadar anlatıyorsun ki hemen güvenmeseydin.
-Yok, anne onda farklı bir şeyler vardı insana güven veren babacan bir yönü vardı. Anlattıkları, yaşadıkları beni öyle etkiledi ki kötü biri olduğunu hiç zannetmem çünkü çok samimi ve çok içtendi.
-Neyse oğlum sen iyi diyorsan iyidir.
-Eee sen nasılsın ne yapıyorsun Fatma Teyze, Cemal onlar nasıllar?
-Ben de iyiyim oğlum Fatma Teyzenle oturuyorduk bu gece bizde kaldılar. Beni yalnız bırakmak istemediler sağ olsunlar. Cemal de dışarı çıkmıştı gelir birazdan.
-İyi anne çok iyi Fatma teyzeme de çok selam söyle Cemal kardeşime de
-Dur Fatma teyzene vereyim de konuş
-İyi ver bakalım. Emine teyze telefonu arkadaşına uzattı ve
-Fatma al Ali senle konuşacak dedi ve Fatma teyze yerinden doğruldu ve telefonu aldı.
-Alo Ali, olum nasılsın?
-İyiyim teyzem sen nasılsın
- Ben de iyiyim oğlum biz de bu gece burada kaldık. Arkadaşımla eski günleri, senin çocukluğunu, Cemalle yaptığınız haylazlıkları, babanı konuştuk hem güldük hem ağladık. Ali gülerek:
-İyi yapmışsınız. Cemal nasıl?
- O da iyi oğlum. Dışarı çıkmıştı gelir birazdan.
-İyi gelince selam söylersin.
-Olur oğlum söylerim.
Ali gideceği ilçenin adını duydu. Bineceği arabanın muavini:
-Araba kalkıyor. Kızıltepe yolcusu kalmasın diye bağırıyordu. Ali hemen
-Teyze benin arabam kalkıyor. Hadi kendine çok iyi bak Cemal kardeşime de çok selam söyle.
-Tamam, oğlum söylerim al annene veriyorum diyerek telefonu arkadaşına uzattı.
-Alo oğlum gidiyor musun ilçeye?
-Evet anne araba şimdi kalkıyor. Hadi anne kendine çok iyi bak ben ilçeye gidince de ararım tamam mı?
-Tamam oğlum Allah’a emanet ol dikkatli ol kendine iyi bak tamam mı?
-Tamam anne sen de dedi ve telefonu kapattı. Muavin tekrar bağırıyordu.
-Kızıltepe yolcusu kalmasın.
Ali valizlerini arabanın yanına yavaş yavaş taşıyordu muavin
-Kızıltepe mi abi?
-Evet
-Yardım edeyim
-Sağ olun. Muavin valizlerini yerleştirdi sonra da arabaya bindiler Ali’ye oturacağı yeri göstererek
-Şöyle geçin abi
-Sağ olun
Ali arabaya bindiğinde dışarıdan geldiğini herkes anlamış ve Ali’yi tepeden tırnağa şöyle bir süzmüşlerdi. Ali bu bakışları anladı ve etrafına hiç bakmadan muavinin gösterdiği yere oturdu. Araba hareket etmişti. Ali pencereden dışarıya bakarak etrafı gözlemliyordu. Dışarısı iki renkle kaplıydı sarı ve mavi yeşilliğe dair bir şey yoktu. Her yer sapsarı uçsuz bucaksız bir ova, her yer dümdüz arada bir iki ağaç çıkıyordu. Göze farklı gelen tek şey bu yalnız gelen ağaçlardı. Yol böyle uzadı gitti. Kızıltepe’ye varmışlardı arabadan inince muavine dönüp:
-Ben Damlalı Köyü’ne gidecektim. Nasıl gidebilirim diye sordu. Muavin damlalı Köyünü duyunca kafasını kaldırıp Ali’ye bir baktı ve sordu:
- Damlalı Köyü mü ne yapacaksın orda?
-Ben öğretmenim tayinim oraya çıktı. Muavin karşısında duran daha hayatının baharında olan genç delikanlıya acıyan gözlerle baktı. Ali bu bakıştan hiç hoşlanmamıştı. Muavine meraklı gözlerle bakarak
-Niye öyle baktın diye sordu.
-Hiç abi. Demek öğretmensin ha! Demek tayinin Damlalı Köyüne çıktı.
-Evet de ne var bunda öyle bir soruyorsun ki sanki cehenneme gideceğim.
-Abi korkutmak gibi olmasın ama orası cehennemden farksız değil. Buranın en pis en lanet insanları oradandır. Ne insan bililer ne hayvan nerde bir pis iş var orada Damlalı Köyünden bir insan var. yazık sana daha çok gençsin orada o insanlarla nasıl baş edeceksin. Bana soracak olursan yol yakınken dön git buradan. Bak şu ilerdeki arabalar Mardin’e gider arkana bakmada bin git.
Ali duyduklarından korkmuştu. Ama bir o kadar da kızmıştı.
-Ne diyorsun sen ne gitmesi benim hiçbir yere gittiğim falan yok. Sen diyecek misin şu arabalar nerden kalkar? Muavin ısrarla devam etti.
-Abi ne diyorum ben sana kendini mahvetme. Yazık sana hiç bulaşma oraya bin git diyorum sana.
Ali kızan gözlerle bakarak
-Tamam sana soranda kabahat ben bulurum. Muavin hala aynı ısrarını sürdürerek
-Yapma abi…
Muavin öyle ısrar ediyordu ki Ali telaşını, korkusunu, merakını saklayamıyordu. Muavine dönüp
-Bana bak ben devletin bir memuruyum, kim ne yapabilir ki diye kendine devleti güvence alıyordu. Muavin ise Ali’yi alaya alarak:
-Memuru ha… O köy ne memurlar yuttu haberin var mı senin? Kaç öğretmen kaç doktor gitti biliyor musun sen? Sonra devlet diyorsun o insanlar devletmiş kanunmuş, memurmuş, bilmezler haberi olsun. Ama yine de sen bilirsin be diyeceğimi dedim kararı sana kalmış bunlardan sonra ille de gideceğim dersen arabaları bak şu ilerden kalkıyor diye işaret etti.
-Tamam sağ ol dedi.
Ali dönüp muavinin işaret ettiği yere baktı. Telaşından mıdır nedir baktığı yer Ali’ye öyle ürpertici geldi ki anlatamam. Sonra yavaş yavaş adımlarla arabalara doğru yanaştı. Gitmek istemiyor gibiydi. Buraya gelmeden önce ve o aptal muavin o sözleri söylemeden önce böyle bir hisse kapılmamıştı. Hiç böyle telaşlanmamıştı. Ama kararlıydı. Toparladı kendisini önünde ölüm olsa bile gidecekti. Buraya kadar gelmişken geri dönmek Ali’ye göre değildi. Cesaretini topladı ve bir babayiğit gibi ilerledi. Arabaya bindi. Bindiği manzara karşısında muavine hak verdi. Arabadakiler öyle baktılar ki Ali’yi gözleri ile yediler. Aralarında yabancı bir simaya alışkın olmadıklarından mıdır yoksa istemediklerinden midir bilmem muavinin dediği gibi o cehenneme gidene kadar Ali’ye dikkatle baktılar. İşin ilginç yanı tek kelime bile konuşmadan bir insana bu kadar düşmanca bakılabilir miydi? Nihayet o rahatsız eden bakışlardan kurtulmuştu. Köye varmışlardı. Araba köyün kahvesinin önüne gelince herkes inmeye başladı. İnsanlar arabadan inerken Ali şaşkınlığını gideremedi. Arabadan inen herkesin belinde bir silah gördü. Bu insanlar niye silah taşıyorlar diye düşünmeden edemedi. Sonra şoförün sesi geldi.
-Son durak birader insene
Ses öyle heybetliydi ki Ali birden irkildi. Şoföre bir baktı siyah bir ten, simsiyah kaşlar ve gözleri içinde bir nefret vardı. Kurbanını öldürmek için hazır bir cellat gibi bakıyordu. Ali hemen indi arabadan iner inmez araba geldiği yolu tuttu. Arkasından öylece baktı. Başına geleceklerden habersiz öylece baktı. Bilseydi belki de hiç gelmezdi. Muavinin sözlerini dinlemediği için acaba pişman olacak mıydı?
Kahvenin önüne geldi ve insanlara baktı. Şoförde gördüğü yüz ifadesi hepsinde vardı. Hatta bazıları daha dehşet vericiydi. Kahvenin en başında bir adam dikkatini çekti. Bakışlarıyla oturuşuyla insanlara dehşet saçan, insana bir nebze dahi olsun güven vermeyen elli elli beş yaşlarında esmer, hafif göbekli, orta boylu bir insan… Buralarda, her ne kadar ağalık sistemi kaldırılmış olsa da bir ağa bulunurdu. İnsanları sömüren ilklerine kadar kurutan zalim acımasız bir ağa… Ali adamı görünce de kesinlikle buranın ağa dedikleri zalimi bu canavar kılıklı heriftir diye içinden geçirdi. Sonra meraklı bakışları daha fazla meraklandırmamak için
-Selamünaleyküm ağalar dedi. Sanki herkes sağır ve dilsizmiş gibi kimse bir hareket göstermeden tek bir cevap dahi vermeden tabiri cairse mal gibi Ali’ye bakmaya devam ettiler. İkinci hamle yine Ali’den geldi.
-Ben bu köyün yeni öğretmeniyim. Adım Ali dedi.
Öğretmen lafını duyan herkes dönüp aynı noktaya baktı. O dehşet saçan canavara. İşte bu sefer üçüncü hamle karşıdan geldi. Ama hiç istenmedik bir simadan o canavardan gelmişti. Mahmut ağa ise şaşkın bakışlarla Ali’ye bakıp
-Demek öğretmensin ha!
-Evet! Öğretmenim
-Hoş gelmişsen o zaman köyümüze öğretmen bey diye ekledi. Ali de:
-Hoş bulduk dedi.
-Nerden geldin? Kaç yaşındasın? Diye sorular sorarak adeta kurbanını tanımaya çalışıyordu. Ali ise hemen sorulan bu sorulara bir anlam veremedi ve ağanın ona sorduğu soruları yanıtlamaya başladı.
-Bursa’dan geldim ve yirmi iki yaşındayım dedi.
-Demek Bursa’dan geldin ve yirmi iki yaşındasın ha!
-Evet
-(kafasını sallayarak) Çok güzel! Gel buyur otur şöyle. Bir çayımızı iç
Ağa avına yavaş yavaş sokulan bir aslanın sinsiliği ile Ali’ ye öyle sokuluyordu. Ali ise bu durumdan hiç memnun değildi. Tedirgin olduğunu hissettirmeden sakince gidip oturdu. Ağa ise kahveciye çay emrini verdi. Ve sözlerine kendini tanıtmayla devam etti.
-Ben de bu köyün bu civarın ağasıyım. Mahmut ağa
-Memnun oldum Mahmut Bey. Mahmut ağa sert bir bakış atarak
- Bey değil ağa. Ali ise
-Ağa mı?
-Evet ağa
-Ağalık sisteminin kaldırıldığı çok oluyor.
-Burada kaldırılmadı ama. Mahmut ağa bunları söylerken bakışları daha da sertti. Ali bu ilk konuşmanın sert bir şekilde gitmesini istemediği için
-Peki Mahmut ağa dedi. Mahmut ağa o bakışını bir nebze azaltıp
-Ha şöyle. Bak öğretmen biz öyle şehirli ağızlarıyla konuşmayı bilmeyiz. Beymiş paşaymış anlamayız biz. Bizim tek bildiğimiz şey ağadır bunu da iyi belle. Ali aynı kararlılıkla peki dedi. Çünkü ilk konuşmadan tartışma çıksın istemiyordu ve onaylamakla yetindi. Ardından Mahmut ağa kahveciye dönüp:
-Lan! Osman nerde kaldı şu bizim çaylar diye kükredi. Kahveci Osman ürkek bir ses tonuyla
-Geliyo ağam diyebildi ve hemen çayları getirdi. Ağa ve Ali çaylarını içmeye başladılar. Onlar konuşurlarken herkes dikkat kesilmiş onları izliyorlardı. Özellikle Ali’nin sözlerini dikkatle dinliyorlardı. Mahmur ağa Ali’ye:
-Demek yirmi iki yaşındasın ha!
-Evet dedi. Mahmut ağa Ali’ye öyle manalı bakıyordu ki Ali bu bakışın altında ne var acaba diye düşünmeden edemiyordu. Aslında bakışlarından her şey anlaşılıyordu ama Ali artık dönüşü olmayan bir yola girmişti. Bu işten ya alnını akıyla çıkacaktı ya da bu yolda ölecekti. Mahmut ağa aynı bakışlarını devam ettirerek
-Çok da gençmişsin dedi. Devem ederek sen şimdi buraya okulu açmaya mı geldin? Çocukları okutmaya mı geldin?
-Evet
-Demek öyle. Bak öğretmen bu meseleler biraz karışıktır sen var bu akşam bize misafir ol ben de sana bu karışık işleri uzun uzun anlatayım. Sonra da efendi gibi gidersin buradan.
Ali’nin bu davet altındaki tehdit hiç hoşuna gitmemişti. Ali bu daveti geri çevirmek istedi. Çünkü Mahmut ağa o kadar soğuk insanın içini ürperten bir yapısı vardı ki akşam evine misafir olmayı bırak kahvede bile oturdukları o iki dakikayı bile istemiyordu. Bir an düşündü sonuçta bu civarın en güçlü ismiydi. Belki konuşsalar o karışık konu dediği ki Ali bunu az çok anlamıştı meseleyi konuşup ikna edebilirdi bunu düşündü ve ağanın davetini kabul etti.
-Tamam dedi. Ağa yanında duran adama dönüp:
-Var git evdekilere haber ver. Akşam misafirimiz var hazırlık yapsınlar.
Adam emri alır almaz fişek gibi eve gitti. Daha doğrusu konağa… Konağa varınca evin hanımı Zeliş anaya ağanın dediklerini iletti.
Zeliş ana elli yaşında tombul yanaklı, hafif kilolu, insana baktığında insanın içini ısıtan, güleç yüzlü, herkesin sevip saydığı, herkesin ana diye hitap ettiği biriydi. Ağanı eşi olmasın rağmen hiç kibirli değildi. Aksine gayet alçak gönüllü insanları seven, dertlerini dinleyen, insanları anlayan bir insandı. Ağanın haberini alınca kızı Zülal ve evdeki diğer çalışanlarla işe koyuldu.
Zülal ise yirmi yaşında zayıf, uzun boylu, ela gözlü, uzun kirpikli, çıkık elmacık kemikleriyle estetik bir yapısı vardı. Uzun ince parmakları ellerini daha da narin kılıyordu. Her zaman gözlerinde bir parıltı, gülüşünde bakışında bir içtenlik hakimdi. Dürüst çalışkan akıllı biri ama biraz utangaçtı.
Zeliş ana ve Zülal hiç Mahmut ağa gibi değillerdi. Zeliş ana her seferinde kocasının yaptığı yanlışlıkları uyarırdı ama Mahmut ağa karısının sözlerine kulak vermezdi. Karısını çok seviyordu ama parayı, gücü, itibarı en az karısı kadar seviyordu. Hep güçlü olmak ister herkesin üzerinde bir baskı kurmak isterdi.
Zeliş ana ve Zülal mutfağa girip yemek işine koyuldular. Zeliş ana o kadar güzel yemek yapar ki yiyen herkes bayılırdı. Bildiklerinin hepsini kızına da öğretmişti. Zülal her konuda olduğu gibi güzel yemek yapma konusunda da annesine çekmişti. Annesinin her öğrettiğini dikkatle dinliyor ve her yaptığını dikkatle gözlüyordu. Ardından o narin parmakları ile enfes tatlar ortaya çıkartıyordu. Annesi kızını izlerken hem gururlanıyor hem de içi gidiyordu. Zülal evin tek kızıydı. Tek kız olduğu için annesi onun üzerine titriyordu. Gözünden bile sakınıyordu.
Artık hava kararmaya başlamıştı. Mahmut ağa oğulları ve Ali evin yolunu tuttular. Ali istemeye istemeye gitmesine rağmen içinde çok güzel bir his vardı. Konağa geldiler arabadan indiler ve içeriye girdiler. Ali konağın o ihtişamını görünce hayran kaldı. Konak o kadar güzeldi ki gözlerini alamıyordu. Ağa Ali’ye bakıp:
-Ne o öğretmen bey gözünü alamadın.
-Gerçekten harika bir konak
- Eee güzel olacak tabi nihayetinde ağanın konağı diye pis pis sırıtıyordu. Ali iğrenç bir gülme olsa dahi ağanın yüzünde ilk defa böyle bir irade gördü.
-Buradan öğretmen bey diye ağanın küçük oğlu yol gösteriyordu. Ağanın üç oğlu bir kızı vardı. En büyükleri Servet ortanca oğul Sedat küçük oğlansa Emir ve en küçükleri Zülaldi. Çocukların hepsi huy olarak babalarına benziyorlardı. Hepsinin kaşları çatık hepsinde ürkütücü bakışlar ve heybetli duruşlar vardı. Belki de babalarından sebep bu kadar korkunçlardı. Ne de olsa o civarın eb heybetli insanın çocuklarıydılar. Belki de sert olmasalar bile sert durmaya çalışıyorlardı. Ama hepsinin Zülal’e ayrı bir sevgileri ayrı bir şefkatleri vardı. Hepside Zülal’i korur ve gözlerinden bile sakınırlardı. Zülal de ağabeylerine karşı sonsuz bir sevgi ve saygı taşırdı. Kardeşler birbirlerine çok bağlıydılar.
Ali Emir’in gösterdiği tarafa yöneldi. Geniş bir salona girdiler. Evin içi eski kilimler, bakır çanaklar, bakır vazolarla kaplıydı. Adeta bir müzeyi andırıyordu. Hepsinin duruş yeri o kadar güzel yerleştirilmişti ki sanki bir dekorizasyoncunun eli değmişti. Salonun ortasında büyük bir masa, masanın üzerinde de iştahları kabartan enfes yemekler vardı. Et yemekleri, köfteler,tatlılar….daha bir sürü çeşit . sanki eve çok önemli bir misafir gelmiş gibi donatılmış bir masa. Ali bir an
-acaba bu insanlar sandığım gibi korkunç değiller mi? Baksana bu kadar güzel bir sofra anca çok önemli çok değerli bir insan için hazırlanır. İstemedikleri bir kişi için bu kadar gösterişli bir masa kurulmaz ki diye düşünüyordu. Sonra:
- Belki de Mahmut ağa sandığım gibi korkunç bir insan değildir. Hem öyle olsaydı benim için bu kadar güzel bir sofra hazırlatmazdı ki. Diye düşünüyordu. Ama bilmiyordu ki bu sofra her akşam aynı ihtişamıyla kurulur. Yani Ali’ye özel bir şey yoktu ortada sıradan bir günmüş gibiydi tek fark sofraya koyulan fazladan bir tabaktı.
Zeliş ana gelen misafirin yanına gidip içten ve samimi bir dille
-Hoş geldin oğlum. Ali’nin bu içtenlik öyle hoşuna gitmişti ki
- Düşüncelerimde yanılıyorum galiba diye kendini avutuyordu. Sonra
-Hoş bulduk efendim diye Zeliş ananın ellerinden öptü. Ardından herkes sofraya oturmuştu. Mahmut ağa sofranın başköşesine kurulmuş karısı Zeliş ana da sağ tarafına oturmuştu. Büyük oğlu babasının tam karşısına diğer iki çocuk da karşılıklı oturdular. Ali ise Zeliş ananın karşısına oturdu. Sofrada yerine oturmayan tek kişi Zülal’di. O da annesinin sesiyle birazdan tam olurdu. Ardından Zeliş ana kafasını çevirip Zülal’in geleceği kapıya doğru
-Zülal kızım getir çorbayı hadi!
Zülal annesinin emrini hemen yerine getirerek içeriye girdiler. Önünde evin çalışanlarından Fatma vardı. Elinde sürahi ile içeriye girmişti o da Zülal ise çorba kasesiyle Fatma’nın arkasından geliyordu. İçeri girdiğinde Ali önce Zülal’i görmedi. O anda Zeliş anaya bakıyordu. Zülal içeri girdi ve herkes bir an ona baktı. Annesi, babası, ağabeyleri ve Ali …İşte o ana olan oldu. Ali karşısında gördüğü o güzellik karşısında büyülenmişti adeta. Zülal hiç kafasını kaldırmadan geldi ve kaseyi masanın üzerine koydu. Ali hala Zülal’e bakıyordu. Bu zayıf, uzun boylu, narin yapılı ve insanı güzelliği ile büyüleyen kız Ali’yi öyle etkilemişti ki… Bu etkilenme Zülal içinde çok fazla sürmedi. Kafasını kaldırıp Ali’ye baktığında Ali’den pek farsız değildi. Karşısında oturan bir kızı rahatlıkla kendine aşık edebilecek derecede yakışıklı, oturuşuyla, bakışlarıyla tam bir beyefendi olan Ali’yi görünce Zülal’de Ali gibi bir büyüye kapılmıştı. Ama bu rüyadan çıkmaları çok uzun sürmedi. Fatma içeriye girmişti ve çorbaları koyma işi Zülal’e kalmıştı. Bunun üzerine annesi:
-Ne duruyorsun kızım koysana çorbaları?
Zülal kendini toparlatıp hemen annesinin dediğini yaptı. Bir tabağı doldurup her akşam yaptığı gibi babasına uzattı. Babasıysa:
-Önce misafirimize ver kızım dedi.
Zülal babasının bu sözü üzerine kafasını Ali’ye çevirip o büyülü gözlere bir daha baktı. Sonra gözlerini kaçırtıp çorba tabağını uzattı. Ali ise kendisine uzatılan elin sahibinin gözlerine bir daha bakmak istedi ama Zülal gözlerini çoktan kaçırtmıştı. Sadece tabağı almakla yetindi. Eli boşalan Zülal heyecanını belli etmek istemediği için çabuk çabuk diğer tabaklara çorbaları koydu ve sahiplerine uzattı. Sonra mutfağa girdi. İçeriye bir daha girmek istemiyordu girerse ailesi bu hayranlığını, bu heyecanını anlayacaklarmış gibi korkuyordu. Ama annesinin sesi üzerine içeriye tekrar girdi ve yerine oturdu. Ali çaprazında kalıyordu. Kafasını kaldırıp babasına bile bakamıyordu. Babasına balsa Ali ile göz göze gelecekti ve bundan çok korkuyordu. Ama o büyüleyici gözlere bir daha bakmak istiyordu. Yemek boyunca kafasını hiç kaldırmadan sofrada oturdu. Heyecanını, hayranlığını saklamak için büyük bir mücadele verdi. Ama kazandı da neyse ki yemek bitti herkes yavaş yavaş kalkıp koltuklara oturdular. Sofrayı toplama işi evdeki yardımcılara ve Zülal’e kaldı. Zülal sofrayı toplarken annesi:
-Kızım onları götür de sonra bir kahve yap tamam mı? Zülal kısık bir sesle sadece
-Tamam diyebildi.
Ardından Zeliş ana da koltuktaki yerini aldı ve Zülal de sofrayı toplamaya devam etti. Ali koltuğa oturduğundan masa tam karşısında kalıyordu ve Zülal’i görüyordu. Zülal tabakları içeri götürürken kafasını bir an kaldırdı ve ali’nin kendisine baktığını gördü utancından hemen kafasını eğdi ve mutfağa geçti. Mutfağa geçince yardımcılar:
-Ne oldu Zülal yanakların kıpkırmızı olmuş?
-Yok bir şey çok sıcak ondandır dedi. Hiçbir şey yokmuş gibi kahveleri pişirmeye koyuldu. Kahveleri pişirdi ama içeriye kendisi götürmedi. Yardımcılardan Fatma’ya kahve tepsisini uzattı.
-Al bunları içeriye götür dedi
Fatma kahve tepsisini alıp içeriye girdi. Ali içeriye giren kişiyi bir an Zülal sandı. Ama gördüğü kişi görmek istediği kişi değildi. Fatma kahveleri dağıtıp mutfağa geri döndü. Bir an bekledi belki gelir diye ama Zülal içeriye girmedi. Giremezdi de zaten. Oralarda evlilik çağına gelmiş bir kızın eve gelen bir misafirle aynı yerde oturması pek doğru bir şey değildi. Aslında aynı sofrada bile yemek yemesi de olmazdı ama Mahmut ağa kızının sofrasında yemek yemesini isterdi. Kim gelirse gelsin ailesinden herkesin sofrasında olmasını isterdi. Ama misafirin hele ki yabancı bir yerden gelmiş birini yanına gidip de oturmak olmazdı. Mahmut ağa yavaştan konuya girmeye başladı.
-Evet öğretmen bey nasıl beğendin mi yemekleri?
-Allah bin bereket versin gerçekten hepsi harikaydı. Zeliş ana söze girerek
-Afiyet olsun oğlum dedi ve Mahmut ağa sözlerine devam etti.
-Bak öğretmen bey buralara kadar öğretmenlik yapmaya gelmişsin ama boşu boşuna zahmet etmişsin. Burada ne okul vardır ne de okula gidecek talebe seni boşuna yormuşlar buralara kadar. Bu akşam bizim misafirimizsin ama yarın geldiğin gibi gidersin
-Gitmek mi?
-Evet gidersin
-Ben hiç gitmeyi düşünmedim
-Tamam işte düşün. Ali gitme fikrini ısrarla direten, o kalın kaşlarını çatmış, gözleri yiyecekmiş gibi bakan adama sakin ve uysal bir biçimde cevap verdi.
-Öncelikle beni bu akşam misafir ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Ama gitme işine gidince o olmaz ben mesleğini deli gibi seven bir insanım böyle sudan sebeplerle gitmeyi aklımın ucundan bile geçirmem. El birliği verirsek okulumuz da olur talebelerimiz de. Anladığım kadarıyla siz buranın en kudretli insanısınız. Aslında bu benim için çok büyük bir şans. Çünkü sizin de yardımınızla bu köye öyle güzel okul yaparız ki… Mahmut ağa kendisinden yardım isteyen gence bakıp pis pis sırıtarak.
-Demek benim yardımımla ha! Yardım etmek istediğimi kim söyledi? Okulmuş hıh! Bu insanlar okul nedir okumak nedir bilmezler bu cahillere bir şey veremezsin kendini boşuna yormuş olursun iyisi mi yarın sen git buradan
-Gitme işini aklından çıkar Mahmut ağa benim bir yere gittiğim yok. Hem bu insanlar cahilse ben onları eğitmek onlara bir şeyler kazandırmak için geldim. Onları bu cehaletten de kurtarmadan da gitmem. Hem siz bu kadar niye karşısınız onu da anlamış değilim. Mahmut ağanın ses tonu gittikçe sertleşiyordu.
-Bak öğretmen bu köyde bir düzen vardır. Herkes buna uyar kimse çocuğunu okula göndermez. Boşuna konuşuyorsun.
-Ne imiş o düzen? Yoksa sizin koyduğunuz katı kurallar mı bu düzen diye bahsettiğiniz şey? Hem nerden biliyorsunuz kimsenin çocuğunu okula göndermeyeceğini? Kim istemez çocuğunun okuyup adam olmasını? Mahmut ağa sesini tamamen kalınlaştırdı ve devam etti.
-Evet benim koyduğum kurallar. Bu köyde ben ne dersem o olur. Bu köyü karıştırmadan gideceksin
Ali karşısında duran bu inatçı, zalim, para, güç ve kudretten başka bir şeyden anlamayan adamı ikna edemeyeceğini anladı ve daha fazla uzatmadan ayağa kalktı.
-Sizinle anlaşamayacağız buraya gelirken belki bana yardım edersiniz umuduyla gelmiştim ama sandığım gibi olmadı. Ben size boşuna konuşuyorum. Gitme işine gelince unutun onu. (Ardından) Beni bu akşam buyur ettiğiniz için çok teşekkür ederim ama daha fazla burada kalmam anlamsız olur. Allah rahatlık versin dedi ve konaktan çıktı. Mahmut ağa ise kendisine karşı gelen bu delikanlıya bakıp
-Gitme bakalım. Bakalım ne kadar durabileceksin. Senin de sonun diğerleri gibi olacak dedi.
Zeliş ana kocasının bu hareketlerine ve sözlerine karşı öfkeyle bakmakla yetindi. Bir şey diyemedi. Kocasının bu kadar zalim olması, insanları ezmesi, para ve güçten başka bir şey düşünmemesi o kadar sinirine dokunuyordu ki… Çocukları ise babalarını karşısında hazır ol vaziyetinde babalarının ağızlarından çıkacak emri bekliyorlardı adeta. Zülal ise mutfakta konuşulanları dinliyor ve duydukları karşısında içi acıyordu. Babasının o kadar katı olmasını o da annesi gibi istemiyordu. Hem de Ali ile babasının bu tartışmayı yapmaları da ayrı bir acı veriyordu.
Ali ise öfkeyle kendini konaktan dışarıya attı. O kadar sinirliydi ki nereye gittiğini bile bilmiyordu. Bilmediği, tanımadığı bir yerde gecenin o zifiri karanlığında şuursuzca ilerliyordu. Sonra durup kendine geldi.
-Ben nereye gidiyorum ya? Ne yapacağım şimdi nereye gideceğim?
Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Karanlıktan hiçbir yeri seçemiyordu. Nerden geldiğini bile bilmiyordu. Bereket ki ileri de bir ışık gördü ve ışığa doğru ilerlemeye başladı. Burası ağanın o ihtişamlı konağının yanın da yıkık dökük bir yerdi. Bırakın bir insanı hayvan bile zor yaşardı. Kapıyı çalıp çalmamakla bir an tereddüt etti. Belki de içeride kimse yoktu. Olsa bile ne diyecekti. Gecenin bu saatinde hiç tanımadığı bir insana ne diyecekti. Ama mecburdu o kapıyı çalmaya kendini bir kapana kısılmış gibi hissediyordu. Hiç bilmediği bir yerde hem de gecenin bir yarısında tek başınaydı. Ve tek bir ışık gördü. Acaba o ışık yolunu aydınlatacak mıydı? Cesaretini topladı ve kapıyı çaldı. Bir müddet bekledi ve içeriden gayri ihtiyari bir ses geldi.
-Kim o? Ali bu soru karşısında öylece kaldı. Ne diyecekti şimdi? Düşündü ve
- Bir tanrı misafiri kapıyı açar mısınız?
Adam aldığı cevap karşısında merakla ve usulca kapıyı açtı. Kapıyı açan meraklı gözlerle Ali’ye baktı. Ali bakışlarından anlamıştı. Kim bu adam gecenin bu saatinde kapıma dikilmiş ne istiyor diye düşünüyordur kesin diye Ali içinden geçirdi. Adamın merakını daha da arttırmadan Ali konuşmaya başladı.
-Gece gece sizi rahatsız ettim. Kusura bakmayın ama gidecek başka bir yer bulamadım. Adam Ali’nin bu sözlerine daha da meraklanıyor merakının yanında da telaşlanıyordu. Yaşlı adam daha fazla dayanamayıp sordu.
-Buyur oğlum ne istersin. Hayırdır. Kimsin nerden gelirsin?
-Efendim ben bu köyün öğretmeniyim. Bu gün geldim köye adım Ali. İnanın bana çok müşkül durumdayım. Bu kadar zor durumda olmasaydım sizi bu saatte rahatsız etmezdim.